- 330 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Mutluluğa Beş kala
2011 yılında yazdığım bir öyküsel bir yazı, çok az içerik değişikliğiyle yayınlıyorum. Günlük defterlerimi karıştırıken bir hafta önce görerek bilgisayara geçerken anılarda baya kafamda uğultular yarattı!
Uçak, sabah saat tam yediotuz sularında tekerlekleri Sabiha Gökçen Havaalanı’nın beton zemine dokunurken, hafif sarsıntılar arasında bir alkış tufanıyla giderek yavaşlıyor ve belli bir süre sonra da tamamen duruyor. Yeryüzüne inmenin sevincini yaşayan yaşlı ve inançlılar belli belirsiz dudak arası mırıltılarıyla kimbilir kaçıncı kez okudukları beyhude dualarını tekniğin sayesinde görünmeyen ve olmayan bir güce bağlamanın sevinciyle sevdiklerine kavuşacakları son dakikaların hesaplarını yapıyorlar. O, ise hala koltuğunda hiç uçaktan inmeyecekmiş gibi oturuyor, yan taraftaki tüm yolcular, sanki talandan mal kaçıracaklarmış gibi kendi davranışlarıyla kaosa sebebiyet vererek birbirlerine olan saygısızlıklarını da böylece açıktan teyit etmiş oluyorlar. Önden yavaş yavaş inenlerle yine de on dakika kadar sonra uçak tamamen boşalıyor. Herkes iniyor ve hosteslerden birisi: „Beyefendi siz inmeyecekmisiniz“ diye telaşlı bir şekilde ona doğru geliyor. O, hemen: „Becerebilirsem ineceğim hanımefendi“ oluyor. Hostesler hep birlikte gülüşüyorlar onun bu bu şakavari şaklabanlığına!
Ve o da en son iniyor. Valiz olarak her zaman ki gibi yanına sadece bir sırt çantası alışı onu valiz bekleme salonlarının rutubetli havalarından koruduğu gibi zaman kayıplarını da en azından yarımşar saat azaltarak gidiş gelişlerle beraber ikibuçuk saatlik artı bir zamana sahip oluyor bu sayede. Herkes yürdüğü oklara doğru yürüyor belli bir nokta takip etmeden. Sonra, „ben, Kıbrıs’a gideceğim ve daha en azından 13 saat kadar vaktim var ve bunu İstanbul’da, İstanbul havasında geçirmenin hızlı ve dakik planlarını yapıyor. Güvenlikten birisine; „merhaba, ben, şehir merkezine gitmek için havaş şehir içi otobüs servislerinin hareket noktasına gitmek istiyorum“ deyince, güvenlik yerinden kalkarak oklu yönlerden en sağda olanı göstererek bu istikamet doğru, doğruca son kapıya kadar gidin“ diyor. Teşekkür ediyor ve tabana kuvvet „marş marş, istikamet İstiklal, Beyoğlu, Mefisto Kitapevi, Limonlu Bahçe, Çiçek Pasajı, Galata ve çevresi, kafeteryalar ve Gezi Parkı gibi düşüncelerle, geçirilecek en az yedi saatlik bir zaman diliminin kafasında kurguladığı acil plan.
Ve hızlı adımların hızlılığından dolayı belli bir süre sonra ısınan sırtındaki sıcaklığın verdiği terleme hissiyle, hemen çantasını sol omuzuna yüklemesi biraz rahatlatıyor. Devam ediyor yola. Belli bir süre sonra dışarısı görünüyor, bir soru daha sormaya gereken kalmadan küçük çaplı şık ve tertemiz bir Havaş otobüsü ön kapısı açık bir şekilde orada bekliyor. Otobüsn üzerinde ki, Taksim yazısıyla hiç bir soruya gerek kalmadan ücretini ödeyerek en ön koltuğa kuruldu, sadece ne kadar sonra hareket sorusuyla şoförü rahatsız ederek, cevabı da net oldu: „On dakika sonra“. „İşte şimdi her şey yoluna girdi“, diyerek kitabının kaldığı sayfasından okuma cetvelini eline alarak okumaya devam etti. Ve bir kaç dakika sonra da otobüs harekete geçti, oldukça boş olan otobüs şoförü, ona bir zamanlar, Almanya’da Celal diye bir arkadaşını anımsattı. Havadan sudan konuştular, nereye gidip geldiğini anlattı yolcu ona, uzak şehirlere gideceğini, Kıbrıs’ı, Akdeniz koylarını, Torosları, daha sonraları da bir gün Çin Seddini gezeceğinden bahsederken, arka planda arabesk şarkıların fonları eşlik ediyordu konuşmalarına. Şoför her dümen kırışında, bir engel, bir yokuş, bir lamba, bir yol kavşağı daha aşılıyordu. Kah okuyor, kah çevresini seyrederken „şehir ayaklarımın altında“ gibi hislerle çoğalıyordu içinde ve çok sevinçliydi. İstanbul’da bir kaç saatliğine de olsa heyecanlı anlar yaşayacaktı. Kafası sevinçlerle doluydu. Sokaklar akıyordu gözlerinin önünde, tafigin sakin olduğu yerde aslan gibi hızlanıyordu usta şoför. Vakit ilerledikçe Taksim’e gelme hissi de kuvvetleniyordu içinde. Gerçekten de yaklaşık elli dakikalık bir süre sonunda İstanbul tarfiğine hiçte uymayan bir hızla ulaştık hedefe. Son şarkı Muazzez Abacı’dan „Gülmeyi Denedim Sensiz Olmadı“ sarkısı tokmak gibi oturdu göğsüne. „Soför bey, iyi günler size“ diyerek ve bu şarkının onu hırpalanışıyla indi otobüsünden. Ve şöyle bağırdı içinden: İşte geldim İstanbul, acaba taşın toprağın altın mı? Yoksa gerçekten taşın toprağın cehennem azabımı“ diyerek hemen Taksim Anıtı’nın önünde güneşli havayı ve Haziran sıcaklığını hissederek Fransız Konsolosluğu’na doğru yavaş adımlarla ve sindire sindire İstanbul’a sinmeyi kendisine hedefledi. Önce Kalkedeon Kilisisi bitişindiğinde ki kahvelerden birisine giderek Türk Kahvesi içme düşüncesi son saniyede onu; „hayır, Galata kulesi yakınlarında ki, Anadolu motifli bir muhtar kahvehanesine kadar gitmeliyim, Kirmızı Kedi Kitapevi’ne uğramalıyım“ diyerek uyardı.
Beyoğlu tarafı Cumartesi neşesiyle dolup taşıyordu adeta, öbek öbek sokaklara akan insanlar, bankamatiklerin önünde oluşmuş uzun kuyruklar, mağazaların önünde biriken insanlar, Cumartesi Annleri, adını bilmediği ve hesabını yapamadığı bir kalabalığa dönüşüyordu giderek. Çarpa çarpa yürüyordu insanlar birbirlerine, o da çarpıyordu bazen istemeden ötekileri gibi. Herkesin ağızına sakız olmuş, ya: „Afedersiniz! Pardon“ gibi klasikliğini yitirmiş, klasik sözcükler fışkırıyordu. Hepsi birbirisine yabancı, ama bir o kadar da benzer. Pardon diyerek, biraz dikkat lütfen?, diyerek çemkiriyorlar birbirlerine. Çok gereksiz bir soru veya beyan! Herkes zaten biraz dikkat ediyor. Bayanlar daha zarif, kibar, ince, nazik, şık giyimli, erkekler nobran, kaba, gözleri dört dönen, gevezelik eden, birbirlerine birşeyler analatarak gülüşen veya pis pis sırıtan, sonra da defolup giden.
Birisi hemen önümde çat diye yabancı birisinin cıkırt diye resimini çekiyor. Gülümsüyorlar, belli ki, eşi ya da sevgilisi. Bu kadar samimi olduklarına göre. Onu iyi görüyorlar, ya da hiç görmüyorlar, Hollandaca konuşarak gülüşüyorlar. Belli ki adam yerli hanzolardan. Kadına Beyoğlu’nu, kiliseyi, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ında bir zamanlar yaşadığı evi gösteriyor. Ellerini görüyorum birden adamın ve kadının. Yorulmuş, benekli, belli ki, çok çalışmış ve çalışırken aşınmış. Kadının gülüşü de pembe, elbiseleri gibi, ayakkabıları biraz daha yazlık biçiminde deri ve oldukça sağlam bir sandala benziyor. Ve o, hep yürüyor. Yürürken; sigara, ter, parfüm, pudra kokusu vuruyor yüzüne. Yüzünü ekşitiyor, sinirlenerek ilerliyor, „mübarekler boya küpüne dönmüşler“ diyor. Yeni kusak, yeni insan tipi, cep telefonları piyasaya hakim olmuş ve yaygınlaşmış. Sonra bir grup kadının ayarsız kahkahalarına tanıklık ediyorum. Nağmesi böbreklerimne kadar sızıyor onun ve diyor ki: „daha geçen yıl böbrek ameliyatı oldum. Umarım bir daha buna gerek duylmaz“ diyerek ilerliyor. Belli ki, zenginler bu hanım kızlar. Her şeylerinden belli, hipi kılıklı, pahalı, dizleri yırtık ve delinmiş pantolonları, göze batıyor, öküzler ise bakıyorlar „bu kadar da olmaz“ dercesine. Kimbilir kendileri ne haltlar karıştırıyorlar acaba düşüncesiyle … Bu arada Beyoğlu’nun nostaljik tramvayı zillerini şakır şakır çalarak geçiyor. Kızlardan birisi Japon turistlere İnglizce birşeyler söyleyerek, onlara el sallıyor, onlarda gülerek boyacı bir çocuğun fotoğrafını çekiyorlar. Utanıyor o, bundan! Ülkesinin böyle yoksul ve garip oluşuna. İlerledikçe, herkes ve her şey anlamlarının ötesinde başka anlamlara ve renklere bürünüyorlar. Bölüyor onu bu bürünmeler açlık hissinin yavaş yavaş ağırlığını hissetirmesiyle beraber. İlerledikçe dağılıyor, dağıldıkça ilerliyor; aklı, fikri, nöronları, hipotalamusu, kafatassı örs üzerinde dğülmüş gibi oluyor. Beyoğlu her zaman ki gibi kalabalık. Sağından solundan, arkasından önünden insanlar akıyor Marmara gibi. „Haliç aşağıda sessiz“ diyor içinden.
Bir kırılma dönemi yaşıyor hayatında. Her günkü gibi. Dün Avrupa’nın en büyük başşehirlerinden birisinin az insanlı sokaklarıyla İstiklal’in tıka basa, hıncahınç dolmuş sokaklarını karşılaştırıyor içinde. İçi sıkılıyor birden. Sağdan, soldan, dükkanlardan, sinemalardan, ara sokaklardan, her yerden dolup taşarak yok oluyorlar. Kalabalık üstüne geliyor, elleri paketlerle dolu. O, ben, bu yığına mı ait biriyim, diyor içini çekerek. Evet, diyor sonra. Yalnızlığı sevmiyorsam ve hayatı iyi kötü yaşamak istiyorsam, ben de bunlardan biri olmalıyım, onlar gibi yaşamalı, alışveriş etmeli, işe gitmeli, gelmeli, sevdiklerine hediyeler almalı, sevindirmeli, sevmeli, üzmeli, üzülmeli, içlerinden birisiyle evlenmeli, birisine merhaba diyerek kahve içmeye davet etmeli, … Sonra ben, bu kadar şeyin sorumluluğunu nasıl üzerime alabilirim ki … bazı gün kendime bile eksiğim, bazı günlerde fazlalık üretiyorum içimde, saçılmış tohumların halazları gibi. Deli olmak veya olmamak, bir gönül oyununa tutuşmak ne büyük bir lüks. Olacak olmalı! Son nokta bu!
Mesela sabahları, hiç yapmadığım bir kahvaltıyı bu gün burada yapmalıyım, kahvemi içmeliyim, kendime bir kravat almalıyım, kendi yansımlarımı camlardan izlemeliyim, silhuetimin kafası, gövdesine göre kocaman bir kafa, belki de üç beş kat daha büyük ve sürekli sağa sola deniz gibi dalgalanarak sallanıp dururken, sevimsiz bir tipmiyim diye kızıyor. Kendi kendine günaydınlar hıyar bile diyemiyor, cesaretsiz ve korkak, … çayı şekerli, kahveyi şekersiz içiyor. Halbu ki, kimya derslerinde karbonların yapısını öğrenirken, o hıyar da „hocam bende sofra şekerinin ve günlük ihtiyaçlarımızda kullandığımız şekerleri“ ödev olarak hazırlayayım demişti sevinerek kocaman kafasıyla, zaten lisede arkasından ona hep kafası büyük derlerdi. Sonra o günleri hatırladı. Sakaroz (sofra şekeri), bütün şekerlerin ortak adı olduğunu hatırladı. Sonra o Türkiye’nin dördüncü büyük kenti, Lisesi, lise’nin 6 Edebiyat D sınıfı geldi aklına. Sonra monosakkaritlerin genel olarak bir glikoz ve fruktoz bileşiminden oluşan bir kombinasyon disakkaritti olduğunu bu günkü gibi hatırladı. Kimyasal formülü C1-12, H22 O11, bu da her bir şeker molekülünün 12 karbon atomuna ve R22 hidrojen atomunu kapsayan ve yarısı 11 olan oksijen atomunun toplamı olduğunu düşünerek Kırmızı Kitapevi’nin önüne kadar geldi. Ne diyebilrdi ki başka, kendisiyle beni arasında derin bir sessizlik sürüp gidiyordu. Bu, ona birlikte, alışılmadık ağırlaştırılmış müebbet yanlızlığının yükünü taşıtıyordu. Kendi içinde acaba iki parçalı bir traktör parçasımıyım ben diye gerilimli anlar değilde, sorgulayıcı, her şeyi sorgulayıcı bir tavırla, kendi içinde ki derin melankolik - lirik duygularla dans etmenin estetiğini yaşıyordu sanki. Bu durum onda sadece geceleri, yazdığı, yazmaya başladığı anlarda, kötü havalarda çekilir hale geliyordu. Bu acaba, benim kendime uyguladığım analitik terapi biçimi mi diye saçmalıklarda başının etini yiyen bitlerdi. Sonra yanlızlik denen, serefsiz duygunun, sadece bir insanın üzerine şarkılrda söylendiği gibi geceleri çökmediğini, gündüzün bu saatinde, İstanbul’un göbeğinde, Galata kulesinin dibinde saatlerin 11:23’ü gösterdiği şu öğle üzerinde bile hissediyordu. Tam tersine gece vakitleri yanlızlık dozunu düşürerek hazımını da kolaylaştırıyordu. Şimdi bunların saatimiydi? Zor olan bu kadar güzel bir günde ve akşam saatlerinde, Girne kıyılarında Akdeniz’in tuzlu sularında gidereceği zamanı düsünmek yerine, böyle şizofrenik duygularla haşırneşir olmamalıyım diyordu. Ama yinede yalnızlık; güneşin parladığı öğle vakitleri, öğleden sonraları, cıvil cıvıl piknik yapılan ikindiler … Geceler başka bir güzelliğe sahip. Bu arada mide haber ajansı, uçakta sadece hafif şeyler atıştırmanın dışında bir şey yemedin, haydı bakım diye uyarılarını artırmaya devam ediyordu. Hemen Galata Kulesi yakınlarında ki, kahvelerden birisinden bir tabure çekerek oturur oturmaz, sade bir Türk kahvesi lütfen! Bir onbeş dakika kadar gelen kahve keyifi güne başlamanın da en mutlu anı oldu böylece. Haliç kokulu hafif bir rüzgar suratıma dokunurken dönüşünde böyle İstiklal Caddesi’nde istiklal kazanarak mı, yoksa kayıp ederek mi geçeceği düşüncesine daldı yeniden. Galata Köprüsü’nde bir yemek ve iki duble rakı içmeye vakit yoktur düsüncesi ağır bastı. Bunun yerine Limonlu Bahçe’ye inip, bu öğle sıcağında kazıklısından az çerezli ve mezeli iki duble rakı içmek daha hoş olurdu belki. Kahveyi içer içmez hesabi ödeyip kalkıyor. Daha ritmik adımlarla Galatasaray Lisesi’ne doğru yol alıyor. Rüzgar daha da güzel esiyor. Serinlik getiriyor öğlenin sıcağına. Galata saray Lisesi yanında saçları taranmış, sade bir roman kızı, „abi çiçek ister misin? Çiçek vereyim mi?“ diyor. Başında ki yazması Balkanlara özgü desenlerin motifleriyle örülmüş elvan elvan renklerle süslenmiş. İstemez. Ben evli değilim, eşim yok diyorum. Olsun abi diyor. Sevgilinize verin diyor. Gülümsüyorum ve 50 Ytl vererek, sen çiçekleri şu genç kızlara ver diyerek hemen Galata Saray Lisesi’nin yanından sağa saparak girişi belirsiz Limonlu Bahçe’nin kapısını buluyorum ve içeri dalıyorum. Geride olanları uunutarak. Öğlenin bu saatinde bile tıklım tıklım dolu bahçe, kediler salıncaklara kurulmuş öyle keyif sürüyorlar. Boş yer arıyorum gözlerimle ve hemen en sol köşedeki boş sandalyeye oturuyorum cesaretlice. On dakika önce ki, cesaretsizlikten eser yok artık ruhunda. Hemen genç bir garson geliyor ve „içecek olarak ne arzu edersiniz beyefendi diyerek alakartayı önüme indiriyor. Alamana benzeri bu kartta günler tarihlerle ve menü çeşitleriyle donatılmış, cafcaflı abartılı resimler göze batıyor. Hiç menü kartına bakmadan bir duble rakı ve birde çoban salatası“ diyorum. Gidiyor garson, daha yerleşmeden rakı geliyor, buzlu suyla. Üç dikişte bitiriyorum ve bir rakı daha lütfen diyorum, gülümsüyor genç kız. Liseli olsa gerek. Diğer masada gençler Alman usulü hesap ödemeye uğraşıyorlar. Sessizce garsona eğilerek, onların hesabı benden diyor adam, ama söylememesini üzerine basa basa rica ediyor garsondan. Salatasını yiyerek ve 278 liralık bir hesabı da deyerek kalkıyor süratlice. Zaman diyorum, zaman, en çok ihtiyacımız olan ve en çokta boşa harcanan. Çocuklar neye döndüklerini bilmeden gidiyorlar etraflarına bakarak. Sessizce o da kalkıyor yerinden bir kaç dakika içinde İstiklal Caddesi’ne atıyordu kendisini. Yeniden rahatlamıştı, bu kez o kalabalık içinde yanlızlık hisleri kayıp olup gitmişti. Hemen Mefisto kitapevine girerek elinde ki listeyi kasadaki bayana uzattı merhaba diyerek. Kasada ki bayan, gençten birisini çağırdı ve listeyi eline tutuşturarak bu kitapları bulmasını söyledi. Genç, otomatik makinalı tabanca gibiydi. Adeta rüzgar gibi geçip kayıp oldu birden. Yarım saat kadar sonra, aradığı kitaplardan dokuzunu bulmuş, üçünün ise ısmarlanması gerektiğini ve en geç yarın akşam üzeri burada olacağını söyleyerek, abi ısmarlayalım mı? diyordu. Adam ise, „hayır, ben, bu akşam saat 20:30’da kıbrısa uçacağım diyerek teşekkür edip, hesabı ödeyerek kayıp oldu birden, belki de hoşça kal demeyi bile unutmuştu. Kitapevi’nin hemen yanıbaşında lokantanın buharlı camlarından kurufasulye ve pilav yemeden buradan gidilmeyeceğinin yükü bindi sırtına. Çiçek Pasajı’na bu kezlik gidecek vakti bulamamasına üzüldü, asıl oraya gidip, „bir balık rakı keyifi yapmalıydım ulan, bu nasıl hayat“ diye yine sitemkar bir acı hisstti içinde. Burukluk geldi abandı birden bire ruhune ve bedenine. Orta masalardan birisine oturarak bir kuru fasulye, birde pilav ısmarladı çevreyi kolaçan ederken. Hemen yan masadı oldukça kilolu bir abla, „bir daha“ diye inledi. Ne yediğini bilmiyordu adam. Sadece etrafı seyrediyordu sessizce soluklanmadan. Köşede oturan ihtiya belli ki, buranın eski müşterisiydi, gazetesini okuyordu, birden gazetesini katlayıp, kalemine cebine koyarak ceketini giyerek çıkmaya hazırlanıyordu, gençler, orta yaşlılar, bayanlar, erkekler, ihtiyarlar, şık elbiseli gambazlar, sivil polisler herkes kuru fasulye ve pilav yiyordu. Üzerinde Antep’li yazıyordu lokantanın.
Yine de dışarıdaki kalabalık sürekli artıyordu. Dahil olabileceğim veya olamayacağım hikayeleri içlerinde saklayan insanlar geçiyordu buğulu camın önünden. Oturmaktan omuzları düşük memurlar, halim selim manifaturacılar, uzun saçlı bir grup gitarist, gitarları omuzlarında Galatasaray Lisesi yöüne dogru gidiyorlardı, sade giyimli bu gençler kesinlikle demokrattılar, al yanaklı yorgun anneler, fırça bıyıklı erkekler, halka küpeli, gögüslerinde oldukça pahalı broşların bellı olan ışıltılı parlamasından belli olan zengin teyzeler, altın dişli dedeler, kem gözlüler, iyi niyetliler, fesatlar, serefsizler, onurlular, fakirler, yoksullar, orta halliller, kıyafetlerinden belli olan sınıfsal karekterlerinin özellikleriyle yaşayan insanlar. Herkes geçiyordu bu caddeden. Elleri dolu, alışveriş fileleri dolu, giyecekler, yiyecekler, çerezler, içkiler, kolalar, sigara paketleri, tuvalet kağıtları, …Yarın sabaha kadar yiyecekleri stok etmenin telaşıyla gidiyorlardı yavaş yavaş evlerine doğru. Felekten çalacakları gün, bozulan ekonomik dengelerden dolayı evlerde çıkarılacaktı anlaşılan. Televiziyon bakarak, dizi izlenerek, bira, viski, rakı, likör gibi içkilerle yarın Pazar oluşunun tadı sonuna kadar yaşanacaktı. Böyleydi hayatın lanet kurallarından birisi. Perdeler çekilecek ve herkes kendi dünyasının temeline inecekti.
İkindi vakti güneşin dönümüyle belli oluyordu. Ama onun henüz dört saati vardı, gitmesine. Kitapları özel bir torbaya yerleştirmiş, ön ve arka sayfalarını incelemiş ve keyiflenmişti. Yemeği yeyip kalkıp yine hesabı ödedi ve ver elini Havaş durağı komutuyla kendini dürtükledi. Gerisi yoktu çarsi olmadığı gibi. Bir cümle bile söylemeden nefesi durmuştu, sonra da vazgeçmişti kafasında bir cümle kurmaktan. Halbuki sen, …hayatta mutsuz olan, kendi sitemiyle başedemeyen mutsuz bir yavşaksın. Bütün gün düşünerek kendini didiklemen, kendinden ve hayattan mutsuz olman, kitapçılarda, lokallerde, kafeteryalarda, kütüphane köşelerinde, ağaç gölgelerinde kitap okuyarak ve yazarak vakit geçiren mutsuz bir yaratıksın. Dostoyeviski „Bir çok insan, mutlu olduğunu bilmediği için mutsuzdur,“ demiş. Bu konuda ne kadar haklı veya haksız olduğuna kafa yoracak vaktim yok diye tersledi kendini. Belki üstat da o anda kendi mutsuzluğunu sonsuzluğa büyük puntalarla aktaran bir ruh haliyle yazmıştır bu cümleyi diyerek biraz teselli buldu. Sonrada insan ya mutluluktan gebermeli, ya da bu kelimeyle hiç ama hiç, asla biraraya gelmemeli, şu anda Havaş otobüsü’nü almalıyım böyle gereksiz belagatlar yaarak süslü cümleler kurmaya uğraşmamalıyım diye kendi kendinin kurmayı olma yolunda bir rütebeye terfi etti. Buna ihtiyacının olup olmadığını bilmeden. İçinden geçtiği süreçsiz süreç ona, bütün hatalarını ve pişmanlıklarını silip süpürecek, başına gelen her şeyi, sanki ona varmak için yaşamış gibi haklı gösterecek, bir amaca ihtiyacı olduğu düşüncenin güvenine ihtiyacım vardır diyerek durağa geldi. İki otobüs duruyordu durakta. Birisi yine Sabiha Gökçen’e gitmeye hazırlanıyordu. Yine de yedi sekiz dakika bir bekleyişten sonra hareket etti. Bu kez trafik daha yoğundu. Yavaş yavaş akıyordu yinede … Bir saatlik bir seyhatten sonra geldiler durağa otobüs doluydu. İner inmez direk dış hatlar yazan bölümden hızla ilerleyerek hedefine doğru adımlıyordu, hayat yorgunu adam. Bekleme salonuna girmeden önce, az insan oluşundan dolayı fazla sıra beklemeden işlemlerini yaptırıp bekleme salonuna geçerek koltuklardan birisine kuruldu. Kitap okuyacak kafa kalmadığı için, hiç kitaplara dokunmadı ta uçağa binene kadar. Toplamda dokuz kişi vardı kocaman Kıbrıs’a gidecek. Birkaçı yaşlı çift ve diğerleri çok genç olan. Hemen herkes birbiriyle kaynaştı, bende yaşlı amca ve hanımıyla sohbete koyulduk, isimlerimizi birbirlerimize takdim ettikten sonra. Onlar kızlarını ziyarete gidiyorlar ve o adam da, bende tatile giyorum deyince, hemen konu Kıbrıs’daki pahalılılığa geldi. Havadan sudan sohbet yine bizi birbirimize kaynaştırdı. Ve dakikalar dakikaları kovaladı, saat geldi ve bindik uçağa.
Kafasında tek bir düşünce kaldı onun. Akşam gece yarısı olsa da, Girne sahil kıyılarında, eğer denizde o gün medüzler yoksa denize girmekti. Lefkoşe’de uçaktan iner inmez, bir taksiye binerek ver elini Girne diyordu artık. Yorulmuştu iki gündür uykusuzluğn vermiş olduğu yorgunlukla. Ve medüzlerin sardığı kıyıda yüzme imkanı bulmadan en yakındaki marketten dört bira alarak uzandı boylu boyunca kumlara kendini unutarak ve yıldızlı Beş Parmak dağlarını seyrederek. Uyandığında sabah saat 04:55’e gelmişti ve mutluluğa beş dakika kalmıştı. Kendini denize atarak kirledi tuzlarla bedenini. Ve hepsi bu kadar dedi.
Ama o gelmedi! Mutluluğa beş kala saat durdu ve bir astsubay, beyeefendi bir tavrıyla „günaydınlar, lütfen askeri bölge sınırlarına girmeyin“ diye bir uyarıyla onu Girne sokaklarına uğurlayarak yaşamın ne olduğunu da böylelik öğretmiş oldu. Bekleninlen gelmedi, çünkü sözlesme bu güne ve bu saate ayarlanmıştı.
Saygılar! Her şeyin gönlünüzce olması dileğiyle!
Sosyolo & Pedagog H. Hüseyin Arslan - Kıbrıs - 27.06.2011
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.