12
Yorum
9
Beğeni
0,0
Puan
810
Okunma
Penceremizden güneş yavaş yavaş kaybolurken, yerini İstanbul’un ve “Kız Kulesi’nin renkli ışıklarına bırakmıştı.
Yıllar oturduğumuz Üsküdar İmrahordaki iki katlı ahşap evimizin en güzel tarafı, manzarasıydı. Küçük bahçemizde ki incir ağacımız, çocukluğumuzdan beri hepimize oyuncak olmuştu adeta.
Bütün gün üzerine inerçıkardık ve mevsiminde de çok güzel incirler verirdi.
Annem her ne kadar ’’Aman çocuklar düşersiniz… İncir ağacından düşmek de iyi değildir’’ dese de, ağabeylerim de, ben de vazgeçmezdik bundan. Çünkü o bizim tek eğlencemizdi.
Bahçenin en kuytu köşesinde eskiden kalma bir mezar taşı vardı. Oraya hiç gitmezdik. Annem devamlı bakımını yapar, dua eder, bize de, orda HURŞİT DEDE yatıyor, sizde dua edin derdi.
Ben yedi yaşımdan itibaren bu nasihate uymuş, her gün Hurşit Dede ye dua etmiştim. Artık 12 yaşındaydım. Osman abim 15, Ali abim ise 18 yaşındaydı.
Annem sırayı bozmamış üç yıl arayla iki erkek, bir kız sahibi olmuştu. Kendini bildi bileli, hayatını bize adamış, babamın maaşıyla bugünlere kadar idare etmişti.
Babam, tapu dairesinde çalışan mütevazı bir memurdu. Sessiz bir adamdı. Eve geldiği gittiği hissedilmezdi bile.
Üsküdar Nene Hatun ilköğretim okulu 6.sınıfa başlamıştım. Osman abim Üsküdar lisesine gidiyordu. Ali abim de liseyi bitirip, üniversite sınavlarına hazırlanmaktaydı.
Babam, “Hayata alışsın” diye, Ali abime, tanıdığı bir nalbur dükkânında iş bulmuştu. Sabahları denk gelmese de, akşamları tüm aile mutlaka sofrada buluşu ve annemin hazırladığı, sade ama Lezzetli yemekleri iştahla yer, gün içinde ki olaylar hakkında sohbet ederdik.
Yemek sonrası annem ’’Güler kızım çayı demle bakalım’ ’diye bu görevi bana devrederdi. Çay demlenirken, bulaşıklar için anneme yardım etmeyi de ihmal etmezdim.
Çay saatimiz çok keyifli geçerdi. Gerçi bu keyif, Ali abim, arkadaşları ile kahveye gidince ve Osman abim de dersleri için odasına kapanınca babam, annem bir de ben ile sınırlı kalırdı genelde.
Ben o güzel İstanbul’un gece manzarasına karşı, onlarla çayımı içer, sonra derslerime bakardım.
Evde ki antika ayaklı saat 12’yi vurduğunda, saat 11 gibi eve dönen Ali abim dâhil, herkes yatmaya giderdi. Senelerdir bu prensip hiç değişmemişti. Eskiden 9’da yatarken, şimdi 12’de yatmak bana kendimi büyümüş hissettiriyordu.
Antika saatle beraber evimizde birçok tarihi eser mevcuttu. Fransız bir konsol, işlemeli yemek takımı, Osmanlı fincanları, bir berjer takım ve daha buna benzer birçok ıvır zıvır.
Babam ’’Tek sermayemiz bunlar. İyi koruyun çocuklar, ilerde çok işinize yarayabilir’’ der ve hepsini gözü gibi muhafaza ederdi.
Oysa bu antikalar içinde, geçim sıkıntımız had safhadaydı. İki bayram üst üste aynı elbiseyi giyer, senede bir çift ayakkabıyı bile zor alırdık.
Okul masrafları babamın belini yeterince büküyordu. Bu yüzden, Ali abimin getirdiği az bir haftalık bile aranır olmuştu. Ama yine de mutlu bir aileydik biz. Küçük ayrıntılar ile mutlu olur, doğum günlerimizde, annemin yaptığı kek bile bize çok büyük bir olay gibi gelirdi.
Zaman zaman Hurşit Dede’nin başında dua ederek, Allahtan dileklerde bulunurdum. O anlar, sanki Hurşit Dede, bana cevap verir ’’Ümidini yitirme kızım ‘’derdi. Huzur bulur, eve mutluluk içinde dönerdim.
O yaz, Osman abim ve ben sınıflarımızı geçmiştik. Ali abim ise, sınavlarda Hukuk Fakültesini kazanmıştı. Evde bir bayram havası esmişti adeta.
Nadiren aldığımız etleri, bahçede mangalda pişirip, meyve suları ile kutlarken, Hurşit Dede’yi de ihmal etmemiştik. Yeşil renkli ve sarıklı mezar taşını bir güzel temizleyip iyice sulayarak, başında dualar etmiştik.
Yazın özel bir şey yapma imkânımız olmadığı için genelde Osman Abim ile aşağı Salacak plajına iner, denize girenleri seyrederdik. Bazen de keten helva alıp bölüşürdük. Bu küçük olaylar bize hep mutluluk verirdi.
Bazı yaz akşamları, yanımızdaki Vakıf arsasında yakar top oynar, ancak terden su içinde kalınca eve öyle girerdik. Annemin söylentileri arasında yıkanır, üstümüzü değiştirir, yemek hazırlığına başlardık.
Tüm maddi sıkıntılarımıza rağmen hep gülerdik ve işlerimiz hep rast giderdi, bunları hep Hurşit Dede ye bağlardık.
Kış geldiğinde, babam muhtardan aldığı bir belgeyle kömürü belediyeden bedelsiz alıyordu ve bu kömür bize bir kış yetiyordu. Soba yakarken kullandığımız odunu ise, babam kendisi alıyordu. Kışın banyo sıkıntımız olsa da odunlu termosifonu, bir kere yakınca, hepimiz sıraya girip, güle oynasa yıkanıyorduk.
Annemiz, babamız bize kimselere özenmemeyi, şükretmeyi bilmeyi küçük yaşlardan beri öğrettikleri için her durumdan bir mutluluk payı çıkartmayı biliyor ve sahip olduklarımıza daima şükrediyorduk.
Babam “Sizin en büyük hazineniz sağlığınız ve tahsiliniz’ ‘derdi.
Nihayet kış iyice kendini göstermiş ve kar yağışları başlamıştı. Her yer bembeyaz olduğunda, bahçede kartopu oynamak çok zevkli oluyordu. Ama ellerimiz, ayaklarımız üşüdüğü için bu işi genelde kısa tutuyorduk ve Hurşit Dede’nin karlarını temizledikten sonra hemen İçeri kaçıyorduk.
İşte böyle günlerden birinin gecesiydi. Geç vakit aşağıdan gelen gürültülerle hepimiz yataklarımızdan fırlamıştık. Annemle ben korkudan tir tir titrerken, sesler biraz hafifleyince, babam ve Ali abim önde, hep beraber usulca aşağı indik.
Gördüğümüz manzara oldukça şaşırtıcıydı. Yerde boylu boyunca uzanmış bir adam duruyordu ve yanında ki çuvala bizim evimizden topladığı antikaların bir kısmı, etrafa saçılmıştı.
Gördüğümüz manzara ile onun hırsız olduğunu hemen anlamıştık. Ancak adam bizim geldiğimizi fark etmemiş ve öylece hareketsiz yatıyordu yerde.
Babam, Osman’ı hemen karakola koşturdu. Biraz sonra da gelen polisler, adamın halini görünce ’Siz mi dövdünüz bunu?’’ diye sorunca;
’’Hayır, efendim, ne münasebet” dedi babam. Biz aşağıya indiğimizde adam bu haldeydi zaten.”
’’Merdivenlerden düşmüş olamaz,” dedi polis. “ Çünkü yattığı yer merdivenlerden uzakta.’’
Adamı karga tulumba arabaya atıp hastaneye götürürlerken, babamı tanıyan karakol polisi, sabah karakola gelmesini söyleyerek, zabıt tutup gitti.
O gece bir daha gözümüze uyku girmemiş, bir türlü yatamamıştık. Sabah babam önce işe, sonra da izin alarak karakola gittiğinde, komiser, karakol raporunu ona okumuş. Aynen şöyle yazıyormuş.
Kolu, elmacık kemiği, çenesi ve dişler kırık vaziyette hastaneye kaldırılan, sabıkalı hırsız Avni Dağlı’nın verdiği ifadeye göre, gece 04.00 sularında hırsızlık amacıyla girdiği, … Notlu evden çaldığı antikalarla, tam kapıdan çıkarken, iriyarı, uzun boylu, sakallı bir adam tarafından ölesiye dövüldüğünü ve adamın kendisine “Benim adım HURŞİT, bu ismi sakın unutma” dediğini beyanla etmiştir.
Bunun üzerine sonra komiser babama sormuş.
-Peki, kim bu Hurşit. Siz de bu isimde biri var mı?
Babam hayretler içinde kalmış o an, “Bizim bildiğimiz tek Hurşit var, o da bahçemizde bulunan Hurşit Dede diye bildiğimiz bir yatır” diye cevaplamış.
Bunu duyan komiser, ne desin bilememiş.
Fakat ertesi gün karakoldan ve belediyeden memurlar gelip, kanuna aykırı olduğunu söyleyerek bahçedeki Hurşit Dede’nin mezar taşını, söyleyerek söküp götürdüler.
Ailece, o haftayı çok gergin geçirdik. Olanlar hepimizin sinirlerini bozmuştu zira. Sonunda babam, Hurşit Dede’nin mezarını açıp, kemiklerini de aile mezarlığımıza defnederek başucuna bir taş dikmemizin uygun olacağını söyleyince, hafta sonu ailece mezarın başına toplandık.
Annemle ben dua ederken, babam, Ali abim, usulca mezarı kazdılar. İçinden topladıkları kemikleri bir torbaya yerleştirmiş ve kazılan çukuru tam kapatıyorlardı ki, abim heyecan içinde bağırdı.
“Hey! Durun ... Galiba burada sert bir şey var.”
Yavaşça eşeleyince bir de ne görelim dersiniz?
Yatık vaziyette kocaman bir küp değil mi bu? Hemen çekip dışarı çıkarttık. Babam, hepimizin şaşkın bakışları arasında “Bismillah” deyip yere çöktü ve küpün ağzını az bir uğraşla açtı.
Gördüklerimize ze inanamıyorduk adeta. Çünkü küpün içi, ağzına kadar Osmanlı altınıyla doluydu.
Sonra ne mi oldu?
Küpten, devletin verdiği payımıza düşen miktar sayesinde, eski ahşap evimizin yenileyerek yaptırdığımız güzel köşkümüzde oturuyoruz şimdi.
Babam ayrıca, yandaki Vakıf arsasına bir de ’’HURŞİT DEDE isminde bir ilköğretim okulu yaptırdı.
Bütün bunların en önemlisi ise, artık Karaca Ahmet mezarlığında, devamlı ziyaret giderek, minnettarlığımızı yinelediğimiz, ailemizin kurtarıcısı saydığımız mermer taşlardan yapılı bir “HURŞİT DEDE” mezarımız var.
*