- 264 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Nazendeseyir
Siz hiç ,elbise dolabının için de, kocaman beyaz tüylü kanatları olan bir At a binip gök yüzün de, hatta bulutların arasın da kanat çırparken yer yüzüne doğru iyi dileklerinizi dilediğiniz bir yolculuğa çıktınız mı?
Ben çıktım.
Hiç kimseye inandıramadığım ve çoğu kez anlatmaya çekindiğim bu yolculuklardan sadece bir tanesini paylaşmak isterim sizlerle. Belli mi olur, bel ki iler de bir kaç tanesini daha paylaşmak isterim.
Dünyamıza büyük bir tutkuyla aşık olan küçük bir gezegenin ,şeytan dağının ötesine geçmek için verdiği mücad
, yeryüzün de bulunan bütün çiçek türlerinin ,aslın da çok büyük bir aşkın tohumu olduğunu anlamıştım.
Eteklerin de uğur böceklerinin gezindiği Nazende Seyir den de bahsetmezsem olmaz değil mi? Çünkü bu yolculuğa en çok ışık tutan ve yolumu aydınlatan o olmuştur. Tıpkı onun dediği gibi "Ne güzeldir karanlığına ışık tutan insanlar, onları yaşamın boyunca hep sevmelisin. Çünkü sevmek, her şeyi var edenin armağanıdır.’’
Bir akşam üstüydü, akşam yemeğini yemiştik. Babaannem oda da bana kazak örerken ,dedem çekyatla birleşmiş, kumanda elin de kanal kanal geziniyordu. Yatak odasına gitmiş, can sıkıntısından elbise dolabının ağır kapılarından birini açmış ve içine oturmuştum. Elbise dolabının kapağını kapattığım da içerisi kararmış ,korkmuştum. Oda sessizdi, arada duyabildiğim tek şey ,televizyonun uzaktan gelen sesiydi.
Ne olduysa, o an gözlerimi kapattığım da olmuştu.
Beyaz kanatlı bir At’ ; gökyüzünden doğru yavaş yavaş süzülerek tam önüm de durmuş ,dizleri üzerine çökmüş bana bakıyordu. Kuyruğu çok uzundu. Tüylerinin parlaklığı gözlerimi kamaştırıyordu. Arada başını sallıyor ve yelelerindeki parlak tüyler sağa sola savruluyordu. Kanadını aşağı doğru sarkıtıp üstüne binmem için yardımcı oldu.
Çekinerek ve kanatlarına basarken canının yanmasından tedirgin olarak yavaş yavaş yürüdüm. Kanatlarına basıp sırtına doğru yürüdükçe kanatlarını kapatıyordu.
Sırtına oturmuştum.
At ,yavaşça ayağa kalkmıştı. Dengemi sağlamak için iki elimle sıkıca yelelerinin tüylerinden tutum. Yumuşacıktı. Biraz sonra devasa kanatlarını açıp yükselmeye başlamıştı. Yükseldikçe hızlanıyordu. Hızlandıkça içim de artan boşluğun oluşturduğu heyecan artıyor , nefesim kesilecekmiş gibi oluyordum ve bağırıyordum. Yaşasııınnn..
Bulut kümelerinin içine girdiğimiz de yüzümün nemlendiğini hissetmiştim. Her yer alabildiğine mavi ve beyazdı. Sıra sıra bulutlar sonsuzluğa doğru uzanıyor ve ben ağır ağır kanatlarını çırpan At’ın sırtın da ellerimi iki yana açıp büyük bir boşlukta savruluyormuşçasına uçuyordum.
Küçük küçük siluetler görmeye başlamıştım bir süre sonra. Acaba bana mı öyle geliyordu? Kaybolan siluetlere tekrardan bakmak için başımı çevirdiğim de saçlarım yüzüme dağılıyor, gözlerimi kapatıyordu. Fakat sağım da, solum da hiç bir şeye benzetemediğim, sanki baktığımı anlayıp birden kaybolan nesneleri yakalamaya çalışıyordum gözlerimle. Yaşadığımız dünyaya ait olmayan şeylerdi. Tanıdık değillerdi. Korkutmuyorlardı.
Kanatların da sevgiyi taşıyan birer Melek miydiler yoksa?
Eğer öyleyse çok şanslıydım. Herhangi birine ,dünyamız da çocukların, annelerin ölmemesi için, savaşların bir an önce durması, insanların evsiz kalmaması için dua etmelerini dileyebilirdim.
Biraz sonra bulutların üstün de rengarenk yüzlerce gökkuşağına şahit olmuştum. Çoğunun altından geçerken renklerine dokunmak için ellerimi uzatıyordum. Çok büyüklerdi. Kocaman gökkuşaklarından oluşan renk tünelinin için de hızla gidiyorduk. Uzaktan göründüğü gibi bir kaç renk değil, onlarca parlak ve simli renklerin iç içe geçmiş haliydiler.
Atın sırtından biraz kalmaya çalışıp sağ elimi yukarı doğru kaldırdım ,sanırım parmaklarım renklere değiyordu.
Renk cümbüşünün içinden çıkıp bir süre daha gittikten sonra, At’ yavaşlamış ve büyük bir bulutun üzerin de durmuştu. Dizleri üzerin de çökmüş, kanatlarını inmem için açmıştı. Yavaş yavaş inmiştim. Adımımı üzerin de durduğumuz büyük bulutun üzerine atar atmaz, kanatlarını kapatmış, ayağa kalkmış, başını sağa sola sallamış, bir kaç adım attıktan sonra tekrar kanatlarını açıp uçmaya başlamıştı. Gittikçe küçülmüş ve biraz sonra ilerde küçük bir karartı haline gelmiş ve gözden kaybolmuştu.
Etrafım da kimseler yoktu. Sağım da ,solum da sıra sıra bulutların haricin de yeniden görünüp kaybolan siluetler belirmeye başlamıştı.
Siz ,hiç bulutların arasında yürüdünüz mü?
Ben yürüdüm.
Bulutların arasında dahi yollar vardır. Bu yolların her biri ayrı bir evrenin kapısı önüne götürür sizleri. Öyle evimiz de gördüğümüz kapılardan değildir burada ki kapılar.
Sis bulutlarının içindeki karartılar, bu kapıların gizemli girişleridir. Karşınıza çıkan karartıdan yalnız girerseniz ,nereye çıkacağını bilmediğiniz bir alemin içinde kaybolup bir daha çıkamayabilirsiniz. Ben bir kez denedim. Belki bunu sizinle daha sonra paylaşırım.
Bu masalsı yolculukta bana eşlik eden Nazende Seyir olmuştu.
Kırmızı , uzun eteğinin üzerin de beyaz renkli ,siyah benekli uğur böcekleri gezinen Nazende Seyir, birden karşıma çıkmış "hoş geldiniz efendim" demişti. Neşeli sesi ,eteklerin de dolanan uğur böceklerinin kanat çırpmasına sebep oluyordu.
Saçlarının örgüleri etrafında onlarca parlak ışık dönüyordu. Yürürken örgülü saçları sağa sola sallandığın da ışıklar tıpkı karanlıkta ,çok uzaktaki bir yıldızın yanıp sönmesi gibi yanıp sönüyorlardı. Dikkatle baktığım da ,bunların aslın da çok küçük birer yıldız olduğuna şahit olmuştum.
Yüzü , ona her bakışınız da sanki çok sevdiğiniz bir insanın sureti gibiydi. Gülüşü ,içimin tarifsiz bir neşeyle dolup taşmasını sağlıyordu.
Sanki onun etrafın da görünmez kelebekler ,az önceki yolculuğum da ve biraz önce gördüğüm siluetler gibi aniden ortaya çıkıyor ve hemen kayboluyorlardı. Bunların kelebek oluşunu ,kayboldukları an bıraktıkları kanat izlerinden anlayabiliyordum.
Nazende Seyir, eteğinden avucuna inciltmemeye özen göstererek bir tane uğur böceği almıştı. Avucun da ,kanatları yarı açık duran uğur böceği ,aniden renk değiştirmişti. Siyah benekleri olan ,kırmızı zırhlı uğur böceğini avucumun içine bırakmıştı. Uğur böceği , tel gibi bacaklarıyla parmaklarıma doğru yürüyordu.
Nazende Seyir bana doğru eğilip ‘’hadi, elini ileri doğru uzat ve üfle’’ demişti. Elimi ileri doğru uzatarak üflemiştim.
Boşlukta yalpalayarak savrulan uğur böceği, kırmızı zırhının altından şeffaf kanatlarını çıkarmıştı ki ,bir den parlayan ışık gözlerimi kamaştırmıştı. Kocaman kanatları, rengi mavinin bütün tonların da Anka Kuşuna dönüşen Uğur Böceği ,başımızın üstün de daireler çizerek uçmaya başlamıştı. Gördüğüm manzara karşısın da çığlık atmamak için ellerimi ağzıma kapatmış, Nazende Seyir’e bakıyordum.
Az önce avucumun için de ki küçücük uğur böceği ,devasa bir Anka Kuşuna dönüşmüş ,tam üstümüz de büyük kanatlarıyla daireler çiziyor, başını çevirip bana bakıyordu.
Nazende Seyir, tebessüm ederek önüm de diz çökmüş ve "hangi kapıdan girmek istersin " demişti.
Henüz yeni fark ettiğim boynun da ki kolye, tıpkı papatya biçimindeydi. Etrafında ki yaprakların tam ortasın da; büyük, yuvarlak, küre şeklin de, sanki için de bir şeylerin hareket ettiği gizemli bir taş vardı. Kolye ye baktığımı anladığın da ‘’görmek ister misin’’ demiş ve heyecanla ‘’evet’’ demiştim.
‘’O zaman biraz daha yaklaş ve için de neler olduğunu izle’’ demişti.
Yaklaştım.
Kolye ye dokunduğum da ,
İşaret parmağımı kolyeye doğru yaklaştırıp dokunduğum da, dokunduğum yerden dışarıya yeşil ve kuvvetli bir ışığın saçıldığını görmüş, parmağımı korkarak geri çekmiştim.
Kolyeyi tutarak bana doğru uzatan Nazende Seyir ; ‘’Korkma ve tekrardan dene’’ dediğin de, çekinerek işaret parmağımı kolyenin ortasın da ki gizemli Taşa tekrar yaklaştırmış ve Nazende Seyir’e bakarak dokunmuştum. Parmağımın taşa değmesiyle , gözlerimi kamaştıran yeşil , kuvvetli ışık tekrar parlamıştı. Gözlerimi açtığım da, işaret parmağım kolye Taşının üzerindeydi, parmağımı çekip dikkatle baktığım da, Taşın için de hareket eden her şeyin bir an da berraklaştığını görmüştüm. Çok heyecanlanmıştım. Bir adım daha yaklaşıp baktığım da, kolyenin için den bana bakan bir çift göz görmüştüm.
Kimdi ve neden bu kadar güzel bakıyordu?
Saçları gümüş rengindeydi. Yüzü çok güzeldi. Gözbebeklerinin için de kendi yansımamı görecek kadar gerçekti. Başın da tacı vardı. Omzun da güvercine benzeyen fakat çok daha renkli bir kuş sürekli başını çevirip etrafı izliyordu. Ağaç dallarından örülmüş kazağının her yerinde çiçekler açıyordu.
Nazende Seyir, dalıp gittiğim bu bakışlar karşısın da; ‘’Umay Ana’’ demişti.
Tekrar kolyenin için de ki gizemli dünyaya bakarken, Umay Ana; Elin de ki yılan başlı asayı toprağa vurmasıyla, milyonlarca Lotus Çiçeği yerden havaya doğru yükselmeye başlamıştı. Gökyüzüne doğru yükselen Lotus Çiçekleri etraflarına fosforlu ışıklar yayıyorlardı. Umay Ana; bana bakarak tebessüm etmiş ve geri dönüp yürümeye başlamıştı. Önün de , dalları gökyüzünden aşağı sarkan çok büyük bir ağaç vardı ve bu ağacın her dalın da çeşit çeşit , renk renk meyveler görünüyordu. Ağacın, etrafa yayılmış olan dallarının altına doğru yürürken ,sanki her şey onunla birlikte yürüyordu. Umay Ana etrafına toplanmakta olan dağ keçilerini, ala geyikleri, tavşanları, kaz sürülerini, kuğuları, leylekleri ve binlerce hayvanı ağaçtan sarkan meyvelerle besliyordu.
Bana bakarken yüzün de gördüğüm şey ; Sevgiydi.
Tekrar başımı kaldırıp, gördüğüm gizemli şeyler karşısın da şaşkın şaşkın Nazende Seyir’e baktığım da, tüm bu gördüklerimi açıklığa kavuşturmak üzere anlatmaya başlamıştı; O anlatırken ben Umay Anayı izlemeye devam ediyordum.
‘’Dünya’ya bereket ve bolluk getiren o’dur. Dünya da çocuğu olmayan anneler, duaların da Umay Anayı aracı kılarak dua ederlerse, mutlaka çocukları olur. Dünya da doğacak olan bir çocuk hayata gözlerini açtığın da, karşısın da önce Umay Anayı görür. Bu yüzden yüzü sana yabancı gelmemiş olabilir. Omzun da ki kuş, Huma Kuşudur, çok yükseklerden uçabilen bu kuş, yeni doğan çocukların dudaklarına hayat ağacından elde edilen öz süt ü Dünyaya taşımak ve Umay Ana ya ulaştırmakla sorumludur. Umay Ana, Huma Kuşunun getirdiği sütü bir bez parçasına döker ve bu bez parçasını yeni doğan çocuğun dudakların da usulca gezdirirmiş.
Üç gün ,yeni doğan çocuğun yanından ayrılmayan Umay Ana, çocuğun rüyalarına girerek ,Huma Kuşunu da yanına alır ve uyumakta olan çocuğa rüyasın da görünürmüş. Çocukların uyurken gülmeleri bu yüzdendir.
Çocuklar uyanıkken de Umay Ana onlara görünürmüş. Şayet, yeni doğmuş bir çocuğun hareketlerini gözlemlersen ,bunu sen de görebilirsin. Çocuğun karşısın da hiç kimsenin olmamasına rağmen gülümsediğini, elini yumuk parmaklarıyla karşısın da hiç kimsenin olmamasına rağmen ileri doğru uzattığını ,ilerleyen dönemlerde kahkaha atıp ellerini bir birine vurup sevinç çığlıkları attığını görebilirsin. Bizim göremediğimiz fakat onların karşıların da gördüğü kişi, Umay Ana’dır.
Toprak ,yeryüzün de doğa demektir, doğa ise Umay Anadır. Dünya da ki bütün yeni doğan yavruların koruyucusudur o. İnsanlar gibi hayvan yavrularını ve tohumları, henüz filizlenmeye başlayan bitkileri de korur.
Ne zaman yer yüzün de bir çocuk ölse, ruhu hayat ağacının gölgesi altına gelir . Umay Ana ,onların da dudaklarına hayat ağacının öz süt ünü sürerek, Huma Kuşunun kanatları üzerin de Cennete uğurlar. Yedi kat gökyüzünü aşıp, Firdevs ırmağının kenarına bıraktığı her çocuk, cennette Umay Ana’nın kokusuyla yaşarlar.
Sen buraya gelirken etrafın da hızla dolanan fakat sana farklı siluetlerle görünüp kaybolan ,Huma Kuşuydu.
Bizi biraz sonra gideceğimiz yere götürecek olan yine, Umay Ananın omzun da ki Huma kuşudur.’’
Nazende Seyir’in bu sözü söylemesiyle kolyede gördüğüm görüntü matlaşmaya başlamıştı. Umay Ana’nın kaybolmakta olan görüntüsüne bakıyordum. Ora da olup, ona sarılmayı çok istemiştim.
‘’Kolyenin etrafın da kaç yaprak var?’’
Diye sordu Nazende Seyir’
Kolyedeki yaprakları sayarak ‘’ yedi adet’’ dedim.
Ellerimi avuçlarının içine alarak anlatmaya başlamıştı;
Yer yüzünde ki renklerin sayısı, yedidir,
Evren yedi kattır.
Yedinci kat, Cennettir.
Dünya da yaratılmış olan en değerli varlığın, insanın yüzün de ,yedi nokta vardır.’’
Eteklerin de gezinen uğur böceklerini göstererek ‘‘uğur böceklerinin yedi beneği vardır’’ demişti.
Ve umay Ana, yedi ayrı tılsımla korunur. Bu yaprakların her biri ayrı tılsımları işaret eder. Dikkatli bakarsan bütün yaprakların ortasın da ki renklerin sürekli değiştiğini, yaprakların yer değiştirdiğini görebilirsin.
‘’Şimdi söyle bakalım, hangi kapıdan içeri girmek istersin’’
Ben, heyecanla önümüz de ki kapılardan herhangi birine işaret parmağımı uzatıp ‘’Oradan ‘’ diye bağırdığım da, önce Anka kuşu büyük bir çığlık kopararak hızla koyu sis bulutunun içine girip ,gözden kaybolmuştu.
Cennet miydi burası. Neler görüyordum böyle?
Şayet gökyüzünün ikinci katı cennetin bir basamağıysa , Nazende Seyir; cennetin anahtarı mıydı?
Peki ya Umay Ana?
Bütün çocukların Ruhlarını hayat ağacının altın da toplayıp ,Huma kuşunun kanatları üzerin de Cennetin Firdevs Nehri kenarına taşınmasını sağlayan Umay Ana , kimdi?
Nazende Seyir ayağa kalmış, elimi tutarak ,beni koyu sis bulutunun içe doğru koşarak çekmişti. Anlamadığım dilde bir şeyler söylüyordu ,fakat sesi; neşeli bir şarkıyı söylüyormuş gibiydi. Eteğinin arkadan sürünen kısmı o kadar uzundu ki, başımı çevirip arkama baktığım da sonunu göremiyordum. Yüzlerce Uğur Böceği eteğinin üzerin de ve eteğinin uzanan kısımların da yükselip alçalıyor, bir kısmı ise üzerin de gezinmeye devam ediyordu.
Gözlerimin Önüne sürekli Umay Ana’nın sıcak bakışları geliyordu. Bu ismi içimden tekrar ediyordum. Nazende Seyir’in söylediği şarkı da , Umay Ana’nın ismi de geçiyordu.
Sis bulutunun içine girmiştik. Bir tek elimden tuttuğu parmaklarını görebiliyordum Nazende Seyrin.
Sesi ; büyük bir boşlukta yankılanmaya başlamıştı. Öyle ki ses ,etrafım da yankılanıp, neşeli bir melodiye dönüşüyordu. Sıklaşan sis ,her şeyi içine çekip kaybolmasını sağlıyordu. Sağ omzumun bir karış üstün de Güvercine benzeyen fakat rengarenk Huma Kuşunu görmüştüm, yoğun sise rağmen tüylerinin renkleri çok parlaktı, ben koşarken o da benim yanım da uçuyordu ve bir süre sonra kayboldu. Önümü, sağımı, solumu, arkamı hiç bir yeri göremiyordum. Anka kuşumun kanat çırpışlarının sesi hemen üzerimdeydi. Arada bir, önüme mavi kanadının bir parçası düşüyor ve kayboluyordu.
Gri sis bulutu, bir süre sonra yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı, tuhaftır ki, sanki dakikalarca koşmamıza rağmen yorulmamıştım.
Yüksek bir dağın kıyısındaydık, burası tıpkı bir balkona benziyordu.
Karşımız da, çok uzağımı da ,uçsuz bucaksız dağların zirvelerin de kar vardı. Daha geride ki dağların zirveleri sisliydi, yer yer dağılan sisler o dağların da zirvelerin de ki beyazlığın görünmesine sebep oluyordu.
Çok uzakta ,sıra sıra dizilen bu dağların tam ortasın da ,daha büyük bir dağ görünmekteydi. Genişliği ve yüksekliği diğer dağlardan çok daha büyüktü. Birbiri ardına dizilen dağların tam ortasın da davetsiz misafir gibiydi. Korkutuyordu. Burada olan her şeyden farklıydı. Dağın rengi siyahtı. Tepesinde ki kırmızılıktan lavlar fışkırıyor, çıkan koyu dumanların için de korkunç şimşekler çakıyordu.
Hiç bir canlı türünün üzerin de yaşamasına müsaade etmediği bu dağ, şeytan dağıydı. Dikkatle baktığım da, çevresin de ne varsa, her şeyin kül ve duman rengin de olduğunu fark etmiştim. Birden ortaya çıkmış gibiydi.
Daha önce görmediğim milyonlarca kuş türü , hep birlikte havada ağır ağır, farklı sesler çıkararak dönüyordu. Anka kuşu ve Huma kuşu ,şeytan dağıyla dalga geçer gibi tepesin de geziniyor, havaya savrulan lavların arasından hızla geçerek keskin kavisler çiziyorlardı. Havada bulunan hiç bir kuş türü şeytan dağı sınırları içine giremiyordu. Birbirleriyle oynayan ve şeytan dağını sinirlendiren Anka Kuşunu ve Huma kuşunu izliyordum.
Uzağımız da zannettiğim çok büyük bir şelalenin sesi geliyordu, fakat kendisini göremiyordum. O kadar çok yüksekteydik ki , aşağı doğru baktığım da uçsuz bucaksız mavilikten başka bir şey görünmüyordu. Başımı gök yüzüne çevirdiğim de , çok uzakta bulunan gök yüzü tuhaf bir şekil de yeşildi.
Her bakışım da değişen karşımdaki manzara da gördüklerimi ,dünya da gördüklerime benzetmeye çalışıyordum.
"Nazende seyir aşağı inebilir miyiz" dediğim de "Önce geldiğin dünyanın hikayesini dinlemek ister misin" dedi?
Başımı evet anlamın da salladım. Boynun da ki kolyenin rengi parlak yeşile dönmüş ve Huma Kuş’u bize doğru kanat çırparken birden ortadan kaybolmuştu.
Biraz sol tarafa doğru yürüdüğümüz de, her şeyin bir an da değiştiğini sezinliyordum. Bir tek Şeytan dağı değişmiyordu.
Uçan bütün kuşların bir an da büyük bir çığlık kopararak aniden kaybolduklarına şahit olmuştum. Dağların kar kaplı sivri tepeleri, biz yürüdükçe düzleşiyordu. Yere eğilip baktığım da ,siyah bir boşluktan başka hiç bir şey göremiyordum. Az önceki şelalenin sesi kesilmişti. Etraf bir an da sessizleşmiş fakat bu sessizliği kendini bizlere göstermek için Şeytan Dağı bozmuştu.
Uzağımız da ki şeytan dağından gelen, çatırdama, kopma, kaynama ve alev sesleri büyük bir uğultuyla etrafımızı sarmıştı. Tepesin de biriken korkunç kara dumanların için de şimşekler ard arda çakıyordu. Sesi, bastığımız kaya parçasını titretiyordu.
Bize yaklaşmakta olan Anka kuşu yakınımıza gelerek uçmaya başlamıştı.
"Avucunu aç ve ileri doğru uzat " dedi Nazende seyir "çünkü bu atmosfer ,onun yaşayacağı bir yer değil".
Avucumu açıp ileriye doğru uzattığım da, bana doğru gelmekte olan Anka Kuş’u, tam önümde devasa kanatlarını kapatacakken, rüzgarını yüzüm de hissetmemle avucuma uğur böceği olarak düşmesi bir oldu.
Kırmızı benekli uğur böceğinin, avucumun için den omzuma konmasıyla, başımı karşım da ki karartıya çevirmiş ve gördüğüm manzara karşısın da çığlık atmaktan kendimi alamamıştım.
Her şey boyut değiştirmişti. Etraf kararmak üzereydi.
Korkuyla Nazende Seyir’in eteğinden tutmuştum.
‘’Sakin ol biricik, sakin ol, orası senin geldiğin Dünya’’ demişti Nazende seyir.
Kolyesinden çıkan ışık hem kendi yüzünü hem de etrafımızı aydınlatıyordu.
Karşımızdaki boşlukta ,milyonlarca iç içe geçmiş, parlak renkleriyle bulutsu yıldız kümeleri belirmeye başlamıştı. Karartı bastırdıkça yıldızların sayıları artıyordu.
Şeytan Dağının zirvesi ateş püskürüyordu. Tıpkı yanar dağ gibi ,tepesinden büyük bir patlamayla havaya savrulan sıvı ateş parçaları ,hava da savrulurken dağılıyor , gökten yağan ateş yağmuru gibi, kendi dağının eteklerine düşüyordu.
Karanıkta çoğalan yıldızlar yavaş yavaş etrafımızı aydınlatmaya başlamıştı. Buradan baktığım da yüzlerce gezegen ve milyonlarca boşlukta savrulan meteor taşlarını görebiliyordum.
Nazende Seyir’in parmağıyla işaret ettiği tarafa baktığım da , Şeytan dağının hemen arkasın da , uçsuz bucaksız evren de gördüğüm hiç bir gezegene benzemeyen Dünya’yı görmüştüm. Hemen ardın dan ortaya çıkan Ay’ her yeri aydınlatmıştı.
Tıpkı kitaplar da, televizyonlar da, dergiler de, belgeseller de gördüğüm gibiydi. Etrafın da ki gezegenler ne kadar çok yakındı Dünya ya. Ya da buradan öyle görünüyorlardı.
Nazende Seyir, eğilip yerden küçük bir taş parçasını alarak avucunun içine koymuş ve bilmediğim lisan da bir kaç söz söyleyerek boşluğa doğru savurmuştu. Küçük kahverengi taş parçası ,hemen önümüz de boşluğa doğru savrulurken , tıpkı bir tohum gibi önce ortadan ikiye yarılmış ve küçük bir ağaç fidana dönüşmüştü.
Fidan, tam karşımız da ağır ağır dönerek ,büyüme evresini tamamlayacağı yolculuğuna başlıyordu.
Önce boy vermiş, çiçek açmış, yeşermiş, yaprak dökmüştü. Bir süre sonra, daha çok boy vermiş, boyu uzamıştı. Genç bir fidan dı artık. Tekrar çiçek açmış, yeşermiş ve yapraklarını dökmüştü. Boyu uzamaya devam etmişti. Tekrar çiçek açmış, yeşermiş ve yapraklarını dökmüştü. Aynı şeyleri tekrarlayıp durmuş ve sonun da çok büyük bir ağaç olmuştu. Gövdesin de ki kabuklar derin çatlaklar oluşturmuş, büyük dalları kırılmaya başlamıştı ,neredeyse çiçek açmamış ve çok az yapraklanmıştı. Ve yapraklarını döken ağaç uzun bir süre kurumuş vaziyette kalarak, büyük bir çatırtıyla yıkılıp ,boşluğun için de kaybolup gitmişti.
‘’İşte Zaman’’ dedi Nazende Seyir. Dünya da var olan bütün yaratılmışların, hiç bitmeyecek zannettikleri ömürleri, bu kadardır. Yani göz açıp kapatıncaya dek. Uzun gibi görünen, fakat ardına baktığın da dakikalardan çok daha kısa olan ömür, bu kadardır...
Ve devam etti Nazende Seyir;
Dünya yaratıldığın da ,şeytan dağının önün de bulunan fakat şu an da göremediğimiz küçük bir gezegen dünyaya o kadar çok aşık olur ki, onun yakının da bulunmak ister...
Ve sürekli Ay’ı kıskanır. Dikkatli bakarsan, evrenin boşluğun da en güzel yerin Dünya olduğunu görürsün. Çünkü Dünya, Cennet suretin de yaratılmıştır.
Dünyaya aşık olan gezegenin önünde ki en büyük engel, şeytan dağıdır. Şeytan dağı ; evren de bulunan hiç bir güzelliğin Dünya ya ulaşmasını istemez.
Yüzyıllardır Şeytan dağını aşıp, karşıya geçerek Dünya’yı daha yakından görmek isteyen gezegen ,bir türlü bu isteğini gerçekleştiremezdi. Ne zaman şeytan dağına doğru yaklaşsa, şeytan dağı durumu fark eder ve patlamaya başlayıp etrafın da ne varsa yakıp kül ederdi.
Bedeli ne olursa olsun ,Dünya ya yakından bakmak için bütün riski göze alan Gezegen her ihtimali göze alarak çok güzel bir şey yapar;
Dünya toprağın da var olmayan, binlerce tohumu toplamak için Umay Ana’dan yardım ister. Huma Kuşu kanatların da Cennetten indirilerek kendisine hediye edilen tohumları yüzyıllarca saklayan Gezegen , onlara yüzyıllarca Dünya ya olan Aşkını anlatır.
Sabrı tükenir. Şeytan dağının sönmesini bekler... Belli aralıklarla sönen şeytan dağı, bazen günlerce böyle kalırmış. Sabırla ne zaman söneceğini gözlemleyen Gezegen, Şeytan Dağının sönmeye başladığı en uzun evreyi keşfeder ve bekler.
Alevlerin azalıp, tepesin de ki kırmızılığın renginin siyaha döndüğü, dumanın renginin daha açık olduğu ve tepesin de ki dumanların kül olup yağmaya başladığı evre, şeytan dağının sönmeyi tamamladığı evredir.
Gezegen; Firdevs Nehrinin Suyu ile yıkanmış iki tohuma ,Şeytan Dağının geçilememesi durumun da, mutlaka Dünya ya ulaşmalarını tembih eder... İki tohum da ,bu Aşk’ın şahidi olarak ,mutlaka Dünya ya ulaşacaklarını söylerler.
Gezegen, yörüngesini değiştirerek meteor taşlarının boşlukta savrulması gibi savrulmaya başlar. Amacı Şeytan Dağı yakınlarından geçerken hareketliliğin olup olmadığını gözlemlemekmiş.
Bir kaç denemeden sonra, Şeytan Dağın da hiç bir hareketliliğin olmadığını gözlemler. Gezegen uzaklaşır, gözden kaybolurcasına uzaklaştıktan sonra, büyük bir hızla Şeytan Dağına doğru savrulmaya başlar. Öyle ki , bu hızla önüne gelen bütün irili ufaklı meteor parçalarını toza çevirir.
Dünya ya doğru yaklaşmakta olan Gezegeni fark eden Şeytan Dağı geç fark eder. Birden telaşla yanmaya ve dumanlar çıkarmaya başlar. Bir süre sonra tepesinden çıkan alevler Şeytan Dağının tepesin de derin çatlaklar oluşturur. Bu çatlaklardan dahi dışarıya alevler savrulmaya başlar. Tepesin de henüz şimşeklerin çakmasına sebep olan kara bulutlar çoğalmadan ,Gezegen, Şeytan Dağının sınırları içine girer. Burası, bu güne dek hiç bir gezegenin, hiç bir meteor parçasının ya da yıldızların giremediği , girse de yanıp kül olduğu yerdir.
Gezegen, Şeytan Dağının zirvesi üzerinden hızla geçerken , bu güne dek yaşanılmamış bir şey olmuştu , şeytan dağı çok büyük bir gürültüyle patlamıştı. Bu patlamanın basıncıyla gökyüzün de bulunan bir çok gezegenlerin ekseni kaymış ve bundan Dünya dahi etkilenip yıllarca buzul çağı evresine girmişti.
Gezegen , bu patlama sonrasın da parçalanmış ve kopan parçalarının büyük bir kısmı Dünya’ya doğru yolculuklarına devam etmişlerdi. Bunu gören Şeytan Dağı bir daha patlamak istemiş ,fakat yeterli enerjiyi sağlayamadığı için patlayamamıştı.
Gezegenden kopan parçaların büyük bir kısmı Ay’ın yüzeyine dağılmış, büyük bir kısmı boşlukta kaybolmuştu. Çok küçük bir kısmı Dünya ya ulaşmış ve tohumlarını toprağa bırakmıştı.
Derler ki ; Dünya da var olan iyilik , Gezegen’in parçalarıyla Dünya’ya tohumlarla birlikte düşmesi sonucunda yayılmıştır.
Dünya da var olan kötülük ise, Şeytan Dağının patlaması sonucu, dağdan kopan parçaların Dünyaya düşmesi sonucu yayılmıştır.
Şu an da Dünyanız da var olan bütün çiçeklerin tohumları bu aşkın ürünüdür. Eğer dikkatli bakarsan, o çiçeklerin dünya da bulunan hiç bir canlıya benzemediğini, hepsinin çok farklı güzelliklere sahip olduğunu görürsün.
Gezegenin Cennetin Firdevs Nehrin de ıslanıp ,Dünya ya olan aşkını anlattığı o iki tohumun biri dünyaya ulaşmıştır sadece.
‘’O hangi çiçek’’ dedim Nazende Seyir’e.
Bakışlarını Dünya ya çevirerek ‘’O çiçek ,Kardelen’’ dedi. Dünya, o büyük patlama sonucun da buzul çağına girmişti. Tohum, Dünya kendini yalnız hissetesin diye açmış, fakat aşkına şahit olduğu gezegeni düşünüp bir süre sonra boynunu bükmüştür...
Babannemin içerden Meryeeem diye bağırmasıyla gözlerimi açmıştım. Büyü bozulmuştu. Sinirlenmiştim. Dolabın kapağını açıp dışarı çıktım. Hava kararmıştı. Pencereye koşup perdeyi araladım ve gökyüzün de Ay’ı aradım. Acaba onun yüzeyin de ki Dünyanın karanlık tarafını aydınlatan ışık, bu aşkın bir parçası mıydı?
Ayhan YALÇIN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.