- 512 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
"YALANCI PEHLİVAN"
"YALANCI PEHLİVAN"
Yörüklerde kültürdür güreş. Göç sırasında, konaklanan yerlerde, Yörük yiğitlerinin, kurallar çerçevesinde, kendini gösterme, meydan okuma şeklidir. Edeptir, terbiyedir, efendiliktir, alçak gönüllülüktür, Yeşil çayırlarda yapılır. Sadece kara güce dayanır, bir de maharetine.
Er Meydanıdır orası! Hileye, hurdaya yer olmaz. Hele bir de yağlı güreşse, rakibi tutmak zorlaşır. Büyük güç ve ustalık ister.
Cazgır salavatlarla salar dualı çayıra;
“Allah, Allah İllallah,”
“Erler çıktı meydana,”
“Biri birinden. merdane,”
“Biri ak, biri kara,”
“Mevla’m her birine kuvvet vere.”
“Bu meydan, er meydanıdır.”
“Nice Koçyiğitler, bu meydanda seçilir,”
“Acı, tatlı, suyun içip, göçülür.”
“Alta düştüm, diye yerinme.”
“Üste çıktım, diye şişinme.”
“Alta düştün mü apış, üste çıktın mı, paça kazıktan yapış.”
“H.z. Hamza piriniz,”
“Elbet yıkacaktır biriniz.”
“Dellal çıksın aradan,”
“Hepinize kuvvet versin Yaradan.”
“Allah, Allah İllallah, Muhammeden Resulullah,”
“Koçyiğitlere dualarla diyelim Maaşallah.”
Bundan sonrası, iki pehlivanın pazu gücü ve ustalığına kalmıştır.
Yörük Kültürü hakim olduğundan; pehlivan yatağıdır ilçemiz Sındırgı. Bir çok namlı pehlivan çıkmıştır, bu yiğitler diyarından. Bunlardan en meşhurları da, Yüreğilli Şerif Pehlivanla, Sındırgılı Mehmet Ali YAĞCI’dır.
Şerif Pehlivan, Kırkpınar Yağlı Güreşlerinde iki kez bileğinin hakkıyla, Başpehlivan olmuştur On kez de “En Celtilmen Pehlivan” ödülünü almıştır. Sındırgı dışında ki her güreşinde kendisinin, “Sındırgılı” olarak anons edilmesini özellikle istemiştir. 1977 yılında hakkın rahmetine kavuşmuştur, dev pehlivan. Meşhur Kurtdereli Mehmet Pehlivan, Şerif Pehlivana el vermiştir, Şerif Pehlivan da, Mehmet Ali YAĞCI’ya.
Mehmet Ali YAĞCI, Sındırgı’nın Alacaatlı Köyü’ndendir. Babası da pehlivandır, Ali Pehlivan. Kısacası pehlivan oğlu pehlivandır .
Şerif Pehlivan, çırağı Mehmet Ali YAĞCI’yı da kendisi gibi yetiştirmiştir . Mütevazı, efendi, ağırbaşlı, dürüst, edepli, centilmen, hile, hurda bilmez.
Mehmet Ali YAĞCI’nın, Cumhuriyet tarihinin, en gösterişli, en fizikli pehlivanı olduğu söylenir Bu efsanevi pehlivanda, üç kez Kırkpınar’da başpehlivan olmuştur.
O zamanlarda, yağlı güreşte, şimdi ki gibi zaman sınırlaması yok.
Yok öyle! Süre doldu puanlamaya geçildi, dolandım, bastırdım puan aldım, yendim falan. Güreş sırt yere gelene, göbek göğü görene kadar, pehlivan dermandan kesilip, pes edene kadar. Gün doğumunda başlar, gün batımında biterdi, o zamanları hatırlıyorum. Yakın zamanda değişti kurallar.
Mehmet Ali YAĞCI’ nın ağabeyi İzzet’de başpehlivandır. Hele Kırkpınar’da iki öz kardeşin bir final güreşi vardır, öyle böyle değil. Yıllardır anlatılır.
Ağabeyi İzzet’le ile üç buçuk saat güreşmiştir. Güreşte, ağabeyi kendine “künde” atarken, “topuk kesme” oyunu ile yenmiştir ağabeyini. Nefesi kesilmiştir, soluksuz kalmıştır İzzet. Yenilginin üzüntüsüyle, çöküp kalmıştır dualı çayırın orta yerinde, başı önünde.
Ağabeyini teselli etmiştir, Mehmet Ali. Sırtını, sıvazlayıp, ellerini öperek, kaldırmıştır, dizüstü çöktüğü yerden. Pehlivanlığın düsturudur bu. Kendisi birinci, ağabeyi İzzet ikinci olmuştur. Kardeş diye kayırma yoktur, kıran kıranadır yağlı güreş.
İki kardeşin güreşi, dile dile anlatılır olmuş, Kırkpınar Efsanesi haline gelmiştir.
Meşhur Kırkpınar Başpehlivanı Sındırgılı Mehmet Ali YAĞCI, babamla aynı emsallerdi, arkadaşlardı.
Babamla, ikiz kardeş gibi birbirlerine benzerlerdi. Boy, pos, yüz yapıları hal ve tavırları, memleket desen zaten Sındırgı.
Bu benzerlik Sındırgı’ da sorun olmazdı. Babam da iyi tanınırdı Sındırgı’ da. Herkes kimin kim olduğunu iyi bilirdi, küçük yerdi Sındırgı.
Bu benzerlik, ilçe dışına çıktığında, babamın, yağlı güreş meraklıları tarafından, bazen Başpehlivan Mehmet Ali YAĞCI ile karıştırılmasına sebep olur. Babam da, o olmadığını anlatmaya çalışırdı.
Sadece selam verip geçiliyorsa, hiç bozuntuya vermezdi. Tavrı ağırlaşır, pehlivan edasıyla, sağ elini göğsünün üzerine koyar, hafifçe başını eğip, sakince selamı alırdı.
“Selamunaleyküm Koca Pehlivan”
“Ve Aleykümselam.”
Babam hiç rahatsız olmazdı bu durumdan. Aksine keyif alırdı, bu meşhur pehlivana benzetilmekten.
Mehmet Ali YAĞCI da, babama benzetilmiş midir? Bilmem.
Benden önce, Ağabeyim Sedat tanımıştı onu. 1979 yılı olsa gerek, ağabeyim sınavı kazanmış, Bandırma Şehit Süleyman Bey Ortaokulunda Parasız Yatılı okuyordu. İkinci sınıfı yeni bitirmiş.
Evimiz Balıkesir’de o zamanlar, okullar yaz tatiline girmiş, ağabeyim eve gelecek.
Balıkesir’e giden minibüslere bilet alıyor. Koltuk numarasını bulup oturacak, bir bakıyor, kelli felli, çam yarması gibi bir adam, iki koltuğu da kaplamış, azıcık bir boşluk kalmış, koridor tarafında. Ağabeyim bir şey desem mi?, Demesem mi? diye tereddütle bekliyor. Adam fark edip, bakıyor:
“Buyur bizim oğlan”
“Amca yan koltuk benim de.”
“Gel, bizim oğlan gel, sığışırız.”
Ağabeyim rahatlıyor. Az toparlanıyor adam, ağabeyim güç bela da olsa, "sığışıyor" koltuğa.
Adam soruyor:
“Nereye bizim oğlan.”
“Amca burada yatılı okuyorum da okullar tatil oldu Balıkesir’e evimize gidiyorum.”
“Nerelisin sen bizim oğlan?”
“Sındırgı’lıyım.”
“Sındırgı’nın neresinden?”
“Düvertepe’ liyim.”
“Kimin oğlusun”
“ Nazım’ın oğluyum ben”
Adamın yüzünde bir tebessüm beliriyor;
“Ooo Nazım’ın mı? Sağdıcımdır, ahbabımdır benim o, baştan niye söylemiyorsun bizim oğlan.”
Baştan nasıl söylesin ki !?
Artık epey bir anlatıyor ağabeyime: “ Adı Mehmet Ali YAĞCI’ ymış. Babamla ahbaplarmış, iyi konuşurlarmış, eski başpehlivanmış, artık güreşlerde hakem heyetlerinde görev alıyormuş.”
Yolculuk bitip de Balıkesir’e geldiklerinde, ağabeyime harçlık vermek istemiş. Israr etse de, almamış ağabeyim.
Bu kez Koca Pehlivan:
“Açsındır sen bizim oğlan.”
“Tokum Mehmet Ali Amca”
“Öğrenci kısmı tok mu olurmuş, gel bakalım benimle.”
Ağabeyimi eski otogarın karşısında, sulu yemek yapan lokantalardan birine götürmüş. Lokantacı hemen tanımış Koca Pehlivanı.
“Buyur Koca Pehlivan.”
“Delikanlı, ne isterse verin, parada almayın.”
“Emrin olur Koca Pehlivan.”
Ağabeyime, “bizim oğlan, bana müsaade, biraz işlerim var. Babana, Pehlivan Mehmet Ali YAĞCI’ nın selamı var dersin.” demiş.
Ağabeyim eve geldiğinde heyecanla anlatmıştı babama. Bir yandan da,“ ben küçüğüm ya, onun için yanına verdiler galiba, fazla yer kaplamasın” diye düşünüyor kendince.
Ben de köyümde ki tarihi Düvertepe İlkokulundan yeni mezun olmuştum. Fena öğrenci değildim ama kazanamamıştım işte parasız yatılıyı.
1980 yılında İlkokul bitince, babamla birlikte Balıkesir Karesi Ortaokuluna kayıt yaptırmaya gittiğimizde, vesikalık fotoğraf istediler. Biz de ertesi gün, fotoğraf çektirmek için çarşıya indik. O yıllarda fotoğraf hemen verilmezdi, almak için en az, üç, beş gün beklemeniz gerekirdi. Fotoğrafı çektirdik, üç gün sonra gelin alın dediler.
İşimiz bitince, babam: ”gel oğlum, çay içelim eve sonra gideriz” dedi.
Beni Ali Hikmet Paşa Meydanında ki “Sındırgılı Pehlivanlar Gazinosuna” götürdü.
Gazino dediysem de; aslında büyük bir kıraathanedir burası, çay, kahve, meşrubattan başka bir şey bulunmaz.
Son durumunu bilmiyorum, şu anda hala var mı? Uzun zamandır o tarafa geçmedim.
Altı boş, sütunlar üzerinde, büyük dikdörtgen şeklinde bir binadır. Hemen yakınında şadırvan bulunur. Binayı cephe aldığında; sağ yanında İş Bankası, karşısında Ziraat Bankası ve Sümerbank Binası vardır. Meydan tarafından, Milli Kuvvetler Caddesinin başlangıcındadır. Üzerine koca harflerle, “SINDIRGILI PEHLİVANLAR GAZİNOSU” yazardı.
Ben buraya sadece pehlivanların girebildiğini sanırdım. Çocuk saflığıyla sordum babama;
“Baba buraya bizi alırlar mı.?”
“Oğlum niye almasınlar!.?”
“Biz pehlivan değiliz ki.”
Güldü babam:
“Değilsek de, benziyoruz oğlum, anlamazlar, gel sen .”
Doğru anlamazlardı. Heybetliydi babam. Uzun boylu, iri yarı, pehlivan yapılıydı. Değme pehlivan eline su dökemezdi.
Selam verdi babam, karşı masadan, dev cüsseli, çam yarması gibi bir adam kalktı, bize doğru geliyor. Adım attıkça yer sallanıyor sanki.
“Ooo Nazım sağdıcım, hoş geldin, sefa geldin, nasılsın?”
“Hoş bulduk sağdıcım, iyiyim”
“Bu yiğit senin mi.?”
“Benim sağdıcım.”
“Allah bağışlasın. Sen de hoş geldin bizim oğlan.”
Bana elini uzattı, toka yaptı. Elim, elinin içinde görünmez oldu, kayboldu sanki.
Masaya oturduk, çay söyledi. Masada birkaç kişi daha vardı. Babamla sohbetlerinden anladım eski Başpehlivan Mehmet Ali YAĞCI olduğunu. Epey lafladılar babamla, gençlikten, siyasetten, eski güreşlerinden.
Dikkatle izliyorum, Mehmet Ali Amcayı, eski güreşlerini anlatıyor, yaptığı güreş oyunlarını; ”künde,” “sarma,”paça kazık,” paça kasnak,”el ense,” tırpan,”” kaz kanadı,” elleriyle de oyunları tarif ediyor. Sanki masanın üzerinde, iki harman yabası, altlı üstlü kavga ediyor.
Öğleye yakın, babam müsaade istedi. Gitmek için ısrar etse de, Mehmet Ali Amca salmadı.
“Yemek yemeden göndermem sağdıç”
Pehlivanlar Gazinosunun solundan, yukarı doğru giden sokak, boydan boya, büyüklü küçüklü Köfte Salonlarıyla doludur. Köftecilerin karşısında, Şehir Palas Oteli vardı. Sokağın son halini bilmiyorum.
Meşhurdur Balıkesir’in köftesi, çok büyük olmaz öyle, bir lokmalıktır, tadına doyulmaz, yedikçe, daha çok acıkır insan. Burada tanıdık bir köfteciye götürdü bizi, köşede bir masaya oturduk.
“Sağdıcım ne yersin,”
“İki porsiyon ızgara yerim sağdıç,”
“Sen ne yersin, bizim oğlan,”
“Bir porsiyon yerim Mehmet Ali Amca,”
“Olur mu, bizim oğlan öyle şey?”
Seslendi köfteciye:
“Ustam! Sağdıcıma iki porsiyon, delikanlıya bir buçuk, bana da kırk tane köfte at.”
Kırk köfte mi.!? Baktım Mehmet Ali Amcaya şaka yapmıyordu. Onun için porsiyon, morsiyon yoktu. Kırk köftenin porsiyonla tarifi mi olurdu.? Sonradan düşündüm; bu dev gövde, bizim gibi üç beş köfteyle dönecek değildi ya. Babama baktım, onunda yüzü serin. Zaten köfteci de ızgaranın başına geçmişti, bu duruma alışık olduğu belliydi.
Köfteler geldi, yanında da piyaz, cacık. Mehmet Ali Amcanın tabağı, köfteden küçük bir tepe gibi.
Baktım kaldım. Mehmet Ali Amcayı seyrediyorum. Köfteleri, leblebi gibi yiyor. Köfteden tepe, hızla küçülüyor. Çatal, kaşık gözükmüyor sanki ağzının içerisinde.
Bir ara göz ucuyla bana baktı, köfteleri yemeyip soğuttuğumu görünce;
“Bizim oğlan, yemiyor musun? köfteleri.?”
Korktum benim köftelerimi de yiyecek diye!
“Yemez miyim Mehmet Ali Amca, hemen yiyorum.” Hızla ağzıma attım köfteleri.
Babamla, vedalaştılar sonra, bir daha görüşmek temennisiyle.
Yolda babama, hayretle:” Baba Mehmet Ali Amca kırk tane köfte yedi.’” dedim.
Babam, gayet sakin:” Oğlum bu ne ki, Mehmet Ali Amcanın, ustası vardı, Yüreğilli Şerif Pehlivan, Sındırgı Kocakonak Panayırında güreş yapılırdı. Şerif Pehlivan finale kalmış, çınarlı yer var ya, Park Meydan Çay Bahçesi, orada oturmuş rakibini bekliyor. Haber geldi, pehlivan, güreş vaktin geldi diye. Şerif Pehlivan bindi arabasına, Akhisar Caddesinde ki kasapların birinin önünde duruverdi. Hemen üç kilo içyağı tarttırdı, terazinin üzerinde kelem gibi yedi. Çıktı, rakibini on dakika da sırtüstü yendi.”dedi
İnanmaz gözlerle baktım babama. Babam anlamıştı inanmadığımı, döndü bana baktı;
”Öyle oğlum” dedi, inanmamı isteyen ciddiyetle.
Bu hikayeyi daha sonra başkalarından da dinlemiştim.
1984 yılı olsa gerek, Mehmet Ali YAĞCI güreşi, bırakalı uzun yıllar olmuştu.
Babamın, Sındırgı da işi vardı. Yaz tatiliydi, ağabeyimle beni de götürdü yanında. Öğle vakti işi bitti babamın. Balıkesir’e dönüş bileti aldık..Sındırgı Cumhuriyet Meydanın da bulunan, çınarlarıyla meşhur Park Meydan Çay bahçesinde, otobüsün kalkış saatini bekliyoruz.
Eskiden Balıkesir Caddesinin başında, bu parkın tam karşısında, Kütahyalılar Seyahat Otobüs firmasına ait, yazıhane vardı. Otobüsler, yazıhanenin karşısında durur, on beş dakika ihtiyaç molası verirdi. Kütahya, İzmir arası yolcu taşırlardı.
Otobüs Koca Köprüden sağa döner, Simav Çayını takiben, Simav’a kadar gider, oradan da Kütahya’ya geçerdi. Çay boyunda köyü olup, köy dolmuşlarını kaçıranlar, Kütahya Seyahatin otobüsünü beklerdi, sık geçerdi çünkü. Çay boyunda inerek, yayan köylerine giderlerdi.na
İzmir’ den gelen otobüs mola için çay bahçesi tarafına yanaştı. Ağabeyimin dikkatini çekti;
“Baba otobüste ki şu adam on dakikadır bize bakıyor.”
Babam başını kaldırdı: “Kim oğlum?”
Adamla babam göz göze geldi. Adam heyecanla kalktı yerinden, hızlı adımlarla bize doğru geliyordu.
Babam: “Hayırdır İnşallah” dedi.
Adam kırklı yaşlarda, orta boylu, hafif toplu, temiz yüzlü, iyi giyimli biriydi.
Uzun yıllardır göremediği, çok sevdiği birini görmüş gibi hararetle babamın ellerine sarıldı.
“Abi sen Mehmet Ali YAĞCI Pehlivansın değil misin!?”
Adam kendi sorusunun cevabını vermişti zaten. Babam, onun için Mehmet Ali YAĞCI’ydı.
Babam, adamın bu sevincine karşılık “hayır” diyemedi, tereddütle;
“Hee! Oyum ben.”
“Ben bu eli çerçeveletirim pehlivan, değil mi senin elini sıktım.!”
“Estağfurullah”
Yağlı güreşte, takım tutulur gibi, pehlivan tutulur. Herkes kendi pehlivanın kazanmasını ister. Bir sevdadır yağlı güreş. Ertesi gün ki güreşi izlemek için parklarda, bahçelerde yatılır. Kimse şikayet etmez, bu durumdan. Gün batana kadar izlenir güreş. Böyle tutkulu bir seyirci başka hiçbir spor dalında yoktur.
Babam, adama, çay söyledi, zaten otobüsün kalkmasına, bir çay içimlik zaman kalmıştı. Adam o kısa vakitte, anlattı da, anlattı. Küçük bir dükkanı varmış, ticaret yapıyormuş. Yağlı güreş “hastasıymış.” Sındırgı’ nın pehlivan yatağı olduğunu bildiği için, belki meşhur bir pehlivana denk gelirim diye dikkatliymiş. Güreşlerde hep babamı tutarmış.
Hiçbir güreşini kaçırmamış. Bir bir yer adlarıyla sayıyor. Şurada ki güreşte babamın hakkını yemişler, burada ki güreşte, rakibini künde ile yenmiş. Şimdiler de babam gibi pehlivan yokmuş.
Babam, adamın sorularını, kısa cevaplarla geçiştiriyor, bir yandan da bize bakıp, gözleriyle işaret ediyor, açık vermeyelim diye.
Diğer yandan da, bir tanıdık çıkar da, “Merhaba Nazım” der diye tereddütlü.
Adam bizi işaret ederek: “Bu Koçyiğitler senin mi? Koca Pehlivan.”
“Benim Allah bağışlarsa”
Adam peş peşe soruyor:
“Onlar da, yetişiyor mu? Güreşiyor mu, senin gibi, nasıllar?”
“Alt boylarda güreşiyorlar. İstikballeri parlak maşallah”
Babamı, otobüs muavinin çağrısı, kurtarıyor: “Kütahya yolcuları kalmasın!”
Adam çok hürmet ettiği bir aile büyüğünden ayrılır gibi içtenlikle sarılıyor babama, ağlamaklı.
“Allah’a ısmarladık Koca Pehlivan.”
“Yolun açık olsun.”
Adam otobüs aşana kadar, arkasına bakıyor. Çok sevdiği birini geride bırakmış gibi, hüzünlü.
Ağabeyim soruyor: “Hani baba sen hiç yalanı sevmezdin!”
“Oğlum ne yapaydım, "Yalancı Pehlivan olduk." Adam öyle bir sarıldı ki ellerime, ben o değilim diyemedim.”
Babam, adamın sevincini, coşkusunu bozmak istememişti. Adamın sevinci yeterdi babama, varsın yalan söylemiş olsun du.
Adam onu Mehmet Ali YAĞCI belleyip de mutlu olmuştu ya!
Ağabeyim:” Baba peki, adam bir daha buradan geçer de, gerçek Mehmet Ali YAĞCI’yı görürse”
“Oğlum ben ona razıyım da, ya aynı masada bizi çay içerken görürse!”
Bunun izahı yoktu işte!..
Bu dev pehlivan, 1985 yılında kırk sekiz yaşında, Antalya Elmalı Yeşil Yayla güreşlerinde Hakem Heyetinde görevliyken, cuma namazı çıkışı, Sinan-ı Ümmi Türbesinde dua ederken, kalbine yenik düştü.
Kabri Balıkesir Başçeşme Mezarlığındadır.
Sındırgı Kocakonak girişinde, ustası Yüreğilli Şerif Pehlivanla, aynı kaide üzerinde, heykelleri vardır.
Yazı da pehlivan tefrikası gibi oldu, affola.
Babamın ve Koca Pehlivanların ruhlarına selam olsun!..
YORUMLAR
Bugün beni ağlatmaya kararlısınız sanırım anne yazısından sonra şimdi de duygusal bir yazı daha cidden etkilendim bu ikinci oluyor. Dokunaklı bir yazı yüreğinize sağlık.
Malkoçoğlu
İyi akşamlar dilerim.
Saygılarımla.
Var olun usta.
Yani duygularımı nasıl ifade etsem bilemedim. Samimiyeti olsun, masalsı anlatımı olsun her yönüyle harikaydı.
Sokak, sokak gezdim, dolaştım oraları... Duygulandım, hissettim, gördüm, duydum desem yalan olmaz.
İnsanların saflığı, sıcaklığı, içtenliği şimdilerde özlenen şeyler. Aslında hep olmamız gereken ama nicedir unutulan davranışları okumak ayrıca büyük bir hüzün kaplattı içimi.
Sizlere de gıpta etmedim değil hani. Ne güzel saf, duru yıllardan gelmişsiniz bugüne.
Çok şeyler yazılabilir bu anılar üstüne ama nereden başlasam bilemiyorum.
Aslında oturup uzun uzadıya hiç seyretmedim yağlı güreşleri. Hatta ben Sakaraya Karasuluyum. Bizim oralarda bazı köylerde yapılırdı. Otobüsle Karasu'dan Adapazarı'na giderken denk gelirdim Büyük Söğütlü'nün oralarda. Pek kalabalık insan olmazdı. Ya da daha tam başlamadığı zamanlarda geçerdi otobüs. Bilemiyorum. Ama TV'de denk geldiğim zaman bir kaç dakika bakmak bile sizin anlattığınız coşku ve ilgiyi görmeye yeterli... Sonuçta memlekete has, tarih kadar eski bir spor...
Ve şunu da ifade etmeden geçmeyeceğim; bu memleketin en saf, en özverili, kendi halinde topluluklarından birisidir yörükler bence. Öyle suça, kötülüğe bulaşanına denk gelemedim hiç. Vatan sevgileri ayrı, insancıllıkları ayri değerdir benim nazarımda.
Keyifli bir okuma ve değerli bilgiler ve yaşattığınız saflık için çok teşekkür ediyorum sayın Malkoçoğlu.
Esenlikler dilerim.
Malkoçoğlu
Benim çocukluğum, 70'li yıllara denk geldi. Ekonomik ve siyasal çalkantıların, yoğun yaşandığı yıllardı.
Çok acılar ve üzüntüler de gördük lakin o günleri görenler, o yılları yaşayanlar, günümüzle karşılaştırınca, eminim derin bir iç çekiyorlardır.
Bizim çocukluğumuzda "sokağa çıkmak" deyimi vardı. Hâlâ var, ama sokaklar çok değişti. Eskisi gibi çocuklar için çok da güvenli değil, ne yazık ki! Sokağa çıkmak bizim için adı koınmamış bir özgürlüğe adım atmak demekti. Şimdi ki çocuklar için üzülmemek mümkün değil.
Dediğiniz gibi özgürlüğüne düşkün, güvenilir ve vatanına yürekten bağlıdır, yörük insanı. Bugün bile hâlâ bu toprakların kalbini yaşatmaktadırlar.
Yeşil otlaklar, su kaynaklarının bulunduğu çamlıklar, sarp kayalıklar onlar için paha biçilmez nimettir. Zoru aşmak, uzağa kavuşmak, yükseklere çıkmak özlemdir.
Ben de çocukluğumdan başlayarak, on üç, on dört yaşlarına kadar fırsat buldukça karakucak ve yağlı güreş yaptım, fakat ne yazık ki devam ettiremedim. O yıllar da benim için de bir sevdaydı güreş. Bu yaşa geldim hala içimde özlemini ve eksikliğini hissederim.
Kıymetli üstadım, değerli yorumunuz için tekrardan teşekkür ederim, sağ olun var olun.
Saygı ile sonsuz selamlar.