- 263 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
BASTIĞIN YERLERİ TOPRAK DİYEREK GEÇME TANI!
Ülkemizin yaşadığı bu trajik vakaları yıllar öncesinden ülkelerin gelişmişliklerini anlatırken ayrıntılarıyla kendi toplumumuzu örneklendirerek çok anlatmıştım. Hatta bazı konuları internet üzerinden kendi köşemde de defalarca izaha çalıştığım zamanlar olmuştur. Ülkemiz ve Milletimizin sorunlarını çözelim ve mutlu bir toplum olalım diye fikir üretirken kendi yaşamımızı devam ettirecek ekonomik imkânları kazanmakta da gecikmiş olduk.
Bir ülke düşünün ki, her yanı denizlerle çevrili içinden onlarca tatlı su ırmakları akıyor, toprakları verimli ve can eksen can bitecek durumda, ilkokul yıllarımda kırsal nüfusumuz ülke nüfusunun %80 ini oluşturuyordu, geldiğimiz an itibarıyla %5 kır köy nüfusu kalmış… Diğerleri büyük kentlerin sokaklarında başı kesik tavuk gibi yaşarken tarlalarımıza fare ve kargalar dadandı, tüm mahsullerimiz kayboldu. Topraklarımız boş kaldı, çünkü boş kalmasıyla kaybedilen bir şey olmuyor, âmâ ekimiyle kaybedilen çok şey oluyor…
Bir ülkenin yaşamıyla alakalı ürün çeşitliliğinin ekimine kendisi değil de bir başkası karar veriyor ve onların istekleri doğrultusunda ekim dikim yapılıyorsa ülkenin kendisi zaten sömürge kolonisidir. Sömürülen ülkeler kendi kaderlerini kendileri belirleme hakkına sahip olamazlar. Bizim ülke olarak kaderimizi karşı olduklarımız belirliyorsa, acaba bizi yönetenler bu başkalarıyla nasıl bir ilişki ağı içindedirler diye sormadan da edemiyoruz. Mesela bir örnek vereyim son günlerde dışarıdan buğday ithal etmek için alınan karara göre, alınacak buğday fiyatı, sanıyorum 6.200 krş. olarak belirlenmiş. Ancak kendi köylüsünden aldığı buğdaya verilen taban fiyatı.2.200 krş. civarı olduğu dikkate alınırsa, acaba ülkeyi yönetenler kendi çitçilerini ne kadar korumuş olurlar. Yoksa bir başkasının çiftçisinin malını getirerek kendi çiftçisini imha mı eder? Bu uygulamalar iktidarların değişmesiyle değişen bir durum olmuyor maalesef, her gelen aynı uygulamanın türevlerini yaparak kendi insanını yaşamdan bıktırır duruma getirmiştir.
1983 yılı ile başlayan renkli yaşamların cazibe haline getirilmesi, 1989 yılında, o dönemlerde, zirveye taşınmıştı. Renkli yaşamların çılgınlıkları köy yaşamını etkisi altına aldı ve köylerden ciddi bir kaçış başladı. Çünkü köylerde merkezden uzak insanların algı dünyasını yönetebilmek ve onlara istediğiniz bilgiyi istediğiniz hale getirip sunmak için, sizin kontrol alanınızda olması gerekirdi ve de öyle yapıldı. Merkezlerden uzak yerler merkezlere taşındı, kapitalizmin kıskacında can çekişen yaşamlar ideal hayatlar gibi sunuldu, ülkenin her insanı kayıtsız şartsız kapitalizmin iyi bir tüketicisi olduğunu kanıtlamak için, onların ürünlerine bir ömür boyu taksitle abonman oldu, aldıkça aldı, taksit sayısı azalınca bir başka taksitle, taksitler arasında boşluk bırakmadı. Yani şehre gelmiş olmanız sizi mutlu yapmadı, mutluluğunuzu elinizden aldı, mutlu olmak için elinize bir elmalı şeker verdi, yedikçe yiyesiniz geldi ama bir türlü haz doyum eşiğine sizi ulaştırmadı. Böylece hızlı bir trende giren yaşam serüveniniz, sizi bulunduğunuz ortamlara uyum sağlama zorunluluğuna soktu. Bu giriş o dalış sizi sizden aldı ve sizi mutlu edecek sizin dışınızda, size sizi tanıtacak unsurları aramaya sizi götürdü. Hala arıyorsunuz ama bir türlü kaybettiğiniz kendinizi bulamıyorsunuz. Şehrin en ücra köşelerinde, dar ve karanlık loş sokaklarda, bazen çok ışıklı geniş caddelerde, çoğu zaman şehirlere yolcu taşıyan otobüsten inenler arasında ararken kaybedilen sizi, sizin kendi içinizde olduğuna hiç ihtimal vermiyorsunuz, hep dışarıda kendinizi aradınız; onun içinde köyünün evlerinde seni sana hatırlatan baykuşlar yuva kurdu o viranelerde… Gelinen noktada Baykuşlara mı bırakacaksınız yoksa yasınızın tutulmasını…
Böyle başlayan şehirli olma sevdamız meğer yalanmış, biz köylü olmaktan hep mutluyduk ama birileri bize siz şehirlisiniz, maaşlarınız olacak, her eve para girecek eksik malzemelerinizi alacaksınız, yaşam hızlı bu hızlı yaşama sizler de katılmalısınız, hep köyde olmakta nereye kadar gibi sözlerle, bizi bizden çok düşünerek beynimize tecavüz edip, duygularımızla bizi savaştırdılar. Bilirsiniz duyguların savaşında taraftar toplamak çok kolay olduğu için, aklımız duygularımıza yenildi ve duygularımızın vermiş olduğu gazla, biz bu şehirlerin oksijensiz gaz kokularını soluyarak oksijen tedavileri görecek yaşamlara şükür(!) gelebildik…1995’li yıllara geldiğimizde bu süreç o kadar ilerlemişti ki, ondan geriye dönüş zillettir dercesine kendimizi kaptırmış, toplum olarak zıvanadan çıkmış, AB diyerek o yolda can vermeye hazırdık(!)…Şimdi verdiğimiz o canlarımızı arıyoruz ama bir türlü onlara tekrar kavuşamıyoruz.2000’li yıllara geldiğimizde artık düşlerimiz gerçek olmuş elimizdeki imkânlarımızı da hepten kaybetmiştik, ama ülkenin durumunun çok iyi olduğunu, bu günkü gibi söyleyenler vardı. Bir esnaf o kadar içine işlemiş ki, dönemin başbakanının önüne, sayın başbakanım ben bir esnafım, ben bir esnafım diyerek, yazar kasasını fırlatacak duruma gelmişti… İnsanların mutlu yaşamlarını şehrin kâbusuna kurban eder, köylerini boşaltırsanız, onun canhıraş yakınmalarına cevap verecek yüzünüz olmaz.
Bu yaşamlar, batıdan gelen acı reçetelerin uygulanmasıyla insanımızı yaşamından nefret ettirdi. Ve kendisiyle barışamaz duruma geldi. Kendisiyle barışması zor olan bu insanları, toplum olarak barışık yaşamaya hangi güçle ikna edebilirsiniz öyle bir marifetiniz varsa, uygulayın da görelim bakalım… Yani diyeceğim o ki geçmişten beri devam eden, öldürme süründür, canlı bırak yaşatma taktikleriyle bu millet canından nefret eder duruma getirildi. Son 20 yıl içinde çok hızlı bir döneme girdik, değer sistemlerinden tutun, yaşam dinamiklerine ve onların üzerinde şekillenen oluşumlara kadar her taraf batı kasırgalarının kapsam alanına girdi. Şimdi yaklaşana aşk olsun, dokunanı kavuruyor ve dokununca kendinizi ondan kurtaramıyorsunuz; yangın sizi içine çekiyor, ne tarafınızın yandığını bile anlamıyorsunuz. Sonuçta kömüre dönmüş bir kadavra olmanıza rağmen, hala yaşadığınıza da inandırılmış olmanız başka bir trajedi…
Devlet, kendi halkına doğruyu söylemekten kaçınır duruma gelebiliyor, bazı uygulamalarının altında yatan gerçek sebepleri gizleyerek, kendi insanının elindeki imkânların yok olmasını kendi eliyle yapabiliyor. Geçmişte bir kuş gribi vakası yaşanmıştı, dönemin malı-ye bakanının çocuğunun tavuk çitliği ile bir başkasının kümesleri sınır olmasına rağmen Malı-ye bakanının çocuğunun çiftliğine hiç uğramayan girip, yan ve bitişik komşunun tüm tavuklarını kuşattığı için hepsi devlet eliyle itlaf edilebiliyordu. İsrail’in ürettiği ebter olan tohumları çiftçiye vermek için, çiftçinin geçmişten günümüze gelen tohumları tescillenmediği için kullanımına yasak getirilebiliyordu, neden diye sormayın çünkü İsrail bu işlerin en iyisini üretmişti,(!) bir daha ekemiyorsunuz, sizin yorulmanıza gerek yok istiyorsunuz o size yolluyordu; yani her şey sizin için yapılıyordu… Tohumda planlama süreci başlamıştı modern tarım yapılacaktı, az masrafla çok fazla ürünler alınacaktı… Alındı belki doğru, ancak o tarım alanlarında çalışanlar şimdi şehirlerin uyuşturucu trafiğini yönlendirenlerin elinde bir kurban, ya da çok parası olanların masasında gece hayatlarının bir mezesi olarak tüketilmektedir. Şehirli olduk hayat değişti, eskiden bunlar var mıydı diyenler, bazen çıkabiliyor; hakikaten bunlara bu kadar şahit olmadık çok doğru söyleniyor… Çiftçiye tarım alanlarını boş bıraktırarak, onları destekleme adında dilenciliğe özendirmek ve bu dilencilikten memnun olanların da bir daha o tarım alanlarının içine girmeme isteği, sahiden nasıl oluştu sanıyorum bilenler vardır.
İç Ege ve Batı Akdeniz bölgesinde İsraillilere özel tohum üretme merkezleri için yerler vererek onların o alanlarda kontrollü GDO’lu tohumlar üretmesine müsaade eden devletimiz, aynen bu gün olduğu gibi ticari mekanizmaların kontrolünü yapmadığı ya da yeterli yapamadığı için, bu kuruluşlar milleti canından bıktırır duruma getirdi. O tohum üretme çiftlikleri adı altında kurulan İsrail laboratuvarları tohumları orada sadece deneyebilecekken, ne yazık ki, farklı bölgelerdeki seralara büyük paralar vererek onları kiralayıp, normal üretimmiş gibi, yasak olan o tohumlardan ürettiği ürünleri bu topluma satarak, insanlar onu yedikçe istekleri değişti, algıları değişti, menfaatperest bir topluma dönüştü… Geldiğimiz noktada üreten insan değil, edece bekleyen ve birilerinin kölesi olmaktan mutlu olan ve onun müsaade ettiği imkânları kullanmayı insan olmak sanan, bir toplum türevi ortaya çıktı. Dışarıdan gelip birisi onların tezgâhlarını işletmese kendisine yetecek üretimi yapmaktan kaçınan zavallı durumuna sokulan bir nesil inşa edildi… Bunların tümü, gıdamızın bozulmasına göz yuman, bizi korumak zorunda olanların destekleriyle başımıza geldi. Bunlar bir iddia değil, yaşam alanlarından elde ettiğim ve çoğuna şahit olduğum bulgulardan yola çıkarak yaptığım yorumlamalardır. Bu ülkenin buğdayı kendi insanına yetmiyorsa, sözlerin tükendiği yerde yaşıyoruz. Eskişehir Bölgesinin şeker pancarının şeker oranı %70’lerde olduğunu biliyorum yani rekoltesi en yüksek yer şeker için, peki buna rağmen neden Eskişehir bölgesinde şeker üretimi kotaya tabi… Bütün bu örnekler gösteriyor ki, biri bizi dikizliyor evinde yaşıyoruz, burada bizi düşünenler de o programın yapımcılarına hizmet eden elamanlar olmalılar ki, bu kadar kötülüğü bize reva görmüş olsunlar…
Kendi çiftçisini ve köylüsünü korumak isteyen ve üretim yapanları özendirmek ve teşvik etmek için onlara kolaylıklar yapılması gerekirken, sürekli önüne barikatlar kuran, hangi anlayış toplumsal kalkınma yaptığına bizi inandırabilir. Bir ülkenin teknolojik gelişmesinin önünde engel mi ki tarımsal üretim, sürekli patates soğan yok, neden sebze meyve bu kadar pahalı diyenlere karşı hemen söylenen söz, iha ve siha’lar önemsiz mi, siz bunları hala anlamadınız mı diye karşı çıkılır. Hakikaten ben anlamadım. Bir toplum fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz ve onunla ilgili gelişmişlik seviyesi yerlerde ise başka gelişmeleri anlatması bile abesle iştigaldir. Hiçbir şey birbiriyle kıyaslanmayacak kadar önemli ve değerlidir. Bu önemi anlayamayanlar saman mı, İHA’mı diye insanları birinden birine tercih yapmaya zorlayanlar var ya, işte onların ta kendisi olsa olsa bir çuval saman olur…
İnsanların açlıkla baş başa kaldığı bir yerde tabi ki önemli olan gıdadır. Âmâ kendilerini savunmak ve varlıklarını devam ettirmek için yapılan üretimlerin hiçbirisi değersiz değildir. Ancak bunları yapamadık veya bunda eksiğiz ama bakın biz İHA’lar yaptık demek yaşamla bir çelişki oluşturur. Biz bir tarım ve hayvancılık ülkesiyiz topraklarımız buna müsait. Bunları en güzel şekilde yapıp diğer ülkelere örnek olmak zorundayız. Ancak biz tarım alanlarımızı imara açarak, oralara bina dikerek insanları oraya taşıyıp oraları doldurup, sonra onların karınlarını nasıl doyuracağımızı bilmeyecek kadar da gerçeklikten uzak yaşayıp, en iyi bilenlerdeniz.(!)Ülkenin tüm verimli alanlarını ve zeytinliklerini imara açıp oraları önce kamulaştırıp, sonrasında imar verip satarak büyük rantlar elde ettiğimizde, bir üretim mi yapmış oluyoruz, yoksa yaşadığımız alanları göz göre göre imha ederek kendimize cehennem mi hazırlıyoruz. Doğayla savaşanlar hep kaybetti ve kaybetmeye mahkûmdur. Son ağaç kesildiğinde, son tarlaya binalar dikildiğinde, köydeki son ev şehre geldiğinde, uçan kuşlar bu toprakları terk ettiğinde; işte o gün hiçbir beşli çete kazandığı kâğıt parçalarının yenmediğini anlayacaktır.
Geçtiğim her yerde bir beton yığını görmekten nefret eder oldum… Bu beton yığınlarının olması için her gün yasalar çıkarıp arazileri onlara peşkeş çekenlere aynı nefreti taşımıyor değilim… Geçmişte Sarf edilen bir sözü bu günkü yazının içeriğine binaen, kullanmak istiyorum…”Biz ülkemizi pazarlıyoruz ”dendiği zaman çok sorgulamıştım kendi çapımda; baktım ki hakikaten ülkemiz pazarlanmış… Kimilerinin zehir yaymasına, kimilerinin beton çöplüğüne çevirmesine, kimilerinin kimyasal atıklarıyla mikroorganizmaların yok olmasına sebep olmasına, kültürel etkileşim ve küresel göçlerle değer sistemlerinin yerle bir olması için, her ortamdan gelenlere uygun bir zemin haline getirilen ülke toprakları hakikaten pazarlanmış oldu… Ülkenin tanıtımı anlamında bir pazarlama ağından söz edebilmemiz için, ülkenin ithalat ve ihracatı arasında çok ciddi uçurumların olması gerekir. Yani İhracatın yanında ithalatın lafının bile olmaması gerekir ki, o ülkenin hakikaten tanıtım anlamında pazarlanmış olduğuna inanalım… Oysa bizim ülkemiz bizim dışımızdakilerin rahat yaşayacağı ve rahatlıkla girip çıkabileceği cennet olurken, bizler için biyolojik yaşamın devamında bile zorluk çekilen bir üstü açık hapishaneye dönmüş oldu. Tüm bunları neden mi anlatıyorum, ülkemizin her karış toprağı şehit kanları ile sulanırken böylesi pervasızca bu topraklara yapılacak kötülükleri içim kaldırmıyor ve kalbim dayanmaz olduğu için yazıyorum…
Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı, düşün altında binlerce kefensiz yatanı… Her karış toprağı kan ile sulanmış bu vatanın, bir taşı öksüz ve yetim kaldığı zaman, yüreğime hançer saplanıyor gibi içten gelen acıların vermiş olduğu sarsıntıya dayanmak çok güç olduğundan, dışarıya aktarıyorum acılarımı ve sizlerle paylaşıyorum. Ülkemizin genetiği ile oynandı, insanlarımızın davranışlarına bakarsanız hırs ve ihtirasları o kadar hamuta kalkmış ki, onların bu coğrafyanın ürünü olmadığını anlarsınız. Her yanımız delik deşik neresinde köstebek, fare, kösnü ve kirpi yuva yapmış anlamaz olduk, güven ve eminlik bitti, her an nerden nasıl bir saldırıya uğrarız hesabıyla yolda yürür hale geldik, belli bölgelerde… Oysa biz köyümüzde evimizin kapısını hiç kapamamıştık, yaz günleri dışarda tahtın üzerinde yatardık, ama şimdi köyümüzde evin kapısını örtmeyi bırak, kilitleyerek yatıyoruz. Nerden nasıl bir tehlike gelecek acaba diye endişelerle yatıp farkında olmadan uykuya dalıyoruz. Çocukluğumda traktörün römorkunda yatar gökyüzünde yıldızları seyreder, kayan yıldızlardan hangisinin benim yıldız olduğunu hayal ederken tefekkür âlemine dalar; yaratıcının o gizemli sırrına vakıf olurken rahmetini iliklerime kadar hisseder pamuk tarlalarında kimse görmesin, belki ayıp olur diye gizli gizli namaz kılmaya giderdim… Oysa evde Babam annem namazlarını kılardı; ancak ben beş yaşında bir çocuk olarak o ibadetin büyüklere has bir davranış biçimi olduğunu sanırdım… Ne zamanki algılamaya başladık o zaman babam Rahmetli bize Kuran’ı Kerimden bazı küçük sureleri ezberletmeye başladı. İşte o zaman hayatın anlamı daha başka bir tatla ortaya çıkıyordu. Kış günü her taraf ekin tarlaları, çevre köylerden hayvanlar gelip onları yemesin diye kardeşimle ben hayvanları tarladan kovalamaya giderdik. Merhum babam bizi motive etmek için kim erken gelirse diğeri gelinceye kadar ona bir dua öğreteceğim derdi, biz o heyecanla ekin tarlalarında hiçbir şey bırakmazdık, günde en az onlarca seferimiz olurdu… Hatta hiç unutmam Sübhanekeyi, kardeşim bana yetişinceye kadar, ben erken gelip onu ezberlemiştim…
Geçmiş mutluluğumuzu köyümüzün çamurlu yollarında, dere kenarındaki söğüt ağaçları, sazlıklar ve kamışlar arasında bıraktık, gökyüzü biz onu unuttuğumuz için bize kırıldı gülmüyor artık yüzümüze… Ülkemizi pazarlayanlara sesleniyorum, Gökle yer arasını ayırırsanız gök ağlamaz, yer hasret çeker gözyaşları onu diriltmez ve hazan rüzgârı eser üstümüzden bir bakarsınız ülkemizin her taşında viranelerin yasını tutan baykuşlar öter olmuş… Bizim ocağımıza baykuşların yuva kurmasına müsamaha gösteren her kim varsa onların hepsini yaradana havale ediyorum ve sizlere olan muhabbetlerimle satırlarıma son verirken sizleri, en güzel günleri yaşayacağınız ülkemin topraklarında umutla ve huzurla yaşayacağınız günlere kavuşmanızı rabbimden temenni ediyorum… Aydınlık yarınlara hep birlikte kavuşmak aşkıyla…
Erol KEKEÇ/07.03.2022/01.03
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.