- 419 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
TİKSİNTİ - 1.BÖLÜM (UYANIŞ)
Ağızımda kan tadı, sağ yanağım zemine yapışık, buruk naylon kokulu havayı ağır ağır soluyarak yavaşça ayılıyordum. Ne göz kapaklarımı aralayabilecek kadar ne de zor da olsa araladığım göz kapaklarımı açık tutabilecek kadar gücüm vardı. Yarı aralayabildiğim gözkapaklarıma değen ışık, karşımda, zeminde duran televizyonun simsiyah ekranını aydınlatıyor; ekrana yansıyan siluetim küşteri meydanında yere serilmiş bir orta oyuncunun gölgesini andırıyordu. Gözlerim zeminde duran televizyonun birkaç metre gerisine, halının bitip zemin parkesinin melez bir insan vücudu gibi belirmeye başladığı yere ilişti. Koyu kırmızı bir sıvı ovada usulca akan nehir gibi kıvrıla kıvrıla halının bittiği noktadan yüzüme doğru uzuyor, başımın altına vardığında enine yayılan basık bir göleti andırıyordu. Uzun sayılabilecek kâküllerimin bir kısmı alnımdan zemine dökülen koyu siyah sıvının katılığıyla akşam karanlığında siyaha çalan bir şelalenin görüntüsüne benziyor; nefes alıp verdikçe, göletin kızıl, donuk, zarımsı suları dalgalanıyor ve saçımın zeminle buluştuğu noktada, tıpkı bir çağlayanın tepeden düşen sularının zeminle buluştuğu, oynaşıp kabarcıklar oluşturduğu gibi baloncuklar meydana getiriyordu. Kâküllerimin kalan kısmı burnumun üzerinden dudaklarıma uzanırken, bu koyu siyah sıvının kimyasal gazı andıran ağır kokusunu da burnuma iliştiriyordu. Duyumsadığım zemin kokusu kadar acı koku yayan bu sıvının en az kokusu kadar acı olan tadını, alnımın sol yanından sızan ve göz çevremdeki tavukayaklarıyla dağılıp, yüzümde bir ırmağın ayrı kolları gibi farklı yönlere dağıldıktan sonra, yanağımda birleşip dudaklarımın arasından dilime düşen her damlasında alıyordum. Bu sıvının kesif kokusuna ve naylon kokusuna şimdi belli belirsiz kendini hissettiren bir gaz kokusu eşlik ediyor, bu koku, giriş katı olduğu için normalden daha yüksek inşa edilmiş daireyi derin maden kömürlerine inen bir mağaranın yayvan girişi gibi hissettiriyordu. Açlık ve susuzluk muzip bir ikili gibi midemin zillerine basıp basıp kaçıyor; hissettirdikleri yoksunluk, bedenimin biyolojik alarmını çalıştırıyor, bedenim, irademi vücudumu kaldırması için zorluyordu. Fakat öylesine güçsüz ve bitkin bir bedenin kalkabilmesine imkân yoktu. İradem bedenime söz dinletiyor ve gözlerim uyanık kalmaya çalışan nöbetçi askerin gözleri gibi güçsüzce açılıp kapanırken, algım gittikçe yavaşlıyor; yarı aralanmış camdan içeri doluşan insan ve araç sesleri, bana, savaş meydanındaki gürültü ve çığlıkları çağrıştırıyordu. İçeri sızan onca ses arasında kendimi uykunun getirdiği rahatlığa istemsizce teslim ediyordum.
Belki birkaç dakika belki de birkaç saat sonra… Geçen zamanı kestiremeden, yarı aralık pencereden içeri doluşan insan sesleriyle uyandım. Aynı manzara aynı buruk tat ve kokularla belirdi karşımda, aynı açlık ve susuzlukla birlikte. İçgüdülerim bedenimi kaldırması için zorlamaya başladı. Gövdemle zemin arasına sıkışan sağ kolumu zor da olsa kurtardıktan sonra, onu, sol elimle beraber bedenim için önümde payanda yapıp, dizlerimin üzerine doğrulmak için cesurca bir hamle yaptım. Sağ kolum hissedemeyeceğim kadar uyuşuktu. Onun desteğinden yoksun sağa yalpalayıp devrildim. Yüzüm belli etmeksizin akan kızıl nehre daldı. Her şeye rağmen kalkmam gerektiğini biliyordum, bu yüzden, son bir gayretle, sadece sol kolumdan destek alarak önce dizlerimin üzerine oturmaya çalışıp; sonra da ayaklarımın üzerine dikilmek için atıldım. Dizlerimin üzerindeyken yarım ağız bir nefes alıp tüm cesaretimi toplamaya çalıştım. Sendeleyerek doğrulurken, sanki tazyiki yüksek bir suyun kafamın sol yanına tutulması kadar derin bir acı ve sızı veren, migren ağrılarına bezer bir ağrı hissettim. Sol avuç içimle alnımı tutarken, adım atmaya çalıştım. Başım dönmeye, içim çalkalanmaya başladı. Yalpalayarak odanın ortasından geçip, karşı duvarın sağında yer alan ve giriş holüne açılan kapıya yanaştım. Kapının bana göre soluna yerleştirilmiş ucuzluktan alınma masaya destek için sol elimle yaslandım. Ağırlığımı taşıyamayan masa devrilen mermer plakalar gibi, öne doğru, ağır ağır devrilip önünde dizili olan iki beyaz sandalyeye yaslanırken, üzerindeki defter ve kalem masaya paralel şekilde kayarak yere düştü. Kapı çerçevesinden destek alıp hole çıkarak, sol bitişikte bulunan küçücük mutfağa açılan kapıya yöneldim. Vücudumu ve onun verdiği ağırlığı kullanıp, gövdemin soluyla neredeyse yarıdan fazlası açık olan mutfak kapısına omuz attım. Kapı süratle sola açılıp duvara çarpınca, buzlu camında belirgin çatlaklar oluştu ve ben, sabahın erken saatlerinde ahırdan dışarı salınan öküzler gibi mutfağa dadım. Girişin sağına yerleştirilmiş buzdolabına yönelip kapısını açıtım, oraya kadar gitmekte gösterdiğim dirayete şaşırıyordum. Plastik su şişelerden birini sol elimle avuçlayıp sağ kolumla gövdem arasında sıkıştırarak kapağını, bir radyo kanalının frekansını ayarlar gibi ağır ağır çevirmeye başladım. İbre ayarın sonuna vardığında son yivi de şişeden ayrılınca frekans ayarlanmış olan kapak, çekirdeğinden ayrılan mermi kovanı gibi yere düştü. Kapak zemine çarpıp sekerek havalanırken ben, sol elimle kavradığım şişeyi dudaklarıma dayadım. Ağızıma dökülen suyun bir kısmı genzime kaçmış; kanın ekşimsi tadını hissettirerek suyu yutmama mani olmuştu. Suyu tükürdüm. Birkaç yudum alıp, gargara yapmaya ve ağzımın içini kandan arındırmaya çalıştım. Birkaç yudum daha… Suyu zemine tükürüyor, içmek için bir yudum daha alıyor, aynı buruk tadı tekrar hissedince yine tükürüyordum. Bir kaç yudum sonra, suyun tadını hissedince, alnımı geriye yaslayıp kana kana içiyor; susuzluğumu dindiriyor, içgüdülerimin bana emrettiği gibi hayatta kalmaya çalışıyordum ve sırada acıkan karnım vardı. Buzdolabının içine göz attım. Taşınmak üzere olduğum için dolapta abur cuburun dışında hiçbir şey yoktu yalnız, alt gözlerin birinde, dün akşamdan kalma birkaç dilim pizza duruyordu. Onları almak için eğilince, başımın ağrısı daha da şiddetlendi. Gözlerim çıplak parmak uçaklarıma kayarken başım dönmeye devam ediyordu. Bacaklarımın güçlerini yitirdiğini hissettim. Dizlerimin üzerine çökerken, öne, dolabın içine doğru devrildim. Gözlerim yeniden ağırlaşıyor, bilincim kapanmaya başlıyordu. Uyumak istiyordum. Bedenim irademe bir kez daha yenik düşüyor ve ben gövdem dolaba yaslı halde, kendimi uykuya teslim ediyordum.
Belki birkaç saat belki de bir gün sonra… Buzdolabı, kapısı açık kaldığı için alarm veriyordu. Sesine uyanıp, gözlerimi açınca, içine gelişigüzel istiflenmiş birkaç abur cubura ve alnımdan sızan kanla yer yer kızıl lekelerle kaplanan dolap mazgallarını gördüm. Ellerimle buzdolabından destek alırken dolaba yaslanmış gövdemi geri çekiyor; soluğumdaki soğuktan kurtulmaya çalışıyordum. Kendimi şimdi daha dinç ama daha aç hissediyordum, fakat dayanılmaz ürperti vücudumu titretiyordu. Dolabın içinden yayılan soğuk hava, buz etkisi yapmış olacak ki, baş ağrım nispeten hafiflemişti fakat dizlerim dakikalardır bükülü kaldıkları için sızlıyorlardı. Ağrılarından kurtulmak için bağdaş pozisyonuna geçerken, karşımdaki tabakta duran pizza dilimlerine uzandım. Aklımda henüz açlığımdan başka bir şey yoktu. Dilimleri yerken bedenimi ve mutfak zeminini inceledim. Tıpkı mutfak zemini gibi sütüm başım da kanla karışık su içindeydi. Son pizza diliminin son lokmasını da yuttuktan sonra, sakin hareketlerle doğruldum ve uzun süredir açık kaldığı için hala öten buzdolabın kapısını kapattım. Tabanlarımın altında bir ıslaklık hissettim. Bu ıslaklık, yaşadığım dünyaya ait maddesel hisleri uyandırmaya başladı zihnimde. Gözlerim ışığın kırılmalarına, burnum üzerimden yayılan kan kokusuna, kulaklarım dışarıdan gelen belli belirsiz seslere alışırken; bilincim topladığı bu bilgileri anlamlı hale getirmeğe çalışarak; beni terk etmediğini anlatıyordu bana. Hala yaşıyordum. Hala buradaydım ve varlığımın farkındaydım. Fakat bilincim, o, bana ait değilmiş gibiydi yahut ben ona ait değildim. Zihnim uyuşuk, mekanik ve döngüsel çalışıyor gibiydi. Ruhum neredeydi? Onları kavrayamıyor, hareketlerimin nedenini algılarımdan ziyade, içgüdülerim gibi hissediyorum. Şokta mıydım? Yoksa ölmüş müydüm? Ya bu boşluk, içimdeki boşluk neydi?
Sakin adımlarla oturma odasına dönüp kapı eşiğinde dikilerek, gözlerimi karşı duvara kilitledim. Bu evdeki neredeyse her eşya gibi o da ucuzluktan alınmış bir saat, ahşap desenli siyah çerçevesiyle gri duvarın üzerinde bir kara delik gibi duruyor; akrebi ve yelkovanı neredeyse dokuz otuza geliyordu. Kaç saat geçmişti? Sekiz mi? Dokuz mu? Yoksa daha fazla mı? Gözlerim karşı duvardayken bir adım daha attım, ayağım, altındaki nesnenin varlığını hissetti. Bu nesne mutfağa giderken devirdiğim masanın üzerinden yere düşen defterimdi. Defter! Bir defter! İnsan bir deftere neden ihtiyaç duyar ki? Ayağımı kaldırdığımda, dün gece okuduğum sayfanın açık olduğunu ve bu sayfanın dibinde, sağ alt köşede, defalarda daire içine alınmış bir soru cümlesinin mürekkebinin tabanımdaki nemin etkisiyle sağa sola yayıldığını; bu yayılımın, cümleyi kûfi tarzıyla yazılmış mistik bir cümleye dönüştürdüğünü gördüm. Daire içine alınmış bu soru, önce çelik levhaya yazılmış, sonra da kayaya dübellenmiş mistik bir uyarı cümlesi gibiydi. Bir tehlike tabelası, yaklaşmayın uyarısı gibiydi. Peki, bu sorunun yanıtını biliyor muydum? Bundan emin değildim. Fakat soruyu ne zaman ve neden yazdığımı anımsıyordum. Kendime ait sorgularıma henüz başladığım, sorulardan daha çok yanıtları önemsediğim zamanlardı. T. ile karşılaştığım akşamın ilerleyen saatlerinde, ne yaşadığımı fark etmediğim bir gecenin sabahında, içinden sıyrılmaya çalıştığım bir ruh haliyle yazmıştım bu soruyu. Aynı gecenin sabahına kadar yazdığım diğer cümlelerden irkilerek; kendime bir uyarı, yazdıklarıma bir şerh olsun diye yazmıştım bu tümceyi. Bu yüzden şimdiye kadar ne zihnimde ne de dış dünyada ona dair hiçbir yanıt aramamış, onu yanıtlanması gereken bir soru olarak görmekten daha çok, uyulması gereken bir kanun, anayasanın değişmez hükmü olarak görmüştüm. O halde neden bu kanunu çiğnemiştim? Üstelik ne o zamanlar ne de az evveline kadar, üzerine bastıktan sonra cümlenin dağılan harflerini görene dek, içinde herhangi bir mistik güç de barındırmıyordu kanımca ya da ben taşıdığı gücün farkında değildim. Az öncesine kadar herhangi bir kâğıda yazılmış alelade bir cümleydi. Oysa şimdi, kâğıt sıradan bir kâğıt olmaktan öte bir muska kâğıdı gibi görünüyordu gözüme ve üzerinde taşıdığı soru cümlesi, alnımdaki açık yaradan bir erda gibi sızıp girmişti zihnime. Artık, bir kâğıda yazılmış alelade soru olmaktan öte, zihnimde, yanıtlanması gereken en mühim soruydu ve belki de cevabı hayatın kıymetiyle eşdeğerdi. Cevabını bulduğumda, koyduğum kanunun ruhunu anlayacak, onunla ruhum arasındaki çelişkileri açığa çıkaracak ve belki de çiğnediğim kanunun muadili başka kanunlar yapacaktım. Fakat neydi cevabı?
Bir müddet nereye döneceğimi, ne yana bakacağımı bilemeden gözlerimi kâğıttaki soruya kenetleyerek bakmaya devam ettim. Soruyu çevreleyen bunca halkanın hepsini dün gece mi atmıştım? Ama hayır! Bu olamazdı, çünkü halkaların bir kısmı farklı renkte olduğu gibi, aynı renkte olanların pek çoğunun da tonu birbirini tutmuyordu. Bazıları silik, puslu mürekkeplerle orada, kâğıdın üzerinde, dururken, bazıları kanın tazeliği ve konusunu hissettirir gibi mürekkebinin tazeliğini ve kokusunu hissettiriyordu. Demek bunca zaman zihnimi bu soruyla meşgul etmiş, kendime koyduğum kuralları çiğneyebilmek için onunla daha evvel de uzun uzadıya bakışmıştım. Bu bakışmaların bazılarını hatırlıyordum. Ayak parmak uçlarınızdan başlayan bir ürperti silüetinizi dolaşarak önce başınızın üzerinden geçer, sonra da diğer ayağınızın parmak uçlarına vararak soğukluğunu tüm bedeninize yayar, dışarısı kaç derece olursa olsun sizi tir tir titretirdi. Bütün algılarınızı kapatır, sizi hiçbir suretle ışık geçirmeyen bir tentenin altına hapsederek kendi karanlığınızla yapayalnız bırakırdı. O karanlığın içinde hiçbir şey olmazdı. Sesiniz sesinize çarpıp yankılanır, ruhunuz vücudunuzdan çıkıp dolaşır, bedeniniz çarmıha gerilmiş gibi kaskatı kesilirdi. Fakat varlığınızın kati suretle farkına varamazdınız. Donmuş, katılaşmış bedeninizle ne yana sürüklenirseniz sürüklenin, altında olduğunuz örtünün sınırlarına çarpar, duralar azrailiyle yüz yüze gelen insanların ölümle bakışmaları gibi siz de onunla uzun uzadıya bakışırdınız. Saatler önce ölümle yüzleşen biri olarak söyleyebilirim ki; bu bakışma, çoğu zaman, ölümden bile daha korkutucudur. Çünkü tecrübe edilmiş hayatın bilinmezliği karşısında ölümün bilinmezliği sır olmaktan uzak, ana rahmine düşmeden önceki hiçliğin bilinmezliği gibidir. Ölünce belki bir cennete ya da cehenneme gideceğiz, belki de varlığımız o noktada son bulacak ve biz, maddenin döngüsüne dâhil olup evrenin sonuna dek yaşayacağız. Bunu bilmiyoruz ve bu bilinmezlik ürkütüyor bizi. Oysa şu ana kadar deneyimlediğimiz hayatın, bu andan sonrası içinde binlerce muamma barındırıyor ve ölüp ölmemek de bu bilinmezlikler içinde de doğal olarak yer alıyor. Yarın ne olacak bilmiyorum. Belki dün gece yapmaya çalışıp da beceremediğim şeyi tekrar deneyeceğim, belki de ondan vazgeçip artık inanmadığım fikirlerimi diriltmek için yeni yeni bahaneler arayacağım. Ancak hangi ihtimale şans verirsem vereyim, ölümün getirdiği bilinmezlik, bu ihtimallerin getirdiği bilinmezlik karşısında daha belirgin kalacak ve hepsinden önemlisi ben o bilinmezliğin içinde yaşamaya devam edecek, hayatıma dair birtakım planlar yapmaya devam edeceğim.
Sağ ayağımın parmak ucuyla defteri kenara iterken, belki de cevap bu odadadır diye, sadece üç ay yaşayabildiğim bu köhne evin oturma odasının kasnağına üstünkörü göz attım. Bu oda iki yıl önce, İ. şehirinde kaldığım odaya pek benzemese de aynı ruhsuzluğu ve görgüsüzlüğü taşıyor; benzer mimari ve dekoratif bozuklukları, insan dikkat etmese de gözüne çarpıyordu. Burada yaşadığım kısa zaman boyunca bu kusurları fark etmemiş olmam ilginçti. Eskiden yaşadığım dairenin ve odanın yapısal özelliklerine dikkat eder, oturacağım koltuktan yatacağım yatağa kadar hemen her eşyamı bu kusurları mümkün olduğunca gizleyecek biçimde yerleştirerek dekore ederdim evi. Oysa ne bu ev ne de bu oda için hiç düşünmemiş, eşyaları, aklıma gelen ilk tertipleriyle yerleştirmiştim. Mesela köşe kolonlarının aşırı çıkıntılarını, köşe diplerine yerleştireceğim birer tekli koltukla gizleyebilir; üçlü koltuğu pencereyle ortalayarak eski tip, döküm kalorifer peteğinin hantal görüntüsünden kurtulabilirdim. Bunlara hiç dikkat etmeyişim, burayı bir yaşam alanı olarak görmekten ziyade, sadece bir barınma alanı olarak düşünmemden ibaret miydi? Yoksa bu tutumum da uzun zamandır önemsemeyi bıraktığım hayatın, davranışlarıma yansıyan başka bir sonucu muydu ve niçin hayatı önemsemeyi bırakmıştım? Peki, bu önemsemeyiş aradığım cevap olabilir miydi? Dakikalar ilerliyor ve ben, hâlâ defterimdeki o soruyla bakışıyor; düşünüyordum. Hayatı önemsemediğimi fark ettiğim zamanları, anımsamaya çalıştım. Bu zamanlar soruyu kaleme aldığım zamanın çok sonrasındaydı. Bu durumda aradığım cevap bu olamazdı. Fakat zihnimin derinliklerinde bir ziya; cılız koyu renkleriyle belirdi. Tıpkı uzayın derinliklerinden, geçmişi bize gösteren yıldızlar gibi, o da bana geçmişi göstermek istiyor; beni kendi evrenimin derinliklerine, kendi yıldız tozlarıma, kendi harelerimin ışığına çağırıyordu. Derken çocuklumdan kalma bir alışkanlığım nüksetti ve zihnim bu cevaba odaklanmışken, odanın içinde zindandaki mahkûm gibi dolaşmaya, beni zihnimin derinliklerine davet eden ışığın koyu tonlarını izlemeye başladım.
Bulunduğum zamandan gün be gün geriye giderek defterimde okuduğum soruya bir yanıt aramaya devam ettim. Madem bu şehire gelmiş ve dün geceyi bu şehirde yaşamıştım, o halde yanıt; “Bu kente gelmiş olmamdır.” diye basite kaçan bir cevap mırıldandım. Bu şehire taşınmasaydım, yaşadıklarımın hiçbirini yaşamayacak ve başka bir kente taşınmak için buraya dönmek zorunda kalmayacaktım. Cevabı bulduğum düşüncesiyle kendimi avuturken duraksadım. Bu şehire geliş nedenimi ve amacımı hatırladım. Her ne kadar iş icabı gelmiş gibi gözüksem de asıl sebep, T.’nin başına gelenlerdi. Onun yaşadıkları beni de etkilemiş ve sonuçları beni başka bir şehire gitmeye itmişti. Şu halde aradığım cevap bu da olamazdı. Fakat belki de onunla tanışmasaydım, bu şehire gelmek zorunda kalmayacak ve yaşadıklarımın hiçbirini yaşamayacaktım. Birden onu tanıdığım geceyi anımsadım. Aman yarabbi! Ne kadar tuhaf ve ne kadar bu dünyadan olmayan, sanki hiç yaşanmamış bir geceydi. Fakat o gece, beni dışarı çıkmaya zorlayan bir neden vardı. O neden olmasaydı, dışarı hiç çıkmayacak ve T. ile hiç tanışmayacaktım. O mahalle bakkalı, oraya hiç uğramasaydım, orada şahit olduğum konuşmaları hiç duymasaydım… Dakikalar geçiyor ve ben geriye sardırdığım hadiseler silsilesine bir başkasını ekliyor; zihnimin derinliklerine indikçe, geçmişimin de derinliklerine iniyordum. Her anımsama kendinden önceki başka bir anımsamayı peşinden sürüklüyor; gittikçe uzayan, uzadıkça bulanıklaşan bir neden sonuç zinciri hatırlamakta zorlandığım tarihlere doğru uzuyordu. Bu neden-sonuç zincirinin çoğu halkası henüz iç içe geçmemiş yahut geçirilmemiş, tek başına önemsiz ama hepsi bir bütün olarak önemli halkalardan oluşuyor ve bu halkalar çocukluğumdan başlayıp şu anıma kadar geliyordu. Bulunduğum andan geriye doğru gidişim, zihnimin sahilinde kumlara gömülü olan bu zinciri meydana çıkarmış olsa da beni başladığı noktaya eriştirememiş ve bana ilk halkasını gösterememişti. Yaklaşık bir saatin sonunda önümde, bazı halkaları eksik zincir kümelerinden oluşan devasa bir zincir demeti vardı. Nereden başladığını kestiremiyor, aralardaki boşlukların halkalarının nerede olduğunu bilemiyor, bu zincir demetlerini birbirine ekleyemiyordum. Fakat artık, aradığım cevabın tek bir neden değil, birbirini takip eden farklı zaman diliminde meydana gelmiş nedenlerden oluşan bu zincir kümesi olduğunun biliyordum.
Benim için mesele, artık, bu zincirin ilk halkasını ve o halkanın bağlı olduğu direği bulmak olmuştu. Dakikalar ilerledikçe o ilk halkayı bulma arzum, beni, zihnimin diplerine doğru çekiyordu. Bu dalış aşağı yukarı mevkisi belirlenmiş, fakat tam konumu tespit edilememiş bir hazineyi aramaya benziyordu. Basıncın etkisiyle vurgun yiyebilir, dalış donanımlarının azizliğine uğrayıp havasız kalabilirdim. Fakat ilginç bir şekilde bu riskleri umursamıyor, bu hazineyi bulmam durumda elde edebileceğim ganimetleri düşünüyor ve bu dalışın tehlikelerini göze alıyordum. Aslında hazine diye nitelediğim batık, pek de kıymetli parçalardan oluşan, içinde elmaslar, zümrütler, altınlar, sikkeler bulunan bir batık değil; daha çok antika değeri olan, kırık dökük ahşap parçalardan meydana gelmiş bir yığın lanetli çer çöp olduğunu biliyordum. Belki de onu önce hazine gibi sandıklara kilitlemiş, sonra zihnimin derinliklerine gömmüş ve bulunmaması için yerini gösterir her işareti, her izi zihnimden bile isteye kazıyıp atmıştım. Belki de yanıtının peşine düştüğüm sualin içerdiği yasalardan biri de buydu. Beni bu hazinenin peşine düşmekten men ediyor, onu aramamam hususunda uyarıyordu. Fakat o an, bu ihtimallerin hiçbirini umursamıyor, fakirleştiğimi, çula muhtaç olduğumu düşünüyor ve sakladığım bu hazineye -ya da lanete- ihtiyaç duyuyor; tıpkı bir morfinmanın kullanmamaya karar verdikten sonra, çöpe attığı morfinini araması gibi, yokluğunun verdiği yoksunlukla, delicesine bir iştahla arıyordum onu. Bu yüzden zihnimin derinliklerine doğru inmeye devam ettim. Daha diplere indikçe, tıpkı suyun basıncının artması gibi hayatımın da basıncı artıyor, bu artan basınç bedenimi sıkıştırıyordu. Anımsadıklarımın etkisiyle tıpkı bedenim gibi kanımın da basıncı artıyor ve basıncı artan kanım alnımdaki yaradan azar azar sızıp mekâna damlıyordu. Sızan kanı umursamadım. Kanama pahasına daha derine, derinlere dalmaya devam ettim. Diplere indikçe kopuk kopuk da olsa hayatı önemsediğim zamanları hatırlamaya ve artık önemsemediğim hayatın kıymeti üzerine de fikir yürütmeye başlamıştım. “Belki de ölümden dönmüş insanlar haklıdır.” diye geçirdim aklımdan. İnsan, kıyısına varmadığı uçurumların derinliğini bilemediği gibi ucuna gelmediği hayatın da değerini kavrayamıyordu. Ancak ben, onların aksine bir zamanlar hayatın kıymeti üzerine düşünmüş, hatta birtakım değerler kümesinin onu kıymetli kıldığında karara varmıştım. Hayatı önemsediğim zamanlarda bu değerleri ideal olarak benimsemiş, kendi yaşamımı bunlar üzerine inşa etmeye çalışırken toplumsal düzenin de bu değerler üzerine inşa edildiğini sanmıştım. Fakat zaman bana yanıldığımı göstermiş; hayata kıymet veren hiçbir şeyin olmadığını, her değerin -hatta hayati önem taşıyanlarının bile- çeşitli bireysel ve grupsal çıkarlar uğruna göz ardı edilebileceğini göstererek, beni inandığım safsatalardan arındırmıştı. Kendimi hayatın hurafelerinden temizlediğimde geriye toplumsal yaşamdan soyutlanmış, bireysel bir yalnızlığın gölgesinde kalmış kıymetsiz bir hayat bulmuş ve kıymetini yitirmiş bir dünyaya karşı başka bir dünyayı daha cazip bulmuştum. Bu yüzden yaptığım şeyden emindim. Ayrıca arzuladığım ne varsa -kast ettiğim kesinlikle cennette vaat edilen hazlar değil- onda bulacağım düşüncesi, kıymetini yitirmiş bir dünya algısıyla birleşmiş ve bu birleşim o dünyaya ait madde üstü hisleri tat alamadığım bu dünyanın duyularıyla hissetme arzumu da uyandırmıştı. Bu nedenle de bu yöntemi seçmiştim. Fakat girmek isteyip giremediğim yenidünyaya karşı, varlıkla yokluk arasında arafta kalmış başka bir dünya daha vardı. Belki de hissetmek isteyip de hissedemeyişimin yahut hissettiğimi anımsayamayışımın nedeni ruhum gibi bedenimin de arafta kalışıydı. Zihnimi öylesine boşaltmış ve buna hazırlamıştım ki, tıpkı kinik filozoflar gibi aylarca münzevi bir hayat yaşamış; algımı bulandıracak tüm toplumsal kurgulardan olabildiğince uzak kalmıştım. Sanıyordum ki bu dünyadan uzaklaştıkça gitmek istediğim boyuta yaklaşacak ve gerçekleştireceğim tek bir eylemle de ona erişebilecektim. Oysa gözümü kapattığım andan açtığım ana dek aynı mekânda uyuyup, aynı mekânda uyanmıştım. Ne boyut değiştirmiştim ne de bir yere gitmiştim. Öte dünyadan bir şey almamış ve ona bir şey vermemiş gibiydim. Fakat zihnime doluşan soruları bir kenara koyarsak yine de kendimi eksilmiş hissediyor, bu yola girerken duyumsadığım hiçbir duyguyu şu an duyumsayamıyordum. İçimde korku, sevgi, umut, umutsuzluk… gibi herhangi bir duygu barındırmadığım gibi; sanki artık bu hisleri umursamıyordum da. Üstelik içimde, aşina olduğum huzursuzluk gitmiş, yerine doygun bir kayıtsızlık, anlamsız bir umursamazlık gelmişe benziyordu. Ne alnımdan hâlâ inceden inceye sızan kanı ne de kanın halılara, evin içinde sağa sola bulaşmasını umursuyordum. Ne hayatı önemsiyordum ne ölümü; ama yine de artık ölmek istemiyordum. Bu yaşadığım şok hali değildi; çünkü yaptığım şey üzerinde günlerce düşünmüş, nedenlerini kabul etmiş ve nasılını uzun uzadıya planlamıştım. Bir anarşistin devrimi ateşleyecek eylemi kadar yüce bir eylem olmasa da, benim eylemim de kendi çapında küçük bir devrime kapı aralayacak ve bu devrim beni özgür kılacaktı. Sonuçlarından öylesine emindim ki, bu eminlik içimdeki dinsel kaygıları kazıyıp atıyor, beni, inançlarım karşısında çelikten zırhlarla kaplıyordu. Üstelik bu zırhları parçalayabilecek bir silah, delip geçebilecek kalibrede bir mühimmat ve etkisiz hale getirebilecek bir tılsım da yoktu. O halde ne ters gitmişti de beni özgür kılacağını zannettiğim bu devrimsel eylem amacından sapmış, benden bir şeyler alıp götürmüştü? Neydi benden eksilttiği? Neydi bendeki dinginliğin sırrı? İçimdeki duygusal boşluktan ziyade içgüdüsel benliğin anlamı neydi?
Odanın içinde, koltukla televizyon arasında gidip gelirken duraksadığım bir anda duvardaki saatle ikinci kez göz göze geldim. On bire gelmek üzereydi. Saatin ilerleyişi bana zaman denen mefhumun varlığını anımsattı. İki gün sonra başka bir şehire taşınacağımı hatırladım. Gözlerimi saatten ayırarak oturma odası olarak kullandığım odaya göz gezdirmeye devam ettim. Manzara evin diğer odalarıyla aynıydı. Bu odada da evdeki diğer odalarda olduğu gibi koliler ve gazete parçaları duvar diplerine gelişigüzel yayılmıştı. Saatin asılı olduğu duvarın dibinde yan yana üç koli ve onların etrafına saçılmış çeşitli mutfak eşyaları, bazısı gazete kâğıtlarına sarılmış, bazısı henüz sarmalanmamış açık vaziyette yerde duruyordu. Karşı duvarda, masayla koltuk arasında, paketlemesi tamamlanan ve ağzı bantlı yan yana ve üst üste dört koli, pencere tarafındaki kolilerin üzerinde de ağızlarını kapatmakta kullandığım bant duruyordu. Her şey olması gerektiği gibi, olması gerektiği şekilde ve olması gerektiği yerdeydi. Zemindeki kan lekeleri dışında, bu evde, zamanın hayatın normal akışı dışında aktığını, sağa sola dağılmış tüm bu eşyaların sahibinin taşınma dışında başka bir planının olduğunu gösterir herhangi bir emare yoktu. Oysa yapmaya karar verdiğim şeyi yapacakken, hayatı normal akışı içinde yaşamış olmam, bir idam mahkûmunun birkaç saat sonra asılacakken yemek yemesi kadar anlamsızdı. Anlaşılan o ki; bu anlamsızlık, yapmaya karar verdiğim şeyden önce de vardı. Peki ya bu ruh hali, o da var mıydı?
Duraksayınca bacaklarımın sızladığını hissetmiştim. Oturmak için pencere önüne, televizyonun tam karşısına yerleştirilmiş kanepeye doğru ilerlerken; alnımdan ince ince sızıp yaranın içinde biriken bir damla kan, sol ayağımın parmak uçlarına damladı. Bu bir damla, bana dün geceyi anımsatsa da aynı kayıtsız dinginlik ve umursamazlıkla, saatler önce ölümün kıyısından dönmemişim gibi usulca kanepeye oturup uzaktan kumanda ile televizyonu açtım. Ekranda görüntüsü beliren yayın, sürekli izlediğim haber kanallarından biriydi. Birkaç ahmak, öğleye yakın bu saatlerde, kökleri Osmanlı’ya kadar uzanan birtakım konuları her zamanki politik ve ideolojik bagajların ağırlığıyla tartışıyor; izleyenlere bir bakış açısı kazandırmaktan daha çok, kendi fikirlerinin propagandasını yapabilmek adına fikri gerçekliğin, beşeri ahlakın sınırlarını zorluyordu. Çok değil, yaklaşık on saat önce bu yayını izliyor olsaydım; fikrin ve aydının namusunu ayaklar altına alan bu zerzevatlara, içimden, anne karnından henüz doğurttuğum gürbüz küfürler fırlatırdım. Fakat şimdi, haklarında hiçbir yargıya varmak içimden gelmiyor; onlara edilecek sövgüyü dahi israf sayıyor; varlıklarına karşı takındığım bu kayıtsız tavrı anlamlandıramıyordum. Sanki usta bir ahşap oymacısının bir kütüğün içini zamanla oyup boşaltması gibi dün akşamdan bu yana usta bir oymacı da keskin bir iskarpela yardımıyla içimi oymuş; başka bir zanaatkâr olan demirci de içimden çıkan yongaların yerini demir ve bakır alaşımından döktüğü, bedenimi biyolojik olarak ayakta tutmaktan başka bir işe yaramayan soğuk metal parçalarla doldurmuştu. Bir katilin serinkanlılığına haiz, bir maktulün hareketsizliğine tabiydim. İçim buz gibi kaskatıydı ve kıpırtısızdı. Ve ben tüm bu hissizliği, tepkisizliği bunlara hamlediyordum. Öne doğru hafifçe eğilerek dirseklerimi dizlerimin üzerine dayayıp, yanaklarımı avuçlarımın arasına aldım. Bu görüntümle kendinden daha büyük çocukların oyununa dâhil edilmediği için dışarıda kalan ve kaldırıma oturup onları izlerken ağlayan çocukları andırıyordum. Fakat ağladığım da yoktu. Kırmızıya boyanan ellerimi aşağıya ve yukarıya doğru hareket ettirerek avuç içlerimle yanaklarımdaki kanı sıyırıyor; ellerimi, başıma ulaştıklarında saçlarımda gezdirerek temizliyordum. Bu hareketler esnasında sağ kolumun uyuşukluğunun iyice azalmış olduğunu, kalem tutabilecek güce kavuştuğunu fark ettim. O an içimde yazma isteği belirdi. Devingen bir hızla bu hareketleri tekrar ederken, hâlâ azıcık da olsa kanayan alnımdaki yaradan sızan bir damla kan sol dizime damlamış ve dizimdeki tüylerin yavaşlatıcı etkisiyle, çocukluğumdan kalma bir yaranın izine doğru usulca uzanmaya başlamıştı. Umursamadım, fakat yine de kendimi kandamlasını seyretmekten alıkoyamadım. Tüyle temas eden damla, temas ettiği her kılda bir zerresini bırakarak gittikçe yoğunluk kaybetse de gitmek istediği noktaya varmakta oldukça kararlıydı. Çok kısa zaman içinde yara izine ulaşan kan, önce yara izini çepeçevre kuşatmış; sonra düşmanı pusuya düşürmüş amansız bir ordu gibi aniden atağa kalkarak izi tamamen kırmızıya boyamıştı. Durup sağ avucumun tersiyle dizimi temizleyerek yara izini açığa çıkardım. Donuk kırmızı bir renk hâlâ yara izini kaplıyordu. Bu haliyle, önce ezilip kan toplayan sonra da katılaşan avuç içi nasırlarına mı yoksa cesetlerden temizlenmiş savaş meydanına mı daha fazla benzediğine karar veremedim. Sol elimin avuç içini sol ayağımın dış cephesine yerleştirerek dört parmağımla bacağımı kavrayıp boşta kalan başparmağımla yara izinin üzerinde gezinmeye başladım. Bu geziniş bir yönüyle Alice’in Harikalar Diyarı’ndaki gezinişine, başka bir yönüyle de Don Kişot’un Toledo’daki gezinişine benziyordu. Geziniş esnasında bu yarayı almama sebep olan haylazlığımı düşünmeye başladım. Zaman sonra zihnime attığım bu sondanın etkisiyle sadece çocukluğumun anıları değil, tüm geçmişim bir artezyen gibi fışkırmaya; dakikalar öncesine kadar hatırlayamadığım görüntüler de gözlerimin önüne gelmeye başlamıştı. Bu, batık olan hazinesinin, suların çekilmesiyle beraber gün yüzüne çıkması kadar mucizevi bir şeydi. Birkaç dakika önümde akan anılarımı seyrettikten sonra, ellerime ve yüzüme konan sinekleri kovarak kollarımı göğsümde kenetleyip, geriye doğru yaslanırken gün yüzüne çıkan kayıp hazinemi düşünmeye başladım.
Bu düşünüş içinde ne geçmişe dair bir muhasebe ne de geleceğe dair herhangi bir plan barındırmıyordu. Çünkü geçmiş, gözlerimin önünde fışkıran bir artezyenle mekâna boşalıyor, gelecek ise hissizliğimin gölgesi altında dakika dakika kararıyordu. Benim için artık geçmiş ya da gelecek yoktu. Hatta “şimdi” bile yoktu. Sanki zamanın ölçülebilir en kısa diliminde yaşıyor, bu kısacık zaman biriminde, her an yeniden doğup, ölüyordum. Gözlerimin önüne saçılan hatıraların içinden; geçmişi, geleceği ve şimdiyi elimden alarak beni bu kadar küçük bir zaman dilimine hapseden nedenleri aramaya koyuldum. Bu nedenler aynı zamanda kopuk olduğuna inandığım zincirin halkalarıydı da. Hafızam üst üste yığılmış milyarlarca anıyı önce zihnimin zemininde sağa sola yayıyor, sonra bunları alt alta ve yan yana dizerek anlamlı hale getirmeğe çalışıyor, görüntüleri, daha evvel oluşturduğum zincirle mukayese ediyordu. Fakat zaman dilimleri o denli büyük ve kopuktu ki onların içinde bazen bir konuşmada geçen tek cümle, bazen başkası tarafından alınan bir karar, bazen bir kâğıda atılan imza gibi kısacık anlara dayanan nedenleri görebilmek imkânsızdı. Bunu anladığımda zihnimi, nedenlerin ait olduğu büyük zaman dilimlerini seçip ayırmaya zorladım. Birkaç dakika sonra önümde milyonlarca anının içinden seçip aldığım, izlenmeye hazır onlarca hatıra birikmişti. Her birini zihnimde oynatmaya ve hayatıma kilometre taşı olduğunu düşündüğüm kısacık zaman dilimlerini içlerinde aramaya başladım. Zihnim bu işlemleri öylesine büyük bir hızla yapmaya başlamıştı ki, görüntüsünü taradığı anının bazen ileriki bir dakikasına ya da saatine bazen de daha önceki bir gün yahut haftasına atlıyor; ihtiyacı olduğu zaman dilimine ulaştığında ait olduğu aralığı keserek hafızamın başka bir alanına kaydediyordu. Dakikalar sonra, belleğimin bir kısmında kurgulanmaya hazır, parça parça zaman dilimlerinden oluşan onlarca görüntü birikmişti. Artık beni bu noktaya sürükleyen zincirin kopuk halkalarına sahip olduğum gibi, zincirin ilk halkasının ne olduğunu da biliyordum. İş onları art arda ekleyerek zinciri tamamlamaktaydı. Zihnimi, tabanına yaydığım önceki görüntülerden temizleyip; ayırdığım parçaları, aynı yol ve yöntemle, temizlediğim görüntülerin yerine yaymaya başladım. Filmin tamamını izlemiş biri olarak ben, bu filme ait görüntülerden oluşturacağım bu kısacık klibin, taslak kurgusunu bir kenara iterek final kurgusuna odaklanıyor; elimdeki parçalardan doğrusal olarak akanlarını düz bir kurguyla, aynı zamanda yaşananlarını çapraz kurguyla, aynı sebep ve sonuçlara dayananlarını biçimsel kurguyla, hiçbir bağlantısı olmayan ama netice itibariyle birbirini etkileyenleri de atlamalı kurguyla birbirine ekliyordum.
Film tamamlandığında ortaya çıkan eseri zihnimde oynatmaya koyuldum. Hayatımın uzunluğu karşısında çok küçük bir zaman dilimini gösteren bu film bebekliğimin ilk aylarından başlıyor ve dün akşama kadar uzanıyordu. Dün geceye ait son kareyi de izlediğimde bu kısa filmin yıllarca kaçındığım bir gerçeği anafikir bellediğini fark ettim. Bu gerçek, adına ideal dediğim ne varsa hiçbirinin gerçek olmadığı; onların bana münhasır bir takım sanrılardan ibaret; gerçekliğin tahrif edilmiş hallerinden oluşan ve hayatı betimlemekten uzak bazı mefkûrelerden daha öteye gidemeyecek düşünceler olduğu gerçeğiydi. Onlara sahip oldukları gerçekliği atfederek, onları anlamlı hale getiren bendim. Benim ellerimde sihirli güçlerine kavuşuyor, ellerim dışında, tıpkı başkasının avuçlarında sihrini yitiren Musa’nın asası kadar etkisiz kalıyorlardı. Kuvvetlerini benden aldıkça, hayatla bağımı koparıyor, beni idealle gerçek arasında sıkıştırarak hareketsiz kılıyor, yaşananlara karşı savunmasız bırakıyorlardı. Neyse ki kısa zaman önce onlardan kurtulabilmiştim de özgürlüğüme gidecek devrimin habercisi olan şu önemli eylemi gerçekleştirebilme cesaretini gösterebilmiştim. Fakat ortaya çıkan bu filmin benim dışımdaki bazı kahramanları -çoğu benim on beş yıl evvelki halime benzeyen kahramanlar- şu an benim inanmadığım ideallere inanıyor; onları gerçekleştirebilmek adına yaşadıkları sosyokültürel çevre ile çatışarak yaşamaya çabalıyorlardı. Bu çabalar karaya vurmuş bir balığın çabaları kadar faydasızdı, çünkü suyun olmadığı yerde atılan yüzgeçlerin işe yaramadığı gibi gerçeğin aranmadığı toplumlarda da bu çabaların işe yaramayacağı aşikârdı. Bu nedenle varmak istedikleri nokta, hiçliğin ortasında tüm evreni meydana getiren o tek noktaya benzer bir noktaydı. Onu infilak ettirerek ondan bir evren yaratabilecek kudretten mahrum olmakla birlikte, ona şekil vererek ondan gerçek bir dünya meydana getirebilecek yetenekten de zamandan da yoksundular. Ne Tanrı gibi zamanın dışındaydılar ne de ruhani varlıklar gibi içindeydiler. Zaman oku onlar için de tıpkı bana aktığı biçimiyle, düz bir hat üzerinde akıyor; varlıklarını yokluğa doğru sürüklüyor ve onlara da bana açtığı yolların benzerlerini açıyordu. Bu yolların hepsi de benim şu an oturduğum koltuklara benzer koltuklara çıkıyordu. Bu koltukta oturduğum için ben, onların seneler sonraki hallerini tahmin edebiliyor; henüz yaşamadıkları ama muhakkak yaşayacak oldukları şeyleri görebiliyordum. Seneler sonra, pek çoğu tertemiz, bir kısmı da benim gibi kana bulanmış avuçlarıyla karşı karşıya geldiklerinde -belki de bir kısmı asla böyle bir şansa sahip olamayacak- dönüp geriye bakacaklar ve hayatlarını harcadıkları ideallerinin hayat karşısında hiçbir değeri olmayan mücevherlerden ibaret oldukları gerçeğiyle yüzleşeceklerdi. Çünkü hiçbir mefkûre hayat kadar gerçekçi ve acımasız değildi. İnsanın ülkülerinin olması elbette iyi bir şeydi. Fakat bu ülküleri gereğinden fazla ciddiye alması hiç de iyi değildi. Bu ciddiye alış hayatla bağlarını koparabilir; -tıpkı benim kopardığı gibi- hayatın geç dönemlerinde yerini bulacak kavrama yetisinin eksikliğiyle yaşamı hiç anlamadan var olmaya devam etmelerine neden olabilirdi. Oysa hayat bize rağmen ve bizim dışımızda akıp giden bir nehirdi ve insanın bu deryaya ideallerinden yaptığı salla açılması tehlikeliydi. Azgın suların kuvvetiyle sürüklenerek yatağındaki taş ve kayalara çarpması, sığ sularında hayatın gerçeklerine çarpıp karaya oturması işten bile değildi. O yüzden birileri karşı karşıya oldukları tehlikeleri onlara anlatmalı, yol aldıkları derme çatma sallardan onları kurtarmalıydı.
Kanın kokusunu alan sinekler, arkamda yarı aralık olan pencereden eylülün ılık havasıyla birlikte içeri doluşmuştu. Bir kısmı zemin üzerinde katılaşan kanın etrafında dolaşıyorken, bir kısmı da ısrarla alnıma ve ellerime konarak ince eklem bacaklarıyla derimin üzerinde sağa sola hareket ediyordu. Bu hareketleri, her ne kadar kanlı derinin üzerinde yapıyor olsalar da, kan, kaşıntı hissi vermelerine mani olmuyordu. Ellerimi, uçup gitmeleri için gözlerimin önünde yelpaze yapıyordum, fakat verdikleri rahatsızlık, dayanılacak boyutu geçmişti. Duş almaya karar verdim. Ayağa kalkıp temizlenmek için banyonun yolunu tutarken aslında hiç de düşünmemiş olmama rağmen “Neden onları kurtaracak kişi sen olmayasın?” diye mırıldandım. Bu soruyu öylesine inançsız ve ruhsuz bir dille sormuştum ki kendime; daha birkaç adım atmamıştım ki kendini dahi kurtarmaktan aciz bir insanın kahramanlığa soyunuyor oluşu karşısında hayrete kapıldığımı fark ettim. Ancak, kapı eşiğine vardığımda düşünmediğimi sandığım fikri kendime kabul ettirmek için benliğimi zorluyordum.
Odadan çıkarak, tam karşımda yer alan banyo kapısına doğru yürüdüm. Solumda, kapısı açık duran mutfağa bakmadan yaklaşık bir metereye dört metre olan uzun, dar koridoru geçerek banyoya girdim. Doğruca duşakabine yönelip, önce suyu sonra da şofbeni açtım. Birkaç dakika bekleyip ısınıp ısınmadığını elimle kontrol ettikten sonra, üzerimdeki penye ve kısa şortu çıkarmadan uygun sıcaklığa erişen, duş telefonundan akan suyun altına girdim. Su önce başıma çarpıp yavaşlıyor, ardından kafamın üzerinde onlarca kola ayrılıp aşağı süzülerek omuzlarıma dökülüyordu. Elbiselerim sıcak suyun yumuşatıcı etkisiyle saatler önce kendilerine bulaşmış, zamanın ve havanın etkisiyle katılaşmış kandan arınıyor; üzerlerindeki donuk kan, deney tüpünün içindeki karışımın çözeltisi gibi ayrışıp damlıyordu. Vücudumdan sızıp zemine damlayan kanlı suyla birlikte bedenimden başka bir şeylerin de yıkanıp gittiği hissine kapıldım. Sıcak su, tıpkı katıyla sıvının ayrışmasını sağladığı gibi bedenle bedensel olmayanın da ayrışmasını sağlıyor; üzerimden dirimi çekip alıyor, beni doğaüstü hiçbir bağı olmayan madde gibi bırakıyordu. Bu madde evrenin arkhesi gibi yalnızdı ve yalnızlığı Havva’dan önce Âdem’in yalnızlığına benzer bir yalnızlıktı. Ne kendinden öncekilerin varlığını biliyor ne de kendinden sonrakilerin varlığını umuyordu. Zamanın ölçülebilir en kısa biriminde, sonsuzluğu yaşıyordu. Dakikalar sonra üzerimden sızan damlacıkların iyice berraklaştığını fark ettim. Üzerimdeki elbiseleri çıkararak çıplak bedenimi hissettiğim yalnızlıkla birlikte, suyun sağaltıcı sıcaklığına bıraktım; fakat algıladığım sadece maddesel ilişkilere bağlı, bedenimin duyumsadığı hislerdi. Belli ki su ruhumun aradığı ilaç değildi. Yaklaşık beş dakika boyunca temizlendikten sonra, suyu kapatıp duşakabinden çıktım. Sağ tarafta asılı duran büyük boy havlulardan biriyle önce gövdemi kurulayıp sonra da havluyu bedenimin alt kısmına sardım. Birkaç adım attıktan sonra solumda bulunan lavaboya dönerek bakışlarımı aynaya diktim. Yüzeyi, sıcak suyun buharıyla buğulanmış, belirli noktalarında biriken su damlacıkları yer çekiminin etkisine karşı koyamayıp aşağıya doğru kayarak yüzeyinde fay hatlarını andırır çatlaklara yol açmıştı. Bu çatlakların yapısı insan vücuduna çarpan yıldırımın bıraktığı hasara benziyordu. Başladıkları yerden aşağıya doğru dallanıp budaklanıyor, birleşip ayrılıyor, iç içe geçip insan sinirlerini andıran karmaşık bir yapıya bürünüyorlardı. Sağ elimin avuç içiyle aynayı sağ üstten sol alta doğru silmeye başladım. Ne kadar silersem sileyim, bir miktar su aynanın yüzeyinde ince bir ter gibi kalıyor; fakat bu ter aynada akseden yüzümü görmeme yine de mani olamıyordu. Suratımı aynaya yaklaştırarak, düşerken kalorifer peteğine çarptığım başımda oluşan yarayı görmeye çalıştım, fakat perçemlerimin altına gizlenmiş yarayı görebilmem olanaksızdı. Sol elimin baş ve işaret parmağıyla saçımı geriye doğru toplarken yüzümü aynaya daha da yaklaştırdım. Alnımın solunda yaklaşık iki santimlik bir yara hala çok ince kanıyordu. Yaranın etrafı siyahlamış ve bu siyahlık neredeyse çapı beş santime erişen dairesel bir alana yayılmıştı. Alnımın solunda bebek yumruğunu andıran küçük bir bombe oluşmuş, bu şişkinliğin üzerindeki ince çizik ve kesikler kanla dolmuştu. Sağ elimin işaret parmağıyla yaranın birkaç santim etrafına dokunarak bir tam tur attım. Ağrısı dayanılamayacak kadar kötü değildi ve dikişe ihtiyacı yoktu. Aynanın üzerindeki dolabı açarak pamuk ve yara bandı aldım. Pamukla sızan kanı temizleyip, üç yara bandını alnıma paralel biçimde yapıştırdım. Saçlarımı serbest bıraktığımda kâküllerimin altında derimin rengine yakın üç yama çok da dikkat çekmiyordu.
Banyodan çıkıp, önce sağ tarafımda kalan küçük yatak odasına yöneldim. Girişin solunda kalan duvarın, önündeki elbise dolabımdan iç çamaşırı, penye ve eşofman aldım. Hızlıca giyinerek mutfağa geçtim. Buzdolabından aldığım bir miktar buzu, tezgâhın üzerindeki bezlerden birinin içine atarak oturma odasına yöneldim. Kapı eşiğine vardığımda birkaç adım önümde, zeminde duran defterimi yeniden fark ettim. Ona doğru eğilirken gözlerimle kalemimi zeminde aradım. Yan yana duran iki sandalyeden bana yakın olanın altındaydı. Onu da alarak doğruldum. Sandalyelere yaslı masayı düzeltirken elimi koyduğum ucundaki kanlı beş parmak izini fark ettim. Umursamadım. Elimdeki kalemi, defteri ve buz torbasını pencereye yakın tarafına koyarak, üçlü koltuğun solundan dolanıp zeminde duran kanıma basmadan pencereye yöneldim. Arka bahçede yan yana dikilmiş ve sokakla evin bağını neredeyse tamamen kesmiş olan dört ardıç ağacına bakarken hâlâ açık olan penceremi kapattım. Dışarıdan gelen gürültü de serin hava da kesilmişti. Öğlenin erken saatleri olmasına rağmen ağaçlar ışığı büyük oranda engelliyordu. Daha fazla ışığa ihtiyacım olduğunu düşünerek, perdeleri kapatmaya karar verdim. Gece perdesini sağ uçtan sol uca kapatırken dört ardıç ağacı da gözlerimin önünden birer birer kayboluyordu. Geldiğim yoldan geri dönerek önce kapının solunda duran ışığı yaptım, sonra da pencereye yakın sandalyeyi çekip oturdum. Sadece günlük olarak değil, aklımdan geçen her şeyi yazmak için kullandığım defterimin hâlâ nemli olan sayfasını açtım. Daire içine alınmış yazıyla bir kez daha göz göze geldim. “İşleri bu noktaya nasıl getirdin?” diye yazıyordu ve ben, artık aylar önce sorduğum bu sorunun cevabını biliyordum. Defterin sol kanadına bulunan yazılı son sayfasını açtım. Sol elimle buz torbasını, sağ elimle de kalemimi kavradım. Buzu alnımdaki yaraya doğru, kalemimi de defterin sağ kanadındaki sayfanın sol üstüne doğru hareket ettirdim. Torba alnımdaki yaraya değerken kalemim de kâğıda değiyor, aylar önce sorduğum ve yanıtına şimdi vakıf olduğum bu sorunun, cevabını yazmaya koyuldum: “Ağızımda kan tadı, sağ yanağım zemine yapışık, buruk naylon kokulu havayı ağır ağır soluyarak yavaşça ayılıyorum...”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.