- 403 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İSRA VE MİRAC KANDİLİMİZ MÜBAREK OLSUN..
Senetül Hüzün.Hüzün senesi adı verildi o seneye..Önce, Peygamber efendimizin ilk eşi, mü’minlerin annesi, sahip olduğu her şeyi ile Rasûlüllâh’ın yanında yer alan, O’nun sevinciyle sevinen, tasasıyla üzülen, Peygamber efendimize nübüvvet verildiğini duyar duymaz, tereddüt etmeden, niçin ve nasılını sormadan, isbat ve burhan istemeden O’na iman eden ilk Müslüman Hz. Hatice validemiz vefât ediyordu.
O’nun vefatının hemen arkasından da, yıllarca Peygamber efendimize kol kanat geren, O’nu, Mekke müşriklerinin tasallutundan, ezâ ve cefâ etmelerinden korumaya çalışan, son nefesine kadar, hep yeğeninin yanında ve arkasında olduğunu söyleyen amcası Ebû Tâlib ölüyordu.
Onların ölümüyle Rasûlüllâh’ın âdeta kolu kanadı kırılıyor, yetim büyüyen âlemlerin efendisi bir daha öksüz kalıyordu.
Onların Rasûlüllâh’ı bırakıp gitmesiyle, küfrün elebaşıları âdeta kuduruyor, O’nun sahipsiz ve kimsesiz kaldığını düşünerek zil takıp oynuyor, çıldırıyorlar.Mekke sokaklarında, Peygamber efendimize düşmanlık, öfke ve kin kaynıyordu.
Peygamber Efendimiz, kendisine yapılan hakâretlerden, atılan taşlardan, yoluna döşenen dikenlerden zaman zaman şikâyet ediyor, en yakın sırdaşı, hicret yoldaşı, mağara arkadaşı Hz. Ebû Bekir’e r.a. dertleniyor:-Ey Ebû Bekir! Yıllardan beri çalışıp çabalıyorum, Kureyşlilerin, Mekkelilerin Müslüman olması için uğraşıyorum, fakat bir türlü olmuyor, taşlar yerinden kıpırdamıyor!" diyordu.
İşte böyle bir zamanda Hz. Allah, sevgili Habîbini teselli etmek, yaralarını sarıp hüzün ve kederini dindirmek için, O’nu, dîdârına, huzuruna davet etmek, incitmeden alıp getirmek üzere Hz. Cebraîl’i vazifelendiriyor ve:-Ey Cebraîl! Ben, zaman ve mekân mefhumunu ortadan kaldırıyorum, her türlü imkânı sana veriyorum! Yerleri ve gökleri seferber et, bütün kâinatı ayağa kaldır! Git, Habîbimi al, bana getir!"buyuruyor.
Hz. Cebraîl a.s. Receb ayının yirmi yedinci gecesinde, Pazar gününü Pazartesine bağlayan gece Cennet’e gidip, orada, yaratıldığı günden beri Rasûlüllâh’ı üzerine bindireceği günü bekleyen (merkebden büyük, katırdan küçük, beyaz ve uzun bacaklı olan) Burak isminde bir bineği alarak, Peygamber efendimize geliyor.
Peygamber efendimiz, Mekke’den Kudüs’e, Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksâ’ya kadar Cennet’ten getirilen bu burağın üzerinde yolculuk yapıyor.
Mescid-i Aksâ’dan, birinci kat semaya, Hz. Cibrîl’in delaletinde, sevk ve idaresinde, göklere doğru kurulan manevî bir merdiven veya asansör demek olan, Meleklerin inip çıktıkları, görenlerin, ondan başkasına bakmak istemedikleri Mi’râc ile ışık hızının kaç katı olduğu belli olmayan bir hızla çıkıyor.
Peygamber efendimiz birinci kat semâdan yedinci kat semâya kadar olan yolculuğunu Meleklerin kanatları ile, yedinci kat semâdan Sidre’tül- Müntehâ’ya Cebraîl’in kanatları üzerinde, Sidretülmüntehâ’dan Hz. Allah’ın dilediği yerlere kadar olan seyr-ü seferini de Refref denilen ve bütün ufku kaplayan Cennetten getirilen yemyeşil bir döşek, bir sergi ile tamamlıyor.
Bizim bu Mirac hususta şüphemiz ve tasamız yoktur. Biz, Peygamber efendimizin Hz. Allah’ın emri ve izniyle, O’nun davetiyle, Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksâ’ya, oradan yedi kat göklere ve Rabbimizin dilediği yerlere "gecenin bir cüzünde" gittiğini, bu yolculuğu Ruh maalcesed (hem ruhu, hem de bedeniyle) yaptığını kabul ediyor, buna böylece iman ediyoruz.
Biz, Mi’râc hadisesinin böyle tecelli ettiğine, Sevgili Peygamberimizin Rabbi ile kavuştuğuna şeksiz, şüphesiz inanıyoruz.
Mi’râc hadisesini, bu büyük mucizeyi inkar edenler, Peygamber efendimizin rüyasında veya bedenen değil de yalnız ruhuyla Mirâc’a çıktığını söyleyerek zımnen inkara yeltenenler, Peygamber efendimizin böyle mazhariyete lâyık olmadığını mı düşünüyor, yoksa akıllarından Hz. Allah’ın (hâşâ) böyle bir işe güç ve kudretinin olmadığını mı geçiriyorlar?
Neml Sûresinin 40ncı âyet-i kerimesinde açıklandığı üzere, kendi yarattığı bir kuluna, Sebe’ melikesi Belkîs’ın tahtını Yemen’in en uç noktasından, Şam’ın en uç noktasına göz açıp kapamadan getirebilecek bir güç ve kuvvet bahşeden ve Hz. Süleyman’ın a.s. gözünü açıp kapayıncaya kadar bu tahtı getirip, yerleştirecek imkânı lütfeden Hz. Allah’ın, sevgili Habîbini Murad edip dilediği bir an içinde kâinatı gezdirip dolaştırmasını aklına onaylatıp tasdîk ettirmekte zorluk çeken bir kimse, Rabbimizin Kudreti hakkındaki kanaat ve imanını kontrol etmelidir.
Rüzgârı Hz. Süleyman’ın a.s. emrine verip, O’nun ordusu ile birlikte, kısa bir müddet içinde rüzgâr sayesinde uzak beldelere gidebilmesini temin eden Rabbimizin, Habîbine kendi Melekûtünü temâşa ettirmesini kabul etmekte tereddüt eden kimse, Mi’râc hakkında bu güne kadar sahip olduğu düşünce ve fikrini yeniden gözden geçirmelidir.
Peygamber efendimizin bedenen ve rûhen (gecenin bir cüzünde) Mi’râc’ının aklen imkânsız olduğu söylenir ve iddia edilirse o zaman Hz. Cebraîl’in de bir anda Arş’tan yeryüzüne, Mekke’ ye, Medine’ye indiğini, bütün Peygamberlere ve Peygamber efendimize Hz. Allah’ın emirlerini getirdiğini söylemek de imkânsız olur.
Eğer böyle bir şey söylemek imkânsız olursa, bu bütün Peygamberlerin nübüvvetine ta’n etmek, iftirada bulunmak demek olmaz mı?(1)
***
İsrâ; geceleyin yürüme, gece yolculuğu yapma manasına gelen "Sery"masdarından gelir ve "Geceleyin yürütmek!" demektir! Mi’râc ise, yukarı çıkmak, yükselmek manasına olan "Urûc" kelimesinden İsm-i Âlet olup yukarı çıkma, yükselme vasıtası, merdiven veya benzeri bir vasıta demektir.
Buna göre, Hz. Allah’ın, Rasûl-i Ekrem efendimize kudretinin alâmet ve işaretlerini göstermek için, Mescid-i Haram’dan etrafı mübarek kılınan Mescid-i Aksâ’ya gecenin ufak bir cüzünde yaptırdığı seyahate "İsrâ", Peygamber efendimizin Mescid-i Aksâ’dan göklere ve mahiyet ve keyfiyetini en iyi Hz. Allah’ın bildiği, Rabbül’âlemîn’in huzuruna yaptığı içinde binlerce hikmet ve esrâr olan yolculuğuna "Mi’râc" denir.
Kur’ân-ı Kerim’de İsrâ Suresinin ilk âyetinde Rabbimiz İsrâ hâdisesini şöyle beyan buyurmaktadır:-Bir gece kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Habîb-i Edîbi, Muhammed Mustafa’yı s.a.v.) Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız, (Tezyin edip süslediğimiz) Mescid-i Aksâ’ya yürüten (götüren) Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, hakkıyla işiten, kemaliyle görendir.
Yüce Rabbimiz Âlemlerin sultanını, Kâinâtın efendisini, önce Mescid’i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürmüş, kırk günlük mesafe olan bu yolda birçok hadiseleri göstermiş, inanmayanlara elinde vesika, delil ve alamet olarak bulunsun diye Mekkelilerin tanıyıp gördükleri bir takım yerleri seyrettirmiş, Mekke müşriklerinin yolda olan kervanlarının durumuna âşinâ kılmış, kervandakilerin hallerinden haberdâr etmiştir.
Ondan sonra Habîbini Mescid’i Aksâ’dan alarak göklere çıkarmış, Âlem-i İmkân’ın tamamını müşâhede ettirmiş, daha sonra da, Âlem-i Melekût’ü, akıl ve idrakin, kavrayıp anlayabileceğimiz her şeyin mâverâsında olan bütün âlemleri gezdirmiş, zerreden kürreye tüm mevcudatın Efendimizin Nûrundan istifade etmesini sağlamış, habibine olanca esrârının ve hikmetlerinin kapılarını, perdelerini açmıştır.
Ve en nihayetinde Huzur-ı Kudsî’sine kabul buyurmuş, Rabbimiz kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Peygamber efendimizle (âdeta) baş başa, (mekânın ve zamanın keyfiyetini ve miktarını ancak İkisinin bileceği şekilde veya zaman ve mekânın ötesinde) buluşmuş, görüşmüş, kâinâtın yaratıldığı günden beri gerçekleşen en büyük buluşma ve görüşme tecelli etmiştir.
Peygamber efendimizin Mi’râc mucizesinin, yedi kat göklere ve Hz. Allah’ın huzuruna çıkmasının birçok esrarı vardır. Bunların içinde bizim akıl ve iz’ân, zekâ ve idrak sınırlarımız içinde olan ve olmayan hadiseler mevcuttur.
Biz, haddimizi aşmadan, akıl ve idrakimizin, kitaplarımızda görüp okuduklarımızın, rahle-i tedrisinde bulunduğumuz, ilim, irfan ve ihlâsına güvendiğimiz hocalarımızdan, büyüklerimizden duyduklarımızın sınırlarını zorlamadan Mi’râc’la alâkalı birkaç hususa işaret etmek istiyoruz;
Mi’râc, Peygamber efendimizin Medine’ye hicretinden bir veya bir buçuk yıl kadar önce meydana geldi.Yeryüzünün daralıp Rasûlüllah’a ve Müslümanlara zindan olduğu "Hüzün Yılı"ndan sonra, Hz. Allah, sevgili Habîbini huzuruna çıkarıp teselli etmek, Rasûlünü, makam-ı ulûhiyetinde karşılamak, ağırlamak, Ona istediği her şeyi vermek, (Kâbe kavseyn) mesafesinde yakınlığını hissettirmek için Hz. Cebraîl’i vazifelendirip huzuruna davet etmiş, âlemlerin Sultanı da bu davete icabette bulunmuştur. Bu buluşmaya kısaca Mi’râc diyoruz.
Peygamber efendimizin Mi’râc’ının, göklere çıkmasının, Arşı, Kürsü, Levhi ve bütün kâinâtı nurlandırmasının, şereflendirmesinin başka boyutları, başka sebepleri de vardır. Meselâ;Bilindiği gibi, Peygamber efendimizden önceki Peygamberler, bir topluluğa, bir beldeye, bir şehre peygamber olarak gönderilirken, Hâtemül-Enbiyâ olan efendimizin nübüvveti âlemşümûl’dur. Yani, O bütün âlemlere, yerde gökte ne varsa hepsine Peygamber olarak, rahmet olarak gönderilmiştir.
Peygamber efendimizin ismi, yerde Muhammed, gökte ise Ahmet’tir. (s.a.v.) Yeryüzünde olanlar, Lâilâhe illallâh Muhammedün Rasûlüllah derken, gökte olanlar, Kelime-i Tevhîd’i Lâilâhe İllallâh Ahmedü Rasûlüllâh diye söylemektedirler.
Onun bütün kâinâta rahmet, ins-ü cinne Peygamber gönderildiğinden haberdar olan bütün kâinat bir gün dile gelerek müşterek bir lisanla:-Ya Rabbi! Bizim yaratılmamıza, var olmamıza sebep olan sevgili Habîbine âlemleri gezdir, göklere çıkar, seyahat ettir de, O’nun ayağının tozundan biz de şereflenelim, O’nu bizde görelim, yüzüne karşı imanımızı ikrar edelim!" dediler. Zât-ı Ehadiyyet de âlemlerin bu arzusunu geri çevirmedi.
Mi’râc hadisesinin meydana gelmesiyle kâinatta bulunan şuur sahibi bütün varlıklar Peygamber efendimize iman, Ona ümmet olduğunu ikrar etti. Onu görerek yüzüne karşı kendisine inandıklarını, iman ettiklerini söylemenin hazzını yaşadı.
İsrâ (Peygamber efendimizin Burak üzerinde Mescid-i Haram’dan Mescid- i Aksâ’ya gitmesi) ve Mi’râc (Mescid-i Aksâ’dan ilâmâşâallah (Hz. Allah’ın dilediği yerlere kadar çıkması) hadisesi, Selef (önceden geçen) Halef (Sonradan gelen) Hadîs, Fıkıh, Kelam ve Tefsir âlimlerinin topluluğuna göre, Ruh maalcesed (Peygamber efendimizin hem ruhu, hem de cesedi, bedeni ile) uyanık bir halde iken meydana gelmiştir.
Mi’râc hadisesinde, Peygamber efendimizin yolculuğu beş vasıta ile gerçekleşmiştir; 1. Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya Burak ile, 2.Mescid-i Aksâ’dan birinci kat semâya kadar Mi’râc denilen manevî bir merdiven veya asansörle, 3. Birinci kat semâdan, yedinci kat semâya kadar, Meleklerin kanatları ile, 4. Yedinci kat semâdan Sidre’tül- Müntehâ’ya kadar Cebraîl’in kanatları ile, 5. Sidre’tül-Müntehâ’dan Kâbe Kavseyn’e (Rasûlüllah’ın Hz. Allah’a iki yayın yakınlığı kadar yaklaşması) Refref denilen yeşil ipek bir sergi ile.
Peygamber efendimiz, Receb ayının yirmi yedinci (rivayete göre Pazartesi) gecesi, Ebu Tâlib’in kızı, Hz. Ali’nin r.a. kız kardeşi Hz. Ümmü Hânî’nin r.a. evinde iken yatsı namazını kıldıktan sonra (Rasûlüllah’ın ifadesine göre; uyku ile uyanıklık arasında iken) Cebraîl a.s. gelip Peygamber efendimizi alıp Ka’be-i Muazzama’nın yanına götürdü. Orada göğsünü yardı, kalbini çıkarıp içerisini Zemzem suyu ile yıkadı. Daha sonra Hikmet ve İmanla dolu altın bir tas getirip Peygamber efendimizin göğsünün içine boşalttı ve göğsünü kapadı.
Burak, Hz. Cebraîl’in, Peygamber efendimiz üzerine bindirip Mescid-i Aksâ’ya kadar olan yolculuğunu gerçekleştirmesi için Cennetten getirdiği merkebden büyük, katırdan küçük, beyaz ve uzun, ağzına gem takılmış ve eyerlenmiş bir hayvandır.
Cebraîl a.s. Peygamber efendimizi bindirmek için Burağa yaklaştırınca Burak hırçınlaştı. Bunun üzerine Hz. Cebraîl elini burağın yelesi üzerine koyup:-Ey Burak! Şu yaptığından utanmıyor musun? Sen, Hz. Muhammed’e mi (s.a.v.) bunu yapıyorsun? Hz. Allah’a yemin ederim ki, Hz. Allah’ın Hz. Muhammed’den (s.a.v.) önceki kullarından, Allah katında, bundan daha kerim, daha şerefli bir kimse, senin üzerine binmemiştir! Haydi, sakin ol!" deyince, Burak utandı, utancından terledi, uysallaşıp sakinleşti.
Sonra da:-O’nun öyle olduğunu, ayrıca O’nun şefaat sahibi olduğunu da biliyorum. Onun için ben, Rasûlüllâh’ın şefaat edeceği kimseler arasında olmak (böylece cennette O’nun civarında, yakınında bulunmak) istiyorum!" dedi. Burağın bu isteğine cevaben Peygamber efendimiz:-Ey Burak! Sen, inşâallah benim şefaat edeceklerimin arasında olacaksın!" buyurdu. Peygamber efendimiz ondan sonra burağın üzerine bindi.
Burak, ayağını, gözün görebildiği yerin en son noktasına basıyordu.
Peygamber efendimiz ile Hz. Cebraîl birbirlerinden ayrılmaksızın Mescid-i Aksâ’ya doğru yola devam ettiler.
Bir müddet yollarına devam ettikten sonra hurma ağaçlarının bol olduğu bir yere geldiler. Orada Hz. Cebraîl’in tavsiye etmesi üzerine Peygamber efendimiz Burak’tan indi ve iki rek’at namaz kıldı.
Sonra Cebraîl a.s.:-Ya Rasûlellah! Bu namaz kıldığın yer, Taybe (Medine)dir. Sen buraya hicret edeceksin!" dedi.
Az bir müddet daha gittikten sonra, Hz. Cebraîl’in yine tavsiyesi üzerine Peygamber efendimiz Burak’tan inip iki rek’at namaz kıldı. Cebraîl a.s. oranın, Hz. Allah’ın Hz. Musa Aleyhisselâm’a tecelli edip konuştuğu Tûr-i Sînâ olduğunu söyledi.
Bir müddet daha gittikten sonra, sarayları olan bir mahalle geldiler. Peygamber efendimiz orada da iki rek’at namaz kıldı. Hz. Cebraîl, oranın da Hz. İsa’nın doğduğu Beyt-i Lahm olduğunu haber verdi.
Bu arada Peygamber efendimiz bazı vâdilerden geçtiği sırada Hz. Musa’nın yüksek bir yerden inerken, Hz. Dâvud’un şehadet parmaklarını kulaklarına koymuş bir halde, Hz. Yunus’un kızıl devesinin üzerinde abasına bürünmüş bir vaziyette: "Lebbeyk! Allahümme leke Lebbeyk!" diyerek geçtiklerini gördü.
Sonra Beytül-Makdis’e gelinceye kadar yollarına devam etiler. Peygamber efendimiz orada Burak’tan inip onu kendisinden önceki Peygamberlerin bağladıkları halkaya bağladı.
Peygamber efendimiz Mescid-i Aksâ’da tek başına Hz. Allah’ın dilediği şekilde, iki rek’at namaz kıldı. Sonra, orada kendisi için bir araya gelerek toplanan, içlerinde Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Davud ve Hz. Süleyman (Aleyhimüsselâm)ın bulunduğu Peygamberlerden bir toplulukla buluştu. Hz. Cebraîl’in, saf tutan Peygamberlerin önlerine geçirmesiyle onlara imam olup iki rek’at namaz kıldırdı.
Bu şekilde Peygamber efendimizin İmâmü’l-Enbiyâ (Peygamberlerin imamı ve önderi) olduğu peygamberler tarafından da kabul ve tescil edildi.
Namaz kılındıktan sonra, orada bulunan Enbiyânın tamamı ayrı ayrı ve hususî olarak Hz. Allah’a medh-ü senâda bulundular. Onların bu hususî senâlarını duyan Rasûl-i Kibriyâ efendimiz, orada bulunanların duyacağı şekilde,
Hz. Allah’ı şöyle senâ etti:-Beni âlemlere, insanların tamamına, rahmet, müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderen, bana kendisinde her şeyin beyanı (açıklaması) bulunan Kur’ânı indiren, ümmetimi insanların menfaati için çıkarılmış hayırlı ümmet kılan, Ümmetimi vasat (mutedil) ümmet olarak yaratan, onları hem evvel, hem de âhir olan bir ümmet kılan, göğsümü açıp ağırlıklarımı benden kaldıran, zikrimi yükselten, beni Fâtih (ilk olarak benim nurumu veya ruhumu yaratmakla, peygamberlerin öncüsü) ve Hâtem (Bi’set bakımından son Peygamber) kılan Hz. Allah’a Hamd-ü senâ olsun.
Bunun üzerine Hz. İbrahim a.s. kendi neslinden gelen Peygamber efendimizin bu sözlerinden, Hz. Allah’ı bu şekilde senâ etmesinden çok hoşlandı ve O’nun, orada bulunan diğer Peygamberlerden daha üstün olduğuna işaret etti.(2)
***
Peygamber efendimiz Mescid-i Haram’dan Burak üzerinde Hz. Allah’ın âyet ve alâmetlerini göre göre Rabbimizin etrafını mübarek kıldığı, (bağlarla, bahçelerle tezyin, nûru ve füyûzâtı ile tenvir ettiği) Mescid-i Aksâ’ya gelip, orada, bütün Enbiyâ ve Mürselîn’e imam olup namaz kıldırdıktan, Mescid-i Aksâ’da olan vazifesini tamamladıktan sonra Hz. Cibrîl’in delaletinde göklere doğru kurulan manevî bir merdiven demek olan, Meleklerin inip çıktıkları, kendisini görenlerin bir daha başkasına bakmak istemedikleri Mi’râc ile ışık hızının kaç katı olduğu belli olmayan bir hızla göklere çıkmaya başladı.
Peygamber efendimiz:-Mi’râc’dan daha güzel bir şey görmedim! O öyle bir şeydir ki, ölünüz ölüm anında gözlerini ona diker, gözlerini ondan ayıramaz! Âdemoğullarının Ruhları göklere Mi’râc üzerinde çıkarılır!" buyurmuştur.
Rasûl-i Kibriyâ efendimiz Mi’râc ile çıktığı birinci kat semâda İnsanoğlunun atası Hz. Âdem a.s. ile karşılaştı. O, Hz. Âdem atamıza selam verince, Hz. Âdem de peygamber efendimizin selamına mukabele edip:-Hoş geldin safâ geldin sâlih peygamber! Salih oğul!" dedi.
Hz. Âdem’in a.s. sağında ve solunda bir takım karaltılar bulunuyordu. Hz. Âdem a.s. sağına bakıyor seviniyor, tebessüm ediyor, gülüyor, soluna bakıyor hüzünleniyor, üzülüyor ve gözyaşı döküyordu. Peygamber efendimiz, Hz. Cebraîl’e bunun sebebini sordu.
Hz. Cebraîl a.s.:-Sağında ve solunda olan karaltılar, Hz. Âdem’in (a.s.) neslinden gelecek kimselerin ruhlarıdır! Sağında olanlar Cennet’e girecek olanlar, solunda olanlar da Cehennem’e girecek olanlardır!" dedi.
Peygamber efendimiz ikinci kat semâya çıktığı zaman orada (teyze oğulları olan) Hz. İsâ a.s. ve Hz. Yahyâ a.s. ile karşılaştı. Onlar da Rasûlüllah’ın selamına:-Hoş geldin, safâ geldin Sâlih Kardeş! Sâlih Peygamber!" diye mukâbele ettiler.
Üçüncü kat semâda kendisine güzelliğin yarısı verilmiş olan Hz. Yûsuf a.s. ile karşılaşıp selamlaştı.Dördüncü kat semâda, Hz. Allah’ın kendisi hakkında, "Biz onu yüksek bir mekâna kaldırdık!" buyurduğu Hz. İdrîs a.s. ile karşılaşıp aynı şekilde karşılıklı olarak selamlaştılar.
Beşinci kat semâda, genç olmasına rağmen ak saçlı, gür ve aksakallı, son derece güzel yüzlü olan Hârun a.s. ile karşılaşıp selamlaştı.
Altıncı kat semâda, Hz. Musâ ile karşılaştı. Hz. Musâ a.s. uzun boylu, esmer tenli, yüksek burunlu, kulaklarına kadar uzanan düz saçlı, hafif etli idi. Peygamber efendimiz orada Hz. Musa a.s. ile selamlaştı.
Yedinci kat semâda, sırtını Beyt-i Ma’mûr’a dayamış, Beyt-i Ma’mûr’un kapısının önündeki bir kürsü üzerinde oturan Hz. İbrahim a.s. ile karşılaştı. Onunla selamlaştılar.
Beyt-i Ma’mûr yedinci kat semâda, Ka’be-i Muazzama’nın tam hizasında, olup Meleklerin Ka’be’si, Kıblegâhıdır.
Beyt-i Ma’mûr’a her gün yetmiş bin melek girdiği, giden meleklerin bir daha geri dönmedikleri rivayet edilmiştir.
Hz. İbrahim a.s. çok yaşlı, azametli ve heybetli bir Zât idi. Kendisine soyundan gelen kimselerin içinde en çok benzeyen Peygamber efendimiz idi. Hz. İbrahim a.s. peygamber efendimizi:-Hoş geldin, safâ geldin! Sâlih Oğlum! Sâlih Peygamber!"
Diye karşılayıp âdetâ bağrına bastıktan sonra:-Ümmetine benden selam söyle! Onlara şu isteğimi ulaştır, haber ver; Cennete çokça fidan diksinler! Çünkü Cennetin toprağı güzel, verimli, suyu tatlı, arzı da geniş ve düzlüktür!" dedi.
Peygamber efendimiz:-Cennet’e dikilecek fidan nedir?" diye sorunca, Hz. İbrahim a.s.:-Cennet’e dikilecek fidan: (Sübhânellâhi velhamdü lillâhi velâ ilâhe illallahü vallâhü ekber Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh)dır." Dedi.
Yine Hz. İbrahim a.s.:-Ya Muhammed! Bahtiyar ümmetine benden selam söyle! Beni unutmasınlar, bana dua etsinler, beni dualarında unutmasınlar!"dedi. Onun içindir ki, namazlarımızda, tahiyyâtta, Allâhümme Salli ve Allahümme Bârik okurken hep Hz. İbrahim Halilullâhı ve O’nun ehlini zikrediyoruz:
Yedince kat semâdan sonra, Peygamber efendimizin yolculuğa Hz. Cebraîl a.s. ile devam etti. Sidretülmüntehâ’ya geldikleri zaman, Hz. Cebraîl:-Ya Rasûlellah! Benim bu yolculukta sana refâkatim, arkadaşlığım buraya kadar. Buradan ilerisine Sen, yalnız başına devam edeceksin! Biz burada ayrılacağız!"dedi.
O zaman Peygamber efendimiz:-Ya Cebraîl! Böyle bir yerde dost dostu terk eder m? Beni nasıl bırakıyorsun?" deyince, Hz. Cebraîl:-Ya Muhammed! Ben bulunduğum yerden ileri gidemem! Buradan ileri gitmek üzere bir adım daha atarsam yanarım! Daha yukarılara çıkmaya, ilerilere gitmeye dayanamam, güç yetiremem!" dedi.
Peygamber efendimiz, Hz. Cebraîl’den ayrılırken:-Ya Cebraîl! Rabbinden bir istek ve arzun var mı, Rabbimden Senin ne için ne isteyeyim?" diye sordu. Hz. Cebraîl:-Ya Muhammed! Rabbimden Senin ümmetinden olanlar Sırat’tan geçinceye kadar kanatlarımı sıratın üzerine (Ümmetinin kolay geçmeleri için ayakları altına) döşememe, sermeme izin vermesini iste!" dedi.
Sidretülmüntehâ; Kökü, altıncı kat semâda, gövdesi ve dalları, yedinci kat semânın üzerinde, gölgesi bütün gökleri ve Cenneti kaplayan, Hz. Allah’ın Celâl ve Azamet Nûrunun tecellisi ile kaplanmış, tarifi ve tavsifi mümkün olmayan renklere ve güzelliğe sahip bir ağaçtır.
Peygamber efendimiz Sidretülmüntehâ’dan Hz. Allah’ın dilediği yerlere kadar Refref denilen ve bütün ufku kaplayan Cennetten getirilen yemyeşil bir döşek, bir sergi ile yükseldi.
Peygamber efendimiz Azîz ve Cebbâr olan Hz. Allah’ın katına yükselip vuslat gerçekleşince bütün sesler kesildi.
Yüce Rabbimizin:-Korkma Ya Muhammed! Yaklaş! Yaklaş Habîbım!" Buyurduğunu işitmeğe başladı.
Okuyucularımın ve bütün Müslümanların Mi’râc kandillerini tebrik eder, Rahmet ve bereketi bol olan böyle bir gecede Hz. Allah’ın bizlere lütfu ve ihsanı ile muamele edip bizi iltimâs-ı hususî ile Habîbine, sevgili Peygamber efendimize bağışlamasını, kâmil bir imanla huzuruna çıkanlardan kılmasını dua ve niyaz ederim.(2)
***
Varlık Nûru, Kâinâtın Sürûru Efendimiz, İsrâ ve Mîrâc hâdisesini Kureyş müşriklerine haber vereceği zaman:“–Ey Cebrâîl, kavmim beni tasdîk etmez!” dedi.
Cebrâîl -aleyhisselâm-:“–Ebû Bekir Sen’i tasdîk eder. O sıddîktır.” dedi. (İbn-i Sa’d, I, 215)
Müşrikler, Mîrâc hâdisesini duyduklarında, derhâl yalanlamaya koyuldular. Ortalığa bir dedikodu velvelesi hâkim oldu. Bunu fırsat bilerek, mü’minleri de bu yolda vesveselerle îmanlarından caydırmak istediler. Hattâ Hazret-i Ebû Bekr’e bile gittiler.
Ancak o, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan dâsitânî bir îman sadâkatinin şevki içinde:“–O ne söylüyorsa doğrudur! Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân ve ihtimal yoktur! Ben, O’nun her getirdiğine peşinen inanırım…” dedi.
Müşrikler:“−Sen O’nu tasdîk ediyor, bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:“−Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allâh’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tasdîk ediyorum.” dedi.
Daha sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Olanları bizzat O’nun mübârek fem-i saâdetinden dinledi ve:“–Sadakte (doğru söyledin), yâ Rasûlallâh!..” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, O’nun bu tasdîkinden gâyet memnûn kalarak cihânı aydınlatan tebessümüyle Hazret-i Ebû Bekr’e:“–Yâ Ebâ Bekr, sen «Sıddîk»sın!..” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 5)
O günden sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh- “Sıddîk” lâkabıyla meşhur oldu.Ashâb-ı kirâm hazarâtı da Ebû Bekir -radıyallâhu anh- gibi Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tasdîk ettiler.
Mü’minleri kandıramayan müşrikler, bu defâ Peygamber Efendimiz’in huzûruna çıkarak akıllarınca O’nu imtihan etmeye kalktılar. Beyt-i Makdis’i sordular. Cenâb-ı Hak, Beyt-i Makdis’i Rasûlü’nün gözleri önüne getirdi. Allâh Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm- da, sorulan suâllere Beyt-i Makdis’i seyrederek cevap verdiler.3
Müşrikler, bu defâ da yoldaki bir kervandan ve o kervandaki bâzı husûsiyetlerden sordular:“‒Ey Muhammed! Sen bize, bizim için Beytüʼl-Makdisʼten daha önemli olan kervanımızdan haber ver!” dediler.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:“‒Şu vâdide filân oğullarının kâfilesine rastladım. Onları bir hayvanın gizli sesi ürkütmüş, bir develeri kaçmıştı. Ben kaçan develerinin yerini onlara gösterdim.” buyurdu.
Daha sonra şöyle devam etti:“‒Dacnân mevkiine geldiğimde filân oğullarının kervanına rastladım. İnsanlar uyuyorlardı. İçinde su bulunan bir kapları vardı, onun üzerine bir şey örtmüşlerdi. Örtüsünü açtım ve içindeki suyu içtim. Sonra üzerini yine eskisi gibi kapattım. Onların kâfilesi, şimdi Beyzâʼdan, Tenʼim yokuşundan iniyordur. Kâfilenin önünde boz erkek bir deve, devenin üzerinde de birisi siyah, birisi de alaca iki çuval vardır.”
Aldıkları cevaplarla şaşkına dönen müşrikler:“‒Lât ve Uzzaʼya yemin olsun ki işte bu, tam bir işarettir.” dediler. “Belki son söylediği doğru çıkmaz.” düşüncesiyle Tenʼim yokuşuna doğru hızla gittiler. Kervanı gözlemeye başladılar. Kervan görününce:“‒Vallâhi işte kervan geliyor! Boz deveyi de en öne sürmüşler!?” dediler.
İlk karşılaştıkları deve, kendilerine târif edildiği gibi idi. Kâfileye su kabını sordular. Onlar da kabı dolu olarak bıraktıklarını, üzerini örttüklerini, fakat sonradan örtüsünü açtıkları zaman içinde su bulamadıklarını söylediler.
Allah Rasûlüʼnün bu su içmesi mesʼelesi aynı zamanda Mîrâcʼın hem bedenen hem de rûhen birlikte tahakkuk ettiğine delâlet eden hususlardan biridir.
Kureyş müşrikleri, diğer kâfilelere de soracaklarını sordular:“‒Doğrudur! Oʼnun bahsetmiş olduğu vâdide bir sesle irkildik ve bir devemiz de kaçtı. Bir kimse bizi devemize çağırıyordu! Deveyi Oʼnun çağırdığı yerde bulduk ve yakaladık.” dediler.
Hattâ bâzıları bu sesin sahibini de tanımışlar ve; “Bu Muhammedʼin sesidir.” demişlerdi.
Kureyş müşrikleri, kervanlarındaki develerin ve çobanların sayısına varıncaya kadar, sormadık bir şey bırakmadılar. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de hepsinin doğru cevâbını verdi. Çünkü kervan da, o an tıpkı Mescid-i Aksâ gibi Rasûlullâhʼın gözlerinin önüne getirilmişti. Lâkin kalpleri kilitli olanlar, inatlarında devâm ederek:“–Bu apaçık bir sihirdir!” dediler. 3
Allâh Teâlâ:“Biz ilk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratma husûsunda şüphe içindedirler.” (Kâf, 15) buyurmaktadır. Her şeyi yoktan var eden Allâh’ın, kulunu Mîrâc’a çıkarmasından daha kolay ne vardır ki? Bunu kabûl etmemek ancak selîm akıldan mahrûmiyetin bir göstergesidir.
Zavallı, ahmak ve bedbaht müşrikler, Mîrâc hâdisesine de inanmamışlar, yine Allâh’ın Rasûlü’nü alaya almışlardı. Artık Âlemlerin Efendisi’nin onların arasında olma nîmetini, yaptıkları yakışıksız hareketlerle tamâmen ellerinden kaçırmışlardı. Artık bu büyük nîmetin, kadrini bilmeyen Mekkelilerden geri alınmasının vakti gelmişti. Zîrâ onlar, şerefine yaratıldıkları bir Peygamber’e karşı akla hayâle gelmedik haksızlık ve nankörlükte bulunmuşlar, iyice haddi aşmışlardı.
Gerçekten, yapılacak tek şey kalmıştı: “Allâh’ın, Varlık Nûru’nu onların arasından çekip alması ve O’nun kadr ü kıymetini bilecek başka bir topluluğa ihsân buyurması!..”
MÎ’RÂC GECESİ VE GÜNÜNDE YAPILMASI TAVSİYE EDİLEN İBÂDETLER:
Bu gece Mi’râc gecesidir.Bu gece yatsı namazından sonra 12 rek’at Hâcet namazı kılınır. Her rak’atte; Fatiha’dan sonra 10 İhlâs-ı Şerif okunur.
Namaza şöyle niyet edilir: Yâ Rabbî, rıza-i şerifin için niyet eyledim namaza. Bu gece yedi kat gökleri ve bütün esrârını göstererek muhabbetin ile müşerref kıldığın sevgili Habîbin Rasûl-i zîşân efendimiz hürmetine ben âciz kulunu afv-ı ilâhîne, feyz-i ilâhîne ve rızâ-ı ilâhîne mazhar eyle.
Namazdan sonra;
4 Fatiha-i şerife,100 defa, Sübhânallâhive’l hamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber. Velâ havle velâ kuvvete illâbillâhi’l-aliyyi’l-azıym",100 İstiğfâr-ı şerif,100 Salevât-ışerîfe okunup duâ edilir.
Bu namazda, İhlâs-ı şerifler 100 adet okunursa, veya bu namaz 100 rek’at olarak kılınırsa; bunu yerine getiren mü’min, bu namazın feyz ve bereketiyle huzûr-i ilâhiye namaz borçlusu olarak çıkmaz.
Mî’râc Gecesi’nden sonraki gün, mutlaka oruçlu olmalıdır. Hadîs-i Şerifte, Mi’râc gecesinin gününde oruç tutana altmış ay oruç sevabı yazılacağı va’dedilmiştir. O gün öğle ile ikindi arasında 4 rek’at namaz kılınır.
Her rek’atte Fâtiha’dan sonra 5 Âyetü’l-Kürsî, 5 Kulyâ eyyühe’l-kâfirûn, 5 İhlâs-ı şerif, 5 Kul eûzü birabbi’l-felak, 5 Kul eûzü birabbinnâs sûreleri okunur. 5
Bütün Müslümanların Mi’râc kandillerini tebrik eder, Rahmet ve bereketi bol olan böyle bir gecede Hz. Allah’ın bizlere lütfu ve ihsanı ile muamele edip bizi iltimâs-ı hususî ile Habîbine, sevgili Peygamber efendimize bağışlamasını, kâmil bir imanla huzuruna çıkanlardan kılmasını dua ve niyaz ederim..
İKTİBASLAR:
1.Tokat yerel basın-Ali Şirin yazıları..
2.age. ’’ ’’ ’’ ’’
3.(Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 41; Tefsîr, 17/3; Müslim, Îman, 276)
4.(İbn-i Hişâm, II, 10; İbn-i Seyyid, I, 243; Heysemî, I, 75; Beyhakî, Delâil, II, 356)
5.(Mübarek Gün ve Gecelerde Yapılması Tavsiye edilen DUÂ ve İBÂDETLER, Fazilet Neşriyat,)
27.02.2022//KIRIKKALE
HİDAYET DOĞAN OSMANOĞLU
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.