- 245 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KRAL ŞAHBAZ
Bir tarihta ülkelerden birinde bir kral yaşadı.
Bu kral hem çok akıllı, hem de çok becerikliydi.
Denebilir ki o ülkenin temel taşlarını o koymuştu.
Ondan sonra devlet devlet oldu.
Kral akıllıydı çünkü ülkede bulunan bilim adamı, düşünür, alim gibi sıfatları taşıyan tüm insanların kafalarının toplamından daha büyük bir kafaya sahipti.
Kral hayatı boyunca çok kitaplar yazdı, çizdi.
Hem kendi kitaplarını yazdı, hem de alimlerin kitaplarını yazdı.
Yazdığı bütün kitaplara da kendi mührünü vurdu.
Kral sarayda sazlı sözlü eğlenceler düzenler, memleketin alimlerini gruplar halinde eğlenceye davet ederdi.
Onlar yiyip içip biraz da kafalarını bulduklarında, kral onlarla sohbet ederdi.
Toplum içerisinde içmekte, çekmekte krala göre değildi.
O içeceği zaman yalnız başına demlenirdi.
Çünkü o yalnız bir aslandı.
Alimler kafayı bulduklarında kral onların koyunlarına kızları salıverirdi.
Oğlan isteyenlere de oğlan verirdi.
Bunların değeri kralın yanında çok büyüktü.
Kral sanat der başka bir şey demezdi.
Alimleri el üstünde tutar, bir dediklerini iki yapmazdı.
Kralın alimlerden istediği sadece ve sadece onların kendisiyle sohbet etmeleriydi.
Onlarla beraber partilere katılan kral da sarhoşu oynardı.
Ama içlerinde ne yaptığını bilen sadece kraldı.
Kimseye güvenmez yalnız aslanı oynardı.
Kral kendi kitaplarıyla birlikte alimlerin kitaplarını da yazıp piyasaya sürdüğünde alimler şok oldular.
Kitaplarını geri almaya kalktıklarında baktılar ki kitaplar çoktan mühürlenmiş.
Ondan sonra kıçlarını yırttılar ama kral Üsküdarı geçmişti.
Zamanla o alimler ölüp gittiklerinde kitapları yaşadı.
Fakat bu kezde kitaplar krala hizmet ediyordu.
Çünkü kitapların üzerinde kapı gibi kralın adı vardı.
Tarihte bu kralı çokları tanıdı, fakat o alimleri kimse tanımadı.
Çünkü kral herhangi bir ismin kendi ismi üzerine çıkmasına asla müsaade etmezdi.
Kral kırk yaşına geldiğinde evlenmeye karar verdi.
Evleneceği kadını dünyanın dört bir bucağında arattı.
Kadında aradığı tek özellik, kadının kapasitesinin en az kendi kapasitesine yakın olmasıydı.
O zaman akıllının akıllısı, en akıllı çocuk dünyaya gelecekti.
Çocuğun kız yahut erkek olması önemli değildi.
Önemli olan günün birinde kralla koç gibi vuruşacak bir kafaya sahip olmasıydı.
Bedensel görünüşte önemli değildi, sadece ve sadece akıldı kralın aradığı.
Sonunda kral aradığı kadını kendi ülkesinden buldu ve onunla evlendi.
Bu kadın krala nurtopu gibi bir kız verdi. Kral sevindi.
Çünkü görünürde çocuğun herhangi bir sakat durumu yoktu.
Kral alimlerin kitaplarına mührünü vurduğu gibi Dünyaya da mührünü vurmuştu.
Artık ölse de gam değildi.
Kralın ölümü çabuk geldi ve kızda yirmi yaşına girmişti.
Kralın cenaze töreni çok görkemli oldu.
Ülkede ağlayıp yas tutmayan kimse kalmadı.
Alimlerden geriye kalanlar da ağladılar.
Çünkü kralın hakkı kralaydı.
Yiğit adamdı doğrusu.
Kendilerini bile bir biçimine getirip içi boş yayığa çevirmişti.
Şimdi alimlerin kafaları da kralla birlikte gitmişti. İşte bu kral memlekette o kadar çok kelle topladı ki kafası evrensel bir boyuta ulaştı.
Yani ne kadar yedirip içirdiği, ikramda bulunduğu alim, filozof tayfası varsa hepsinin de kellesini beraberinde götürmüştü.
Onun içinde kelle alabildiğine büyümüştü.
İşte bu kelle dünyanın neresine olursa olsun birkez daha geldimi onu kimse zaptedemiyecekti.
Bu adam isterse bir dünya savaşının zeminini bir günde hazırlardı.
Hele birde yerine gelmişse.
Kralın cenazesi defnedilenden sonra kral bir yere gitmedi.
Aslında hemen yukarı çıkması gerekiyordu ama kral çıkmadı.
Çünkü artık onu kimse zorlamıyordu.
O akıldan yana zengindi.
Kendisini daha da geliştirme hakkı artık kendi ellerindeydi.
O da zaten onun peşindeydi.
Kralın ölümünden sonra tacı kızın başına geçirdiler.
Yaşlı ülkenin artık yirmi yaşında genç bir kraliçesi vardı.
Genç kraliçe yaşlı ülkeyi yönetebilecek miydi?
İşte asıl sorunda buradaydı.
Kralsa onun için çıkmamıştı yukarıya.
Benim o kadar emek vererek oluşturduğum sistemi kimse bozamaz diyen kral şimdi dışarıdan gazel okuyacaktı. Çünkü kral artık ölüydü.
Ülkeninse yaşayan bir kraliçesi vardı.
Ölü kralın kendine göre hesapları vardı, bakalım tutturabilecek miydi.
Şimdi onu görme zamanıydı.
Kral saraya geldiğinde genç kraliçe uyuyordu.
Kral biraz geç gelmişti.
Yani gece yarısı falandı.
Kraliçe bedensel olarak uyurken, ruhu uyanıp kralı karşıladı.
Hoş gelmişsin baba deyip krala sarıldı.
-Sen hâlâ gitmedin mi baba?
-Birdenbire herşeyi bırakıp gitmeye gönlüm razı olmadı.
Buralarda biraz kalmam gerek diye düşündüm.
-Peki nerede yatacaksın?
-Senin misafirin olurum.
-Yani ikimizde sarayda kalacağız öyle mi?
-Neden olmasın.
Geçici bir süre sana yardımcı olur, sonrada çeker giderim.
-Çık git ve derhal ülkeyi terket, yoksa buradan ölülerin ölüsü çıkacak.
Kraliçe böyle deyince kralın yüzü sarardı.
Çünkü kızından böylesi bir çıkış beklemiyordu.
Kral değil miydi en akıllı evladı isteyen.
İşte sana kraliçe.
Kraliçe kralın niyetini en iyi anlıyanlardandı.
Çünkü zamanında o da çok kelle toplamıştı.
Onun kellede boş değildi.
-Kimsin sen nereden geldin?
-Kızınım işte.
Yirmi yıldır beraber değil miyiz?
-Öncesini soruyorum?
-Öncesini karıştırma.
Böyle olmamı istedin böyle oldum.
Şimdi çabucak yaylan buralardan.
-Beni gece yarısı sokağa mı atıyorsun?
-Senin için hep gece değil mi zaten, ne fark ederki?
Kral üzgün vaziyette kızının sarayını terk etti.
Çünkü saray artık kıza geçmiş, şimdide o hükmünü yürütüyordu.
Kral vezire gidip, evini kiralamak istediğini söyledi.
Vezir kraliçeye kızgındı.
Onun içinde krala olur dedi.
Vezirin ev çok fakirdi. Kralın saraya hiç benzemiyordu.
Kral o evde istediği gibi hareket edemezdi.
Yani ev krala dar gelirdi.
Ama hiç yoktan iyiydi.
Kral vezirin evde yatıp, kalkıp planlar yapıyordu.
Bu planları kraliçe bir biçimde sezinledi.
O anda ülkede müthiş bir deprem oldu.
Fakat bu deprem sadece vezirin evi vurdu.
Ev kralın da vezirin de üstüne çökmüştü.
Diğer bir deyişle kraliçe bunları yıldırım gibi çarpmıştı.
Vezirin ahmaklığıysa evini krala kiraya vermesiydi.
Halbuki o evi ona veren sadece kendin kullan, sakın hata yapma demişti.
O hata vezirin bir hayatına malolmuştu.
Yıkıntılar arasından çıkan vezir kaçıp kayboldu.
Bir daha da izine rastlayan olmadı.
Kral yine kiralık ev peşindeydi.
Aslında kiralık ev boldu da, krala uygun olanı yoktu.
Yoksa kenar mahallelerde milyonlarca kiralık ev vardı.
Kralsa kenar mahallede oturmak istemiyordu.
Kraliçe bir anayasa hazırlattı.
Bu anayasanın dünya kurulalı beri tarihte bir benzeri daha çıkmadı.
Böyle bir anayasayı ne kraliçeden önce yaşayanlar keşfetti, ne de ondan sonra gelenler böyle bir anayasa yapıp uygulamaya sokabildiler.
Çünkü kraliçenin anayasası kısa ve özlüydü.
Kraliçe bu ülkede herkes özgür olacak, isteyen istediğini yapacak dedi.
İsteyen çalışacak isteyen de hiç işe gitmeyecek.
İsteyen içecek, isteyen oyun oynayacak, ticaret yapacak, okuyacak yada okumayacak.
Bu anayasaya herkes bayıldı.
Diyelim adamın parası bitti, iş hemen hazır.
Gidip bir gün çalışacak akşam iş çıkışı parasını alıp doğru meyhaneye gidebilecek.
Gece kendisini yorgun hissederse ertesi günü işe gitmesine gerek yok.
Akşama kadar yatıp dinlenecek.
Okumak istemeyenlere ne zorlama yapılacak ne de teşvik edilecek.
Çünkü insanlar her ne yaparlarsa özgür iradeleriyle yapmalıydılar.
İsteyen istediği kadar ticaret yapıp, bir yığın işçi çalıştırabilirdi.
İsteyen de yan gelip yatma hakkına sahipti.
Kimse kimseyi zorlamayacaktı.
FAKAAAAT. dedi kraliçe.
İşte iki bin sayfalık anayasanın her sayfasında büyük harflerle yazılmış olan bu fakat kelimesi anayasanın özünü ve ruhunu oluşturuyordu.
Bu fakatın altında kısa bir açıklama vardı.
Kimse kimseyi zorlamayacak.
Kısacası hırsızlık, cinayet, zorla iş yaptırmak, tehdit, tecavüz gibi sıfatları taşıyan kelimelerin hepsini birden içeriyordu.
Yani herşey gönüllü birliğe dayanıyordu.
Gönülsüz zorlamaya girenler asıl ayvayı yiyenler olacaktı.
Kimse işsiz kalmasın diye yatırımlar yapıldı.
Tarlalar, çiftlikler halkın hizmetine açıldı.
Ülkede müthiş bir kalkınma dönemi başlamıştı.
Kral şaşkına döndü.
Kral da kellesindeki alimler de hiçbir şey anlamadılar.
Çünkü bu düşünce o alimlerin okuduğu kitaplarda yazmıyordu.
Bu düşünceyi genç kraliçe kendisi bulmuştu.
Ülke halkı tek vücut kraliçenin arkasındaydı.
Memlekete herkesin yüzü gülüyordu.
Bu arada hem iş yerleri tıklım tıklım doluyordu hem de meyhaneler.
Hizmet sektörü tam anlamıyla şaha kalkmıştı.
Çalışanlar paralarını peşin aldığı için devlet her zaman fazladan para bulunduruyordu.
Kraliçenin danışmanları ve yardımcıları falan vardı ama onlar oturduğu yerde devletten maaş alanlar konumuna düşmüşlerdi.
Çünkü kraliçe ne kimseye bir şey danışıyor, ne de tartışıyordu.
O sadece emir veriyordu. “Her ihtimale karşı geniş bir arazi tesbit edin, kırk metre derinliğinde bilmem kaç kilometre kare genişliğinde bir çukur açıp, tabanını da duvarları da fayanslayın!” “Yuvarlak yahutta dört köşe olmasına siz karar verin,” dedi.
Kraliçenin bu son emrini kimse pek anlayamamıştı ama kraliçede “her ihtimale karşı” demişti.
Gerekli araştırmaları yapıp yeri tesbit ettiler.
Irmağa yakın bir yerde araziyi bulmuşlardı.
Her hangi bir sel baskınında kendiliğinden yargısız infaz yapılmış olacaktı.
Tam da kraliçe iktidara geleli bir üç yıl geçmişti.
Üç ay içerisinde kraliçenin ısmarladığı fayanslı çukurda hazırdı.
Bu fayanslı çukur kraliçenin kellesini yediği alimlerden birisinin aklıydı.
O alim vakti zamanında insanları foseptik çukuruna doldurtup onlara yaptıklarını yedirtmişti.
Bu fayanslı çukur düşüncesini de oradan esinlenerek ortaya atmıştı.
Bu alim hiçbir zaman bağımsız olamadı.
Kraliçede onu kafasına hapsetti ve kendisine bir ömür boyu hizmet ettirdi.
Bağımsız olduğunda yine milletin başına iş açabilirdi, çünkü çok fetbaz düşünceleri vardı.
Toplum gittikçe kaymak gibi bölünüyordu.
Görünürde üç ana kümelenme ortaya çıktı.
Bunlardan birincisi hayatı sevenlerdi. Bunlar çalışmayı sevmez, bol bol içer oyun oynar, kafayı tütsüler yan gelip yatanlardı.
Paraları yetmedikçe etrafa saldırmaya başlayanlar, soygun yapanlardi ki bu guruptakiler gittikçe çoğalıyordu.
İkinci ana guruptakiler bunları bu yola iteleyenlerdi ki onlarda ülkenin kaymak tabakasını oluşturuyorlardı.
Üçüncü bir grup vardı ki onlar azınlığı teşkil ediyorlardı.
Bunlar kimseye karışmaz, kazadan beladan uzak durur, çalışır eğitimine önem verir kimsenin dedikodusuna karışmaz, mütevazı bir hayat yaşarlardı.
Bunlar daha çok insanın şerrinden korkanlardı, ama bir avuçtular.
Ülkenin mahkemeleri çok hızlı işliyordu.
Kesinlikle kimseye hak etmediği bir ceza verilmiyordu.
Çünkü öylesi haksızlığın önüne ilk önce kraliçe çıkıyordu.
Suçlunun dosyasını bir kezde kraliçe inceleyip kesin kararını veriyordu.
Atın çukura.
Hakimlerde titiz davranıp kimseye haksızlık etmiyorlardı.
Böylesine adaletli işleyen bir sistemde, her nedense çukurdaki rakam kabarıp duruyordu.
Kenar mahallelerden birinde boyu iki metre, bir o kadarda kalıplı adı Şahbaz olan birisi oturuyordu.
Bu Şahbaz delikanlı bir çocuktu.
Lafını kimseden çekmez yapacağı işi de ağır çekim filmlerdeki gibi yavaş ve açıktan yapardı.
Bir gün gazinoda sosyeteden birisi dansöz yüzünden bunu toplum önünde rezil etti.
Şahbaz adamı kolundan yakalayıp cebinden çıkardığı pıçağını adamın baldırına bir kaç kez yavaşça batırdı.
Yavaş batırdı ama derin batırdı.
Adamı kaldırıp yere attığında adam çoktan bayılmıştı.
Birden gazinoyu polisler bastı ve Şahbazı alıp götürdüler.
Hakimler Şahbazı çukura mahkum ettiler.
Kraliçede FAKAAT deyince Şahbazda çukura düştü.
Kral hâlâ bir yere gitmemişti.
Bir gün Şahbazı ziyarete geldi ve kendisini misafir etmesini söyledi.
Şahbazda oradan kolay kolay çıkamayacağını anlayınca, hiç olmazsa kafada sohbet ederiz deyip kralı kabul etti.
Şahbaz gelenin kim olduğunu bilmiyordu.
Kralsa ben kralım dememişti.
Kral Şahbaza misafir olunca Şahbaz’ın kendisi süpürgeciliğe soyundu.
Öyle ya o kadar alimin arasında Şahbaz ancak süpürgecilik yapabilirdi.
Zamanla Şahbaz’ın bedeni başka bir biçime büründü.
Tam hükümdar olmuştu.
Artık kral Şahbaz’ın bedeniyle her şeyi yapabilirdi.
Sıkıştığı zamansa anında bırakıp kaçabilirdı.
Görenlerde kralın yaptıklarını Şahbaz yaptı sanırdı.
Kral Şahbaz bir gün çukurda ne kadar adam varsa yanına topladı.
Ta geride kalanlar bile yaklaşabildikleri kadar yaklaştılar.
Şahbaz ağzını bozdu ve “Toplanın ulan” dedi. Herkes ona bakıyordu. “Var mı içinizde benimle döğüşecek bir adam” dediğinde kimseden ses çıkmadı.
İki, üç, dört dedi kimse cesaret edemedi. “Söyleyin bakalım biz neden buradayız” deyince Şahbaz yine ses çıkmadı.
Millet sadece dinliyordu. “Daha önce biz bir araya hiç geldik mi” deyince “hayır” dediler.
“Peki burada neden bir aradayız” diye sorunca “mecburuz” dediler.
“Dışarıda mecburen bir araya gelseydik ne olurdu biliyor musunuz” deyince “bilmiyoruz” dediler.
-Oturun bakalım yerlerinize, ne dersem onu yapacaksınız.
Şimdi kimse kimseyle konuşmadan bir saat düşünecek.
Bu bir saat içerisinde kim kimle konuşursa onun kellesini koparırım.
Şimdi oturun bakalım.
Herkes oturdu, Şahbaz da oturdu.
Anında bir sessizlik oldu, herkes önüne bakıyordu.
Aradan az bir zaman geçince hafif hafif hareketlenmeler başladı.
Fısıltılar, fıkırdaşmalar, gülüşmeler derken yirmi dakikada herkesin buzu çözüldü.
Ayağa kalkanlar oldu, sigara yakanlar oldu derken herkes eski havasına geri döndü.
Şahbaz tam bir saat Buda gibi yerinden kıpırdamadan düşündü.
Sonra ayağa kalkıp “Şimdi anladınız mı neden burada olduğunuzu” deyince gülüştüler. Şahbaz da güldü.
-İşte bol bol vaaz dinlemek yerine günde bir saat düşünebilseydiniz bugün burada olmayacaktınız dedi.
Kızdı ve “Allahsızlar” dedi.
Kaymak tabaka ise kendisini diğer guruplardan soyutlamış, kubbeli binasına çekilmişti.
Kendi aralarında bir birlik oluşturmuşlar, her şeyi ellerine almış geçinip gidiyorlardı.
Kraliçe de onların yanındaydı, keyiflerine diyecek yoktu.
Bir gece bir olay oldu ve herkesin damağı kurudu.
Büyük bir yer sarsıntısıyla bardaktan boşanırcasına yağan yağmur şehrin altını üstüne getirdi.
Şahbaz yanında ne kadar adamı varsa alıp bir dağa sığındı. Kraliçe de adamlarıyla kubbeli binasına.
Üçüncü guruptaki azınlık bir gecede ortadan kaybolup izini kaybettirdi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.