- 418 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
O Gün Çok Hüzünlendim
HAYATTAN KESİTLER -III
O GÜN ÇOK HÜZÜNLENDİM
1986–87 yıllarıydı. Erzurum/ Hınıs- Ortaköy’de öğretmendim. Beş sınıf bir arada birleştirilmiş sınıf okutuyordum. İlk yıl tek başıma doksan öğrenciyi okuttuktan sonra, ikinci yıl Çanakkale/ Biga’dan İrfan Önal adında genç bir öğretmen arkadaşım daha gelmişti. İrfan Bey gelince I,II ve III. sınıfları ben aldım, IV ve V. sınıfları İrfan Bey’e verdim. O yıl daha verimli olmuştuk. Hatırladığım kadarıyla benim sınıf biraz daha kalabalıktı. Meslekte sekizinci yılımdı. İş böyle olunca zaman zaman İrfan Beyi sınıfıma çağırır, birinci sınıflarla yaptığım çalışmaları izlemesini isterdim. Birinci sınıfa gelen öğrenciler Türkçe bilmiyorlardı. Her gün derse girer girmez sınıftaki eşyaların isimlerini tek tek söyleyerek tekrar ettirir, ondan sonra derse başlardım. O zaman tümden gelim metodu uygulanırdı. Ben hazır cümle takımı almaz, cümleleri çocukların günlük yaşamlarından bulur evde kendim hazırlayıp yazardım.
İrfan öğretmenimle çok güzel bir ortamımız vardı. Her şeyimizi rahatlıkla paylaşıyorduk. Bazen ona Bigalı diye hitap ettiğim bile olurdu. Şehre gitmemiz gerektiğinde birlikte gidip geliyorduk. Hınıs’la köyün arası on üç kilometreydi. Aynı gün gidiş ve dönüş yirmi altı kilometre ediyordu. Kışın yollar kapanınca dağ yolundan gidip geliyorduk. Yola çıkmadan önce havanın ayaza çevirip karın donmasını bekliyorduk, aksi halde yürürken kara gömülüyorduk. Yolda yaşanabilecek riskleri azaltmak için ya köylülerle ya da ikimiz birlikte yola çıkıyorduk.
Kışın ortasıydı, evde birçok erzak bitmiş, sebze ve meyveye hasret kalmıştık. Hafta sonunu iple çekiyordum. Cuma günü dersten sonra arkadaşıma şehre gidip gideceğimizi sordum. Arkadaşım üşütmüş ve rahatsızdı, üstelik bir de ateşi vardı. Gelmesi mümkün görünmüyordu, zaten öyle de oldu. Köyden gideceklerin olup olmadığını araştırdım, kimseyi bulamadım. Anlaşılan yarın tek başıma gitmem gerekiyordu. Erkenden yatıp uyudum.
Hanım sabah şafak vakti kalkarak kahvaltımı hazırlamıştı. Kahvaltıda birkaç parça kızarmış hamur ve reçel vardı. Soğuk havada tatlı yiyecekler iyi gidiyordu. Kahvaltımı yaptım, iki bardak çay içerek kapının arkasında dayalı duran sopamı aldım, hanımla vedalaştıktan sonra yola koyuldum. Önce yüksek bir dağı aşmam gerekiyordu. Elimdeki sopadan destek ala ala karlı ve kaygan rampayı çıkarak dağın zirvesine ulaştım. Biraz nefeslendikten sonra tepedeki düzlükte zemine yapışmış ve biraz donmuş karların üstünde yürümeye başladım. Dağın tepesinde soğuk ve sert bir rüzgâr esiyor, donmuş buzların üstündeki kar tanelerini un gibi önüne katıp savuruyordu. Neyse ki ben de rüzgâr istikametinde yürüyordum. Rüzgârın da yardımıyla dağın iniş kısmına çabucak gelivermiştim. İşte burası yolculuğumun en eğlenceli ve en sevdiğim kısmıydı. On beş, yirmi metre koştuktan sonra, kendimi dağdan aşağı yumuşacık karların üzerine attım. Hızla aşağıya doğru kaymaya başladım. (Çocukluğumda bizim evin yukarısında, kalenin yamacındaki çimleri ıslatarak, kayganlaştırdıktan sonra kaydırak oynadığımız günleri hatırladım.) Dağın dibine kadar kayarak indim. Daha sonra karda düşe kalka yoluma devam ettim. Yorulduğum halde durup dinlenmiyordum çünkü dinlenirsem soğuktan donma ihtimalim vardı.
Zaman zaman kara gömülüyor, zaman zaman sert zeminde kayıp düşüyordum. Ayakkabımın ökçeleri kar ve buz bağlayarak epey yükselmiş, yürümemi engelliyordu. Yüksekçe bir yere oturup elimdeki sopayla vurarak topuğumdaki kar ve buzları kırmaya çalıştım. Bir nebze faydası olmuş, ayağım hafiflemişti. Şimdi daha rahat yürüyebiliyordum. Dağları aştıktan sonra, Hınıs kanyonuna yetişmiştim. Kanyon kıvrımlar çizerek uzayıp gidiyor, ben de o kıvrımları takip ederek derenin kenarına fazla yaklaşmadan ilerliyordum.
Sonunda epey yorulmuştum ama Hınıs’a gelmiştim. İlk işim bakkal Fahrettin amcanın yanına uğramaktı. Öyle de yaptım. Fahrettin amca garip dostu, çok iyi bir adamdı. Her zaman olduğu gibi bugün de dükkâna erken gelmişti. Henüz sokaklar tenhaydı. Hafiften soğuk bir rüzgâr esiyordu. Yol kenarındaki kavakların üstünde kargalar her zamanki gibi bir hengâmeyle bağrışıyor, konup kalktıkça dalların üzerindeki karları rüzgâr savuruyordu. Buzlanmış kapıyı iterek içeriye girdim. Fahrettin Amcayla hoşbeş yaptıktan sonra, beni sobanın yandığı camlı bölüme aldı. Hemen bir çay doldurdu, muhabbetle yudumladık. Ortalık ağarmış, dükkâna müşteriler girip çıkmaya başlamıştı. Ben müsaade isteyerek alışveriş yapmak üzere oradan ayrıldım.
Çarşıyı, pazarı dolaştım. Çarşının içi tamamen kar ve buzlarla kaplanmıştı. Gezerken epey zorlanıyordum. Ayağımdaki bot uygun değildi. Yerli halkın çoğunluğu Gıslaved lâstik ayakkabı giyiyordu. Bu ayakkabılar Türkiye’de 1930’lu yıllardan beri kullanıla gelen ve karda kaymayan lâstik ayakkabılardı. İlerleyen günlerde bir tane de hanıma almıştım.
Alışverişimi tamamlayarak tekrar Fahrettin amcanın dükkânına geldim. Eşyalarımı da buraya toparladım. Yanımda getirdiğim beyaz şeker torbasına doldurup ağzını iple bağladım.
Bu arada öğle çoktan geçmiş ikindi vakti gelmişti. Hemen yola çıkamazdım çünkü kar henüz donmamıştı. Akşamın ayazını beklemeliydim. Yoksa giderken kara gömülerek yürümem gerekirdi. Bu da benim donmama sebep olabilirdi. Biraz daha zaman doldurmak için bir dönerciye uğrayıp bir döner yedim. Bir döner de paket yaptırıp birkaç limonla birlikte yolda yemek üzere bir poşete koydum. Fahrettin amcanın yanına uğrayarak eşyalarımı sırtlayıp vedalaştıktan sonra yola koyuldum.
Şehri çıktığımda hava ayaza çevirmiş, karlar biraz donduğu için daha rahat yürüyebiliyordum. Adımlarken hep izlere basmaya özen gösteriyordum. Yolu yarıladıktan sonra boğazım kurumaya ve karnım acıkmaya başladı. Hemen bir limon kesip somurdum ve posasını karların üzerine fırlattım. (Belki bir hayvan bu kabuğu bulur yer diye düşündüm.) Yürüdüğüm yerde döner paketini açarak onun da hepsini yedim ve karnımı doyurdum. Diğer limonları da biraz soyduktan sonra ısırıp sıkarak, suyunu içtikten sonra hızlı bir tempoyla yürümeye devam ettim. İşte şimdi biraz kendime gelmiştim. Köye yaklaştığımda hava hafiften kararmaya başlamış, beni uzaktan fark eden köpeklerin sesleri geliyordu. Biraz rahatlamıştım ama dik bir rampayı daha geçmem gerekiyordu. Tırmanışa geçtikten bir süre sonra ayak izleri karıştığı için yanlış bir yere basmış olmalıyım ki gırtlağıma kadar kara gömüldüm. Biraz uğraştım, kıpırdadıkça daha da gömülüyordum. Sırtımdaki çuvalı omzumdan ileri doğru atarak çuvaldan destek almaya çalıştım. Biraz işe yaradı ama gene de çıkamıyordum. İşte tam o anda biri başı ucumda,
— Hayır mı hoca efendi ne yapıyorsun, diye seslendi. Bu gelen köyün şoförü Köroğlu’ndan başkası değildi. Yollar kapandığı için o da köyden dışarı çıkamıyordu.
—Kara gömüldüm çıkamıyorum, dedim.
Bir eliyle çuvalı, diğeriyle de beni çekip çıkardı. Daha ben teşekkür bile etmeden,
– Bu çuvalın içinde ne var böyle, dedi.
– Bu çuvalda neler yok ki dedim: Elma, portakal, limon, turp, ekmek… Her şey var.
–O halde akşama gelip yemeliyiz hocam, siz zenginler her şey yiyorsunuz, biz hiç bir şey yiyemiyoruz, dedi.
– Vallahi bunları babam gelse vermem, ben bile yemeyeceğim! Görüyorsun ne çilelerle getirdiğimi. Bunları evde karşıma koyup her gün seyredeceğim (Zaten evde bir elmayı bitmesin diye iki kişi paylaşıp yiyorduk.) dedim.
Köroğlu bana epey güldü (Bu konuşmaları daha sonra köylülerle de paylaşmıştı). Karşılıklı gülüşmelerden sonra çuvalı kendisi sırtladı, köye kadar taşıdı. Ben çuvaldan ona bir şeyler vermek istedim ama o çok zorlamama rağmen kabul etmedi. (Daha sonra birkaç meyveyi paket yaparak bir çocukla evine gönderdim.) Eve gelip kapıyı çaldığımda çoktan ortalık kararmış, akşam olmuştu.
Aradan on gün kadar geçmiş, bir hafta sonuydu. Biraz geç kalkmış kahvaltımızı da geç yapıyorduk. Tam o esnada kapı çalındı. Kim o diye seslenerek gidip kapıya baktım. Kapıyı açtığımda karşımdaki geçen yıl beşinci sınıftan mezun ettiğim İhsan Koçak adındaki öğrencimdi.
– Hayır mı İhsan ne istiyorsun, dedim.
Biraz utanarak, biraz da hafif tebessümle,
– Öğretmenim anam doğurdu, canı bir elma çekmiş; belki öğretmende olur diye beni size gönderdiler. Eğer varsa bir tane elma almaya geldim. Ha öğretmenim bugün hem annem hem de eşeğimiz doğurdu, evimizde iki tane bebek birden oldu dedi ve hep birlikte gülüştük. (İhsan, ergenlik çağına gelmiş, sesi kalınlaşmış bir delikanlıydı.) Hem gülüyor hem de üzülüyordum. Hanım da kapıdaki konuşmaları duymuş olacak ki, o da gülerek yanımıza geldi:
– Çok sevindim İhsan annene selâm söyle, bebeğiniz hayırlı olsun dedikten sonra,
– Elma kalmamış, bitirmişiz. Yalnız bir tane portakal var onu vereyim, dedi.
Ama nasıl olur bir tek portakal, ayıp olmaz mı diye mırıldandım. Yapacak bir şey yoktu. O bir portakalı İhsan’ın eline tutuştururken çok mahcup olmuştum. Koskoca öğretmendim ama bir tek portakal verebiliyordum. Mutlu gibi görünsem de, o gün çok hüzünlendim…
Memik Kömekçi
26.09.2020 Yavuzeli/Gaziantep
+
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.