- 241 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZAMANA KARŞI KOYMAK
Dünyaya defalarca gelip gitmekten bıkmış olan bir Anadolu dervişi, Tanrıya derdini anlatmaya karar verdi.
Tanrınınsa dervişi dinleyecek pek zamanı yoktu.
Ama yinede az bir zaman ayırmayı uygun buldu.
Tanrının huzuruna çıkan derviş:
"Ya Rabbim! Dünyaya o kadar çok gittim ki, artık takatimin kalmadığını hissediyorum.
Şu anda bulunduğum yer de hoş değil.
Hırsızların, katillerin arasında kaldım.
Ya beni daha müsait bir yere alın yada bir yol gösterin."
Tanrı bir dervişe baktı, bir de yere.
Uzun süre düşündü.
Dervişe bir kez daha bakıp:
"Bana bak derviş şimdi seni bir yere göndereceğim.
Orada nasıl istiyorsan öyle yaşa.
Ve sonra yine gel bana," deyip dervişi tuttuğu gibi bir kuyuya attı.
Kuyu çok uzak bir yerden bir kapıyla dışarı açılıyordu.
Burası aynen dünya gibiydi ama dünya değildi.
Derviş bağıra bağıra kuyuda ilerlerken öleceğini sanıyordu ki,
Pat diye bir kapının önüne düştü.
Kendine geldiğinde etrafına bakındı ve yaşadığına kanaat getirdi.
Kapıyı açıp dışarı çıktığında dünyaya geldiğini sanıp korktu.
Çünkü dünyaya gelmek istemiyordu.
Fakat gördü ki burası dünya değil.
Ama onun bir benzeriydi.
Yürümeye başladı ki ileride tarlalarda çalışan insanları gördü.
Yanlarına varıp onlarla tanıştı ve orada kalmaya karar verdi.
Bu derviş uzun bir zaman dilimini oralarda geçirip,
Tekrar Tanrının huzuruna geldiğinde sakalı dizlerine inmişti.
Tanrı, dervişin oralarda geçirdiği zamanı şimdiki zamanla kıyasladığında,
Tam yirmi bin yıla denk geldiğini gördü.
Tanrı zamanı kesti, biçti, ilaveler yaptı ve dervişin önüne tam otuz hayat koydu.
Bir başka deyişle derviş tam otuz kez dünyaya gidip gelecekti.
Bu otuz hayatı yaşamaz ise tüm kapılar dervişe kapalıydı.Tanrı dervişi yanına alıp bir yerleri gösterdi.
Derviş görüntüye de orada yaşayan insanların yaşam biçimlerine de bayıldı.
"İşte böyle bir yerde yaşamak isterim Rabbim," dedi.
-Burada yaşamanın bedeli ağırdır derviş.
O bedeli ödemeden buraya gelemezsin.
-Her türlü bedeli ödemeye hazırım efendim.
-Çok zahmetli yollardan geçersin.
Eğer arkana bakmadan ilerlersen sonunda kazananların yanına gelirsin.
Yok yarı yoldan döneyim dersen senin için yapacağım hiçbir şey yoktur bilesin.
-Her türlü ezaya da cefaya da katlanmaya hazırım, yeter ki bana bir imkan tanıyın.
-İmkanlar her zaman vardır, tabi ki kullanmasını bilene.
Tanrı cömertliğini gösterince dervişe bir kapı açıldı.
Ve ilk sınavını vermek üzere dünyaya doğru yola çıktı. Bu derviş dünyada kaç yaşında ölürse ölsün hepside onun hayatlarından birisi olarak sayılacaktı.
İsterse iki yaşında ölsün isterse yetmiş yaşında.
Böyle böyle otuz hayatı bitirip geri dönecekti.
Yolda dervişin aklına bir şey gelmişti ki koşarak geri geldi.
-Ya bir kötülüğe bulaşırsam ne olacak ya Rabbim?
-Ben o kötülükleri de görenim derviş. Her şeyi hesaplayarak otuz hayatı koydum önüne.
Demek ki derviş ne yaparsa yapsın otuz hayat sonra özlediği yere ulaşacaktı.
Belki de bu otuz hayattan birisi bile yetecekti dervişin oraya gelmesine.
Derviş yoluna tekrar devam etti.
Yolu açık olsun.
İkinci bir derviş de aynı şikayetlerle Tanrının kapısını çaldı.
Tanrı cömertliğini gösterince az bir zamanını da onun için heba etti.
O da aynı şikayetlerde bulunup, dünyaya gitmek istemediğini, yorgun olduğunu,
bulunduğu yerden de memnun olmadığını söyledi.
Tanrı bunu bir boşluğa fırlattı.
Boşlukta uçarken öleceğini sanıyordu ki, büyük bir şehrin büyük bir meydanına pat diye düştü.
Görenler şaşkına döndüler.
Çünkü dervişin görünümü onlara benzemiyordu.
Derviş yinede oraya yerleşip yeni hayatına devam etti.
Oda kendisine verilen zamanı kullanıp huzura çıktığında sakalı dizlerine ulaşmıştı.
Tanrı birinci dervişte olduğu gibi buna da görülmesi gereken yerleri gösterdi.
Derviş de her türlü zorluğa katlanacağını söyleyince önüne tam bin yıllık bir zaman çıktı.
Yani bu derviş de kendisine biçilen bin yıllık zamanı gide gele, tüketecekti.
Her harcadığı gün ister iyi geçsin ister kötü onu özlediği yere bir adım daha yaklaştırmış olacaktı. Bu derviş de eğer bir kötülüğe bulaşırsa ne olacağını sorunca,
Tanrı, "Ben onu da hesaba kattım," dedi.
İçinde sonsuz bir rahatlığı yakalayan derviş yola koyuldu.
Onun da yolu açık olsun. Birinci derviş kendisine bir aile bulmuş onların kuzularını otlatıyordu ki, Bir gün bunu bir yılan soktu ve öldü.
Tam da sekiz yaşındaydı.
Böylece hayatlarından birisini harcamış oldu.
Geriye kaldı yirmi dokuz.
İkinci hayatında tam on iki yaşına gelmişti.
Ailesi fakir olduğu için bunu bir atölyeye çırak olarak verdi.
Derviş işgüzarlık yapıp büyük makinelerden birisiyle oynamaya kalkınca,
makine bunu kolundan dolayıp savurup attı.
Cansız bir şekilde pat diye yere düştü.
Böylece ikinciyi de harcamış oldu.
Arkasında çok üzülenleri oluyordu ama önemli olan dervişin kendi geleceğiydi. İkinci derviş otuz yaşına geldiğinde kendisini göstermekte gecikmedi.
Etrafındakiler onun konuşmalarına bayılıyordu.
Neredeyse herkes onu dinliyordu.
Sesi de güzel olduğu için tam bir hafız olmuştu.
Dervişin kapasitesi etrafındakilerden biraz daha ileride olduğu için etki gücüde yüksekti.
Derviş durup dururken bir parti kurmaya karar verdi.
"Bu memleketi en iyi ben yönetirim,
Benden başka kimse saha kaldıramaz bu ülkeyi," dedi.
Bu arada milletin tarihiyle ve dini duygularıyla oynamaya başladı.
Sürekli gıdıklıyordu.
Rakipleri de çok yamandı.
Ne yapıp yapıp ona fırsat vermek istemiyorlardı.
Kutsal kitapları okudu ve anlayamadı.
Anlayamadıkça hırçınlaştı ve kendi tabanını gerdi de gerdi.
Ne idüğü belli olmayan mollaların söylevleriyle toplumu uyuşturmaya çalıştı.
Başka ülkelerde yasayan mollaların fetvalarını dinledi.
Az bir değişiklik yaparak kendi düşüncesiymiş gibi topluma sundu.
Kadınları peçe ve çarşafa mahkum etti.
İnsanların inançlarıyla oynuyor, kutsal olan ne varsa onlara sahip çıkıyordu.
Dinleyenler bunu Allah’ın en yakın adamı sanıyordu.
Gereksiz yere dinin ve kutsal şeylerin tetikçiliğini yapmaya soyundu vetoplumu gerdi de, gerdi.
Bu arada ne kendi başı beladan kurtuluyor nede onu dinleyenlerin cebine bir şey giriyordu.
Tam tersi hep kaybediyorlardı.
Her şeyden umudunu kesmiş dine ve Allaha sığınmış olan insanların duygularını,
kendi nefsi için harcıyordu.
Böyle böyle tam yüz yıl kulaç attı.
Kulaç atmaktan yorgun düşmüştü ki huzura çağrıldı. Utandı, gelemedi ve kaçtı.
Çağıran, "Ben bunları da bilip görendim," dedi.
Bu arada birinci derviş iki hayati daha alt etmişti.
Birisinde yirmi yaşındaydı ve askerdi.
Bir çatışmada alnına bir kursun isabet etti.
Diğerinde de daha yaşlıydı ve yağmurlu bir havada yıldırım çarptı. İkinci dervişin önünde daha dört yüz yılı kalmıştı ki,
Birinci derviş otuz hayatı da harcayıp döndü.
Sonunda asıl istediği yere ulaşmayı başarmıştı.
Arkasında hep üzüntü ve gözyaşı bıraktı ama önemli olan onun kendi hayatıydı.
Yeni yurdu hayırlı olsun.
İkinci derviş kah üniversiteli oldu kah bilim adamı.
Kahta dindar bir sofu.
Ama sonunda dokuz yüz yılı da iç etmeyi başardı.
Ömrünün son yüz yılı artık bir final havasında geçecekti.
Acaba basarılı olabilecek miydi?
Derviş yaşamlarında ister istemez softalığa kaçan ikinci derviş,
Ömrünün son bölümünde yine bir dervişi oynamaya karar verdi.
İlk gittiği ülkeye yeniden gitti.
Gitti ama toplum bir hayli değişmiş; onun softalık yaptığı döneme hiç benzemiyordu.
Kırk yaşında tam olgunluk dönemini yaşıyordu ki kutsal kitabi eline aldı.
Hayatında ilk defa okuyordu.
Yalnız başına sakin sakin okuyup, aynı zamanda da notlar alıyordu.
İşi bu kez gayet ciddi tutuyordu.
Kitabı okurken kitap birdenbire dervişi girdap gibi içine çekti.
O anda derviş sonsuz bir aleme daldı.
Kah gök yüzünde dolandı, kah yer yüzünde.
Sanki her şey bir sonsuzluğa hitap ediyordu.
Yıldızlar arasında dolaşıyor ve hepsine de ayrı ayrı basıyordu.
Bastığı her yıldızdan ayrı bir melodi çıkıyordu.
Burada farklı dillerin bir arada nasıl yaşadıklarını öğrendi.
Farklı toplumların bir araya geldiklerinde nasıl bir zenginlik yarattıklarını öğrendi.
Uzun bir yolculuktan döner gibi kendine geldiğinde kitabın bir yerinde kaldığını hatırladı.
Orada diyordu ki "Biz istersek insanlar daha dünyadayken bile sırtlarını pekiştiririz."
Yahut da buna benzer bir şey yazıyordu.
Derviş uyandı ve amin deyip kitabi yerine koydu.
İste o andan itibaren düşünmeye başladı.
Daha önce düşüncenin önemini kavrayamamıştı.
Onun içinde kırk yılını ona buna şaklabanlık yapmakla geçirmişti.
Toplumun zaafını hemen kavradı.
Derhal softalığa soyundu.
Fakat bu kez derviş yönünü hep yukarıda tutacaktı.
Kimseye çaktırmadan belirli bir süre softalık yaptı.
Kitleleri arkasında toplamıştı ki yavaş yavaş derviş yönünü ön plana çıkarmaya başladı.
Nasıl olsa dinleyicileri boldu.
Derviş kendi çapında filozofça laflar etmeye başlayınca aynı kulvarda koşanlar,
Oyun bozanlık yapıp dervişe çelme takmaya kalktılar.
Ama dervişin onlara aldırdığı bile yoktu.
Onlar dervişi sıkıştırdıkça dervişte onlara "Önünüzde kaç yılınız var" diye soruyordu.
Bunun ne anlama geldiğini anlamayanlar tam delleniyorlardı.
Derviş dedi ki: "Toplum dediğin devletiyle barışık olmalı,
Toplumu sürekli germenin bir anlamı yok."
İnsanlar daha bir dikkatle izliyordu dervişi.
Fakat diğerleri çok kızıyorlardı.
"Bu dünyada uymamız gereken yasalar var.
Biz beğensek de beğenmesek de bu yasalar işliyor ve ona uyacağız."
"Ama," dedi derviş, "devlet de devletliğini bilmeli."
Vatandaşları daha da dikkat kesildiler dervişe.
"Bir yıl önce bile olsa bir insanı yazıp ve söylediklerinden dolayı yargılamak insanın ayıbıdır.
Bu yargılama gerek yasalarla olsun gerekse de insanın kendi diliyle.
Çünkü insan değişkendir.
Özünde sağlam olan bir insan her an değişebilir.
Bu değişimden korkmamak gerek."
Devleti temsil edenler seviniyor, softalarsa dervişi gergiye alıyordu.
Çünkü toplumun sempatisini kazanan derviş toplum devletiyle barışık olmalı diyordu.
Bu işten bir kazançları olmayan diğerleriyse dervişi çatalından yarmaya çalışıyordu.
Onlar dervişe laf attıkça derviş hep aynı soruyu soruyordu:
"Önünüzde daha kaç yılınız var?
Hiç bir insan bir diğerinden daha üstün değildir.
Erkeklerse kadınlardan hiç de üstün değildir deyince derviş, kıyamet koptu.
Ve maçolar ayağa kalktı.
"Yapma ulan zındık!" dediler ama derviş onlara da aynı soruyu sordu.
"Önünüzde iç etmeniz gereken daha kaç yılınız var?"
Onlar da anlamadılar ama çok kızdılar.
Dervişi parçalayacaklardı ama biraz da korkuyorlardı.
Çünkü dervişin azımsanmayacak kadar bir de halk desteği vardı.
Ayrıca bir sürü de korumaları.
Parası boldu zaten; saçsa bile bitiremezdi.
Sağ olsun cömert vatandaşları sürekli bağışta bulunuyordu.
"Yedi yasındaki çocuğu kuran kursuna göndersen,ki ne çıkar?
Sanki biz yetişkinler anladık da ne oldu?" Deyince derviş ikinci kıyamet koptu.
İşte bu konuda laf edilemezdi.
Çünkü bu işi belirli bir grup tekelinde tutuyordu. Onlardan başkası laf edemezdi.
Hele hele içlerinden çıkmış derviş gibi zındığın birisi hiç edemezdi.
Bunlar dervişe laf atınca derviş, "Bir insan neyse odur. O yine dönüp dolaşıp özüne varır," dedi.
Kendisine devlet diyenler dedi ki, "İşte bakın! Aydın ve çağı yakalamış bir din adamı.
İşte bu ülkenin böyle imamlara ihtiyacı var."
"Kadını peçeye mahkum etmek insan denen nesneye yakışmaz.
Rahat bırakın kadınları kızları.
Bırakın özgür iradeleriyle kendileri karar versinler.
Kafanın içiyle uğraşmak yerine neden dışıyla uğraşır durursunuz?
Görünümün ne anlamı vardır ki?" deyince üçüncü kıyamet koptu.
"Yeter artık, bunu durdurmak gerek!" dedi softalar.
Ama derviş kadınları da yanına almıştı.
Devlet zaten bu konuda gönüllüydü.
Çünkü bu olay devleti yönetenlerinde başını ağrıtıyordu.
"Herkes bu dünyaya biri biri için değil, kendi sevabını yazmak için geliyor.
Onun içinde kimsenin kimseye baskı yapmaya hakki yoktur.
Yüce kitapta da böyle yazmıyor mu?"
Bu duruma softalar iyice dellendi.
Devleti temsil ettiklerini söyleyenlerse biraz alınır gibi oldular.
"Benliğine yenik düşüp alçak gönüllü olmayı hazmedemeyen hiçbir toplum ileriye gidemez.
Onun için de herkes bir biçimde benliğine gem vurmalı.
Bu topraklarda yasayan herkes bu ülkenin öz evlatlarıdır.
Onlara hiç bir ayrım uygulanmadan ayni muamele yapılmalı."
Bu konuşmalar toplumun yıllardır özlem duyduğu konulardı.
Zaman zaman birtakım soytarılar bu lafların özünü boşaltarak yaklaşmıştı halka.
Ama bu kez ciddi bir olay vardı ortada.
Bir adam kalkmış toplumsal gelenekleri sarsıyor,
Silkeledikçe silkeliyordu.
Sağlam olup tutunanlar tutunacak, çürüklerse patır patır dökülecekti.
Tam da bu arada derviş bombayı patlattı.
Bir parti kuracaktı.
Geride daha elli yılı vardı.
Bu süre içerisinde toplumu yönetmeye soyundu.
Partiye müthiş bir destek geldi ve geniş bir katılımla patisini kurdu.
Devleti yönetenler de bu işe kuşkuyla yaklaşmışlardı ama adamın söylediklerinde ters bir şey yoktu.
Fazlası vardı çünkü toplumun çoğunluğu aynı saflardaydı.
Devleti yönetenler dedi ki: "Müthiş bir din adamı, aydın kafalı.
Bundan bu ülkeye bir zarar gelmez."
Derviş daha da ileri gitti.
"Borçlu bir ülke özgür sayılmaz.
Ayaklarında demir topuz bağlı olan bu toplum bir yere gidemez,
Onun içinde derhal ne yapıp yapıp bu borcu ödemeliyiz,
Ülke ancak o zaman kalkınır," dedi.
Bunu duyan borç batağında kıvrananlar dervişi selamladılar.
Öyle ya, derviş ciddiydi. Yapacağım dediğini yapıyordu.
Pekala onların borçlarını da ödeyebilirdi.
İyi de derviş neden el alemin har vurup harman savurduğunu o işte,
Hiçbir payı olmayanlara ödettiriyordu?
Bu konuda halk biraz geri adim atmaya hazırlanıyordu ki gerekçesini koydu.
"O kaynağı ben kendim buldum.
O zaman herkes rahatlayacak. Herkesin boğazından sıcak çorba girecek."
Çorba içmek istemeyenler gocundu ama içmek isteyenler çoğunluktaydı.
Birtakım aceleciler hemen, "Neymiş o bulduğun kaynak?" deyince,
"Sırası gelince onu da açıklarım," dedi derviş.
Fakat herkes sabırsızlanmaya başlamıştı.
Tam da burada dervişe bir din adamı gözüyle bakan zihniyet ayvayı yemişti.
Derviş onlara çaktırmadan yıllardır işgal ettikleri koltukların tümünü de,
teker teker altlarından almış onlarınsa haberleri bile olmamıştı.
Avrupalı alimler olayı çabucak kavrayıp derhal adaşlarını uyardılar.
Ama para etmedi onlar yine uyanamadılar.
Seçimlere gidildi ve dervişin partisi çoğunluğu sağlayıp iktidara geldi.
Birileri gönülsüzde olsa bu işe razı olmak zorunda kaldı.
Başka hiç bir çareleri yoktu ama elleri tetikteydi.
En ufak bir olayda herkes eski konumuna çabucak dönebilirdi.
Fakat dervişin sakası yoktu.
O oyunda oynamıyordu.
Üstelik gayet de ciddiydi.
Ölüm gibi yahut da öldürülme gibi şeyleri aklından bile geçirmiyordu.
Çünkü ona verilen zaman henüz dolmamıştı ve o da bunun farkındaydı.
Derviş başbakan olunca asıl kıyameti kopardı:
-Sevgili vatandaşlarım, bu ülkenin borcunu ödeyip özgür bir ülke ve özgür bir toplum yaratmak istiyorum.
-Yaşa, nur ol! Seninle birlikteyiz.
-Nasıl ödeyeceğimi biliyor musunuz?
-Öde de nasıl ödersen öde.
-Hep birlikte ödeyeceğiz.
-Bizde o kadar para yok ki.
-Olsun, bir yerlerden buluruz.
İşte burası pek uygun düşmemişti.
Derviş, "Borcu ödeyeceğim," deyince herkes onun kıyıda köşede saklı parası var da onunla ödeyecek sanmıştı.
Onun için sevinmişlerdi.
-Cenabı Allah bizi yarattı fakat akılı da beraber verdi.
Yani ’yürü’ dedi.
Kendi kendini yönet dedi.
Kendi kurallarını kendin koy, sen benim eserimsin, bense seni izleyenim.
Senin nereye kadar uzanabileceğini izliyorum.
Aklının yetmediği yerde bir nedenden dolayı açık olan kapıyı hep gösteriyorum.
Ama sen bunun farkında değilsin.
Benim koyduğum kurallara takılıp kalma. Onu daha da ileriye götür diyor.
-Nerede diyor bunu hoca? dediler.
-Kutsal kitap hep bunları açıklar.
Dinleyenler kitapta açık açık böyle söyleyen yerleri bulamadıkları için olaya kuşkuyla yaklaştılar.
Softalarsa dervişin ayağını kaydırmak için tuzak üzerine tuzak kuruyorlardı.
Çünkü derviş onların at koşturdukları hipodruma kadar girmişti.
Ya bir de kendi atını çıkarırsa ortaya? ya atı da kendisine benziyorsa? hangi at yarış alacaktı ondan?
"Ben hiç kimsenin hayatından ve özel yaşamından sorumlu değilim.
Hele hele inanç ilişkilerine hiç karışmam.
Herkesin inancı herkese, benimki de bana.
Cenabi Allah diyor ki: ’Beni hiçbir yerde arama ben zaten senin içindeyim.
Sen kendine yücelik kazandırırsan beni zaten yüceltmiş oluyorsun.
Peki biz neden onu başka yerlerde arıyoruz?
Neden her yıl Arabistan’a giderek bir yığın para bırakıyoruz?
Allah bizi burada görmüyor mu?
Onun için bir önerim var.
Başkaları ne yaparsa yapsın bizi ilgilendirmiyor.
Gönüllü olarak hac vazifemizi bu güzelim ülkemizde yapalım diyorum.
Kurbanlarımızı kesip duamızı yapalım.
Elimizde kalan parayı da gönüllü olarak bir fonda biriktirip yatırıma dönüştürelim.
Üniversiteler kuralım, yollar yapalım.
İş yerleri açalım.
Her yıl gönüllü olarak ne kadar insan katılmak istiyorsa o kadarı katılsın.
Bu işte kontenjan montenjan yoktur."
Burada hayret verici bir olay oldu.
Hiç kimse ne alkışladı, ne de yuhaladı.
Sadece bir sessizlik oldu.
Herkes olabilirlik derecesini düşünmeye başlamıştı.
Daha doğrusu herkes bir tarihçi gözüyle olayı izlemeye almıştı.
İnsanların beklenmedik bu tavrını derviş de anlayamadı ama maya tuttu dedi.
"Bu işi vicdanınızla baş başa bırakarak noktalıyorum.
Biliyorum, bu hassas bir konudur. Kimselerin etkisinde kalmadan biraz düşünün."
Bir zaman sonra derviş bu işi kendi tabanından gönüllü olarak katılmak isteyenlerle başlattı.
Hiç de yabana atılamayacak bir katılım oldu.
Bunlar yılın bir günü bir yerde toplandılar.
Çadırlar kurup ateşler yaktılar.
Kurbanlar kesip kendileri yemeden hayır kurumlarına bağışladılar.
Derviş işi o kadar sıkı tuttu ki, en ufak bir yolsuzluk meydana gelmedi.
İnsanların dervişe olan güvenleri daha da artıyordu.
Gazete köşelerinden kimi nalına kimide mıhına vuruyordu ama dervişin aldırdığı yoktu.
O sadece, "Önünüzde kat etmeniz gereken kaç yılınız var?" diyordu.
İlk kez toplanan parayla beş bin kapasiteli bir ziraat fakültesi kurmaya karar verildi.
Dervişi geri kafalılıkla suçlayanlar oldu.
öyle ya, elektronik çağda tarımın anlamı neydi?
İnsanlar yavaş yavaş olayı kabullenmeye başlamıştı
Her yıl rakam artıp duruyor, toplanan parayla bir proje gerçekleştiriliyordu.
Borçlanmadan, borçlar tıkır tıkır ödeniyordu.
Ülkede barış sağlanmış insanlar huzur içerisinde yaşıyordu.
Herkes zengin olamamıştı ama sanki ruhsal anlamda insanlar bir boşluktan çıkmış gibiydiler.
İş bu kerteye gelince derviş, "Bu millete daha fazlası gerek," dedi.
Tanrı, dervişe de ülkesine de yürü demişti.
Yukarıda olayı izleyen dervişin arkadaşları teker teker dervişin ülkesine gelmeye başladılar.
Derviş son otuz yılına girmişti.
Gelenlerse en az otuz yıl güvencede yaşayacaktı.
Daha sonrada yarim kalan yerden işi onlar omuzlayacaktı.
Bir süre sonra dervişi tarıma yatırım yapmakla suçlayanlar,
Gün geldi dervişe minnet duygularını belirttiler.
Çünkü elektronik sanayi çöktü.
Çöküntü, tüm sektörlere zincirleme biçimde yayılınca korkunç bir işsizlik ve yokluk gündeme geldi.
Derviş de tarıma yatırım yaptığı için en azından ülke insanını aç bırakmamıştı.
Fazladan dışarıya bol miktarda ürün satılıyordu.
Kalan borçlarının tümünü de ürünlerle karşılamış, sonunda sıfıra indirmişti.
Olacakları derviş çok önceden sezinlemişti.
Çünkü o iç dünyasında olayların yönünü tayin edebilecek kapasiteyi yakalamıştı.
Sonunda özgür, biri biriyle barışık bir toplum ve borçsuz bir ülke yarattı.
Yani kendi kapısının önünü tertemiz etti.
Ömrünün son on yılını da bir çiftlik evinde geçirerek zamana karsı koyamadan çıkıp gitti.
Yüreğinde özgür olmanın gururuyla çıktı yukarıya.
Huzura çıktığında secdeye kapandı.
O anda başına bir taç geçti.
-Git projenin geri kalan kısmını tamamla.
Aylak, aylak yatmakla olmuyor, dedi Tanrı.
Derviş ağladı.
"Bu ne cömertlik ya Rabbim!" dedi.
"Bu bir ödül değil derviş
Verilmiş olan emeğin sadece küçük bir karşılığı.
Bin yıl önceki gidişini hatırlıyor musun?
Daha dün gibi geliyor değil mi?
Ömür işte geçip gitti.
Bir yere kaybolmadı ama onu arşivledim.
Bin yılının filmi arşivimde saklıdır.
Ne zaman gidip görmek istersen git al, bak.
Sonunda nefsini yenmeyi başardın.
Kimseyle ağız dalaşına girmedin. En çok da o yönünü sevdim.
Herkesi gönüllü olarak işe katmaya çalıştın. Zorlamayla zaten olmazdı.
Ama kararlı davranarak yepyeni bir derviş tipini çıkardın ortaya.
Çağı yorumlayan, imkanlarını iyi kullanan bir derviş.
Her insan ışık tutamaz. Işık saçan bir derviş.
Yolun açık olsun."
Derviş dışarı çıktığında kuş olup uçacaktı sanki.
Ama artık her yere uçabilirdi.
Çünkü Evrenin tacını başına geçirmişti.
Artık kendi yıldızında kendi projesini gerçekleştirebilirdi.
Yolun açık olsun derviş.
Seni hep özleyeceğiz diyoruz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.