- 379 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİR RESET AT KENDİNE
Bundan yıllar sonraki duygu ve düşüncelerimizle, geçmişte takıldığımız ve içinden bir türlü çıkamadığımız sorunlara bakabilseydik, büyük bir olasılıkla tebessüm ediyor olurduk. Kendi iç dinamiklerimizi harekete geçirdiğimiz gün, ne de çok şeyin değişmeye başladığını da fark ederiz aslında. Hayat bir tercihler manzumesi gibidir. Ya size sunulanlarla sınırlanır, sığ bir yaşam sürersiniz veya kabuğunuzu kırar ve idealinizdeki geleceğe yol alırsınız.
Yaşadığımız kadim toprakların ve ötesinde de anayurt Orta Asya`nın bozkırlarına tarihî bir yolculuk yaparsak, o günlerden bu günlere milletçe ne büyük badireler atlattığımızı da görürüz kuşkusuz. Bunca zorluğun üstesinden gelebilen ve halen varlığını sürdürebilen kaç millet vardır ki yeryüzünde? Cevap çok basit, bir elin parmaklarını geçmeyecek denli az. Bu varlık meselesi bizi yine tercihlere yönlendiriyor. Millet olarak özgür kalmayı tercih etmemiz, bu uğurda da olağanüstü gayretleri göğüslememizin de yolunu açmıştır, diyebiliriz. Daha yakın tarihimizde de aynı şeyler olmadı mı? Bir yandan Çanakkale`ye sıkışmış deniz ve akabinde de devasa ordularıyla üzerimize gelen işgalcilerin Anzac karması, Mehmetlerin kararlı duruşları sonucu akamete uğramadı mı? Elbette bu çıkarımlar bizi ,hayata dair kişisel ve veya toplumsal zorlukların hep varolduğu sonucuna götürüyor. Hayat, her yönüyle karamsarlıklarla dolu olmasa da, bütünüyle de mükemmel bir zemin değildir. Onu doğru okuyabilenler, muhtemel güçlüklerle de yüzleşerek mutlu olabilmiştir.
Aynı müşkülleri yaşamakta olan insanlardan bir kısmı bunları aşmak yerine, onların sınırlandırdığı şekliyle hayata devam eder. Onlar için sınırlarını zorlamanın bir anlamı olmadığı gibi, bu uğurda harcanacak gayretler de beyhudedir. Peki, gerçek böyle midir? Eğer öyle olsaydı, yağmur başladığında şemsiye derdine düşmenin, soğu havalarda da kalın giyinerek sağlığı korumanın, futbol sahasında da kaleci iken atılan şutu çıkarmak üzere hamle yapmanın bir anlamı olur muydu? Buradan yola çıkarak, hayatı nasıl anladığımız ve yorumladığız meselesinin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor sanırım. Kısaca buna “duruş” da diyebiliriz. Bizi yaşadıklarımız karşısında söz ve davranışlarımızla, tepkilerimizle bir yöne doğru iten bu duruş, ya çözüm için mücâdele etmemiz gerektiğini veya durumu olduğu gibi kabullenmemiz gerektiğini ortaya koyar. Her ne şekilde olursa olsun, sorunlarla yüzleşebilme cesareti göstermeyi tercih edenler, bunda başarılı olmasalar dahi, bu azimlerini takdir etmek gerekir sanırım.
Kendine yeterli olabilen bireyler de diğerleri de benzer sorunlarla karşı karşıya kalırlar. Sorunları nasıl algıladığımız, onların karşısındaki tutumuzla ne denli önemli aslında. İnsanlar potansiyellerini harekete geçirme kararı aldıklarında, gelecekleri de başka bir yere doğru evrilir. Bu durum, kaderci anlayış diye her şeyi kabullenenler için geçerli değildir. Hayata doğru anlamlar yüklemeyi başaranlar, onun daha iyiye ve güzele doğru gidişinin de yolunu açarlar bir şekilde. İçimizden birilerinin özündeki bu güçlü potansiyeli harekete geçirmesi, sadece kendine yönelik bir sonuç doğurmaz, yaşadığı toplumun da kaderini belirleyecek derecede sonuçlar doğurabilir. En çarpıcı örneği Mustafa Kemal olan bu düşünüşün haklılık payı tartışmasız yüzde yüzdür. O, milletin azmine inandı, özgürlüğü seçti. Gerisi zaman içinde destansı bir tarihi motivasyondu sadece.
Bütün uvzuvları normal şekilde işleyen, yeterince itibarı ve maddi gücü bulunan, üstelik iyi derece de zeka potansiyelini barındıran ve fakat bu hazinelerin farkında olamadıkları için mutsuz olarak yaşayan ne de çok insan var çevremizde. Bunun karşıtı olarak da madden daha zayıf, büyük bir itibara sahip olamamış ve üstelik bazı uvzuvlarının da eksikliğine karşın, daha mutlu olabilenler veya bunu başaranlar da var. O halde, hayatı yaşamak ile yaşıyormuş gibi yapmak arasında büyük uçurumlar olmalı. Hayat bize kendisinden beklediğimiz her şeyi sunmuş da olsa, bu verilerin toplamı bizi mutluluğa götürmeyebiliyor. Birileri mücâdele içindeyken dahi hayatın içinde, diğerleriyse her şeylerine karşın hayatın dışındalar. Ne garip bir ikilem değil mi?
İzlenen bir hayat, içinde yer bulamadığımız bir hayat demektir. Hayat; tene değen, kiminde esintisiyle rahatlatan, kiminde de teni donduran, yakan olmalıdır ki hayat olabilsin. Tam da burada “İki günü bir olan bizden değildir.” hadisini dillendirmek gerekir. Öyle ya, dünkü biz, neden günümüzdeki biz olsun. Öyle olacak ise, yaşamanın bir amacı olmazdı. Dünkü hatalardan çıkarımlarda bulunan, dün başaramadıklarına hayıflanmak yerine, bugün başarabileceğine inanan olmak daha iyi değil mi?
Yaşadığımız başarısızlıklar, hayal kırıklıkları, olağan dışı gelişmeler hayatın doğası gereğidir. Hayat siyah-beyaz olmadığı gibi,rengârenk bir çiçek bahçesi de değildir. Mesele, bir bardağa bakarken yarısının dolu olduğunu görebilmektir sanırım. Pozitif bakmayı öğrendiğimizde, hayatın daha bir içine girmeyi de başarırız. Sahada en iyi golü atan oyuncu olmak zorunluluğumuz yok esasında. O sahaya inme cesaretini göstermişken, elimizden geleni yapma ve her düştüğümüzde yeniden kalkabilme iradesi önemli. Sonuçlara değil, sürece odaklanırsak, içinde var olduğumuz hayatı solumaya, hissetmeye,yönetmeye de başlarız. Mesele düğmeye basmak sadece.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.