- 225 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİR GECEDE KAYBOLAN KÖY
Yirmi yıl önce yazdığım ve üç bölümden oluşan bu uzun hikayeyi keyifle ve sabırla okuyacağınızı tahmin ediyorum.
Akın, daha yedi yaşındayken başladı kuzuları otlatmaya.
Okumayı sevmez sürekli okuldan kaçar kuzuları alıp dağa çıkardı bundanda müthiş derecede haz duyardı.
İçine kapanık sessiz sakin olduğu için ona:’’ Avanak Akın,’’derlerdi.
Geceleri yataktan kalkar gidip dışarıda kapının önünde yatardı.
Annesi her sabah uyandığında onu hep kapının önünde yatar bulurdu.
‘’Bir daha dışarı çıkamasın,’’diye kapıyı sıkı sıkıya kilitlerlerdi; ama o yine de fırsat buldukça kaçıp dışarda yatardı.
İlkokulu bitirdikten sonra baba Hamdi onu yukarıya gönderemeyince Akın’ın da okuma hayatı bitmiş oldu.
O da bu işe alabildiğine sevinmişti zaten.
Köyde üç ayrı davar sürüsü vardı.
Üçte ayrı ağıl.
Bu sürülerin köpekleri de vardı.
Akın evden gizlice ekmek çalar, çoban köpeklerine yedirirdi.
Onun içinde tüm köpekler Akın’a saygıyla yaklaşır, onun yüzünü yalarlardı.
Akın’ ın annesi Burcu Hanım, onu defalarca ikaz etmesine rağmen, Akın’la başa çıkamadı.
Sonunda,’’ Ne işin varsa gör,’’ deyip serbest bıraktı.
Bir zaman sonra köyde ilginç bir olay oldu.
Sabahın köründe davarlar ağıldan çıkıp gidiyor, sonra da kurtlar gelip sürüyü parçalıyordu.
İlk önce köylü şaşkına döndü.
Öyle ya, kapısı kilitli ağıldan davarlar nasıl çıkardı?
Sonra da önlemi artırıp daha da sıkı kilitlediler.
Bu olay üç ağılda da tekrarlanınca köylü iyice kuşkuya düştü.
’’Bunu birileri mutlaka garez için yapıyordu; ama ’’ Kim olabilir, ‘’dediler.
Bu olay nedense kışın karın çok yağdığı döneme denk geliyordu.
Köpeklerin hiç bir tepki vermeyişi ise anlaşılır gibi değildi.
Çobanlardan birisi Akın’dan şüphelendi ve Akın’ı takibe aldı.
Bir gece Akın evden çıkıp çobanın saklandığı ağıla doğru gitti.
Köpekler havlayıp gittiler; ama az sonra seslerini kestiler.
Çünkü gelen Akın’dı.
Akın onlara ekmek getirmişti.
Akın tam kapıyı açacaktı ki, çoban bileğinden yakaladı.
Kurtulmak için çok çabaladı; ama çoban bırakmadı.
Çoban Akın’ı alıp sabahın köründe muhtarın evine getirdi.
Muhtar o anda uykudaydı.
-Muhtar emmi, muhtar emmi.
-Kim o lan sabahın köründe?
-Benim ben Çoban Salman aç kapıyı.
-Ne var lan Salman, derdin ne?
-Aç emmi aç hırsızı yakaladım.
-Hangi hırsızı?
-Koyunları çalanı.
Muhtar kapıyı açınca karşısında Çoban Salman’la Akın’ı gördü.
-Kim ulan bu, bu mu hırsız?
-İşte kapıları açıp davarları salıveren bu emmi.
-Ulan bu bizim avanak Akın değil mi?
-He emmi ta kendisi.
—Gelin bakalım içeri.
Muhtar bunları içeri alıp olayı baştan sona Salman’dan dinledi.
Haber gönderdiler Hamdi’yle Burcu Hanım’da geldi.
Burcu Hanım Akın’ı korkmuş görünce boynuna sarıldı.
Bir hayli de şaşkın ve korkuluydu.
Acaba Akın çok kötü bir şey mi yapmıştı?
Muhtar olayı olduğu gibi Hamdi’ye anlattı.
Hamdi son derece üzgündü.
Çünkü borcu kabarıktı.
Akın’ı alıp eve geldiler.
Muhtar da akşama heyeti toplayıp durum değerlendirmesi yapacaktı.
Daha doğrusu Akın yargılanacaktı.
Baba Hamdi, Akın’ı ne kadar sıkıştırdıysa,da ağzından laf alamadı.
Akın hep başka şeyler düşünüyordu.
Burcu Hanım bu durumdan korkup doğru hocaya koştu.
Durumu olduğu gibi hocaya anlatınca, hoca da: ‘’Getirin bakalım çocuğu’’ dedi.
Burcu hanım Akın’ı alıp hocaya götürdü.
Hoca yere bir sofra koydu.
Üzerinde içi suyla dolu bir leğen.
Suya bakıp bir şeyler okuyup üfledi.
Ama hiç bir şey göremedi.
Birde Akın’a baktı. Akın’da da bir şey göremedi.
’Burcu Hanım’ a:’’ Birde sen bak,’’ dedi ve Burcu Hanım’ ı üfledi’
Burcu Hanım da göremeyince ’Bu çocukta cin, min yok’ dedi.
Yine de bir kesme şeker alıp okuyup üfleyip Akın’a yedirdiler.
Burcu hanım Akın’ı alıp eve getirdi.
’’Neden yaptın, diye defalarca sordu.
Akın ilk kez konuştu ve ’Ben değildim’ dedi.
’İçimde birisi git kapıyı aç diyordu sanki’
Burcu hanım iyice huylanmıştı.
Akşama heyet toplandı.
Hamdi, Burcu ve Akın’da oradaydı.
Akın’a yine sordular neden yaptığını ’Bilmiyorum’ dedi.
-Sen ne diyorsun bu işe Mehmet Amca, diye muhtar köyün en yaşlısına sordu.
Mehmet Amca görmüş geçirmiş bilge bir kişiydi.
-Bakın komşular biz çoktandır kurban kesmeyi unuttuk.
Kesenlerimiz de dolaplarına doldurup kendileri yedi.
Bu işte bir hayır olsa gerek.
Gelin el birliğiyle bu olanları kurbana sayalım.
Kaybolmadı ya sanki kurtlar yedi.
Onlar da Allah’ ın yarattıklarından.
—Ama zayiat çok dedi muhtar.
-Unutma ki muhtar Süleyman Peygamber Efendimiz bir seferde yirmi iki bin dana birden kurban etmişti.
Bizim sayımız o kadar değildir herhalde?
-Yok. Yok, elli civarında bir zayiat var, dedi muhtar.
—Şuna artık zayiat deme muhtar, kurban de.
-Öyle olsun Mehmet Amca.
Sıra Akın’a verilecek cezaya gelmişti.
Mehmet Amca Hamdi’ye dedi ki,
-Hamdi sana ve ailene uzun bir yolculuk görünüyor.
Al bu çocuğu ve şehre taşın.
Köylü birlik olup önce zayiatı kurbana saydı, sonra da aralarından yüklüce bir
para toplayıp Hamdi’ye verdiler.
Ertesi gün hazırlıklarını yapıp, kendilerine yetecek kadar
elbiseleri bir eşeğe yükleyip, dört kişi birden yola koyuldu.
Aralarında birde küçük kızları Burçin vardı.
Bir zaman sonra Hamdi ilçeye; ’’ Dağ yolundan gidelim,’’ dedi.
İlçeden de bir otobüse atlayıp büyük şehre gideceklerdi.
İçlerinde en sıkıntılısı Hamdi idi.
Hiç sıkıntısı olmayansa Burçin’di.
Ona göre hava hoştu.
Yeter ki, ailesi yanında olsun ölüme bile gidebilirdi; çünkü gittikleri yerde kendilerini bekleyen zorluğun ne olduğunu bilmiyordu.
Dağ yolundan ilerleyip ormana girmişlerdi ki, önlerine gümüş renkli bir kurt çıktı.
Kurt gelip karşılarında durdu.
Hamdi baltasına sarılıyordu ki Akın ’Dur Baba’ dedi.
Sonrada koşup kurdun boynuna sarıldı.
Kurtta Akın’ın yüzünü yaladı.
O arada oynamaya başladılar.
Kurt kaçtı Akın kovaladı, bezen de kurt Akın’ı kovaladı.
Baba Hamdi de, anne Burcu da tam bir şaşkınlık içerisindeydi.
Daha sonra kurt gelip Akın ın önünde durdu.
O anda on tane kurt aileyi çembere aldı.
Hamdi baltasına davranınca kurtlar dişlerini gösterdi.
—Dokunma onlara baba bize bir zarar vermezler, dedi Akın.
Büyük kurt yoldan sapıp ormanın derinliğine doğru yöneldi.
—Bizi takip edin baba dedi Akın.
Çaresiz Akın’ın peşine takıldılar.
On kurtta arkadan onları takip etti.
Ormanın en sık yerine gelmişlerdi.
Köylüler buraya Sekili Pınar diyordu.
Oturup bir yemek yediler.
Ekmeklerini ve her şeylerini kurtlarla paylaştılar.
Bir zaman sonar gümüş renkli kurt ayağa kalktı.
Bir kez başını gökyüzüne dikip uludu.
O anda iki çam ağacının arasından sisler oluştu.
Büyük kurt sisler arasından geçip kayboldu.
Arkasından Akın yürüdü.
Diğerleri cesaret edip ilerleyemediler.
Akın arkaya baktı ’Gelsenize’ deyince yürüdüler.
Eşeği ve var olan eşyaları bırakıp onlarda daldı içeri.
Hamdi arkaya dönüp baktığında sis çoktan kaybolmuştu.
Karşıya baktıklarında yemyeşil bir vadi gördüler.
Akın’dan başkası tam anlamıyla şaşkındı.
O da sanki oraları tanıyor gibiydi.
—Diğer kurtlar gelmedi Akın?
—Baba onlar hem orada hem burada yaşarlar.
Onlar için fark etmez. İstedikleri zaman gelirler.
Biraz ilerlediler büyük kurtta kayboldu yanlarından.
Artık uçsuz bucaksız bir arazide yapayalnızdılar.
Biraz ilerlediler üzerlerinden bir UFO geçti.
Biraz sonra UFO gelip yakınlarında durdu.
Ufodan bir adam çıktı.
Kafasında bir taç ve sırtında da kaftanı vardı.
Koşarak gelip Akın’ın boynuna sarıldı ve ’Oğlum’ dedi.
Hamdi şaşkındı, sanki dili tutulmuştu.
Kral, Hamdi’ninde boynuna sarıldı.
Aradan uzun zaman geçti. ‘’Yurduna hoş geldin kral,’’ dedi.
Burcu hanıma da sarılıp ’Kraliçem’ dedi.
Burçin’i kucaklayıp ’Prensesim’ dedi.
Ne Hamdi, ne Burcu Hanım, ne de Burçin olanlardan bir şey anlamışlardı.
Ama kötü ve tehlikeli bir yere gelmediklerinden emin gibiydiler.
Hep beraber ufoya binip saraya geldiler.
Bu saray dağ başında ıssız bir yerdeydi.
Etrafı ise geniş arazilerle çevriliydi.
Bunları kapıda kraliçe karşıladı.
Kraliçe bir Hamdi’ye sarıldı bir de Burcu Hanım’a.
Ve aynen kralın yaptığı gibi Burçin’i kucaklayıp ’Kızım’ dedi.
Hamdi de, Burcu hanım da neredeyse şoktaydılar; çünkü çocuklar elden gitmişti.
Kraliçe bir de avanak Akın’a sarılıp ’Oğlum’ demişti.
Kral akşama sarayda bir yemek verdi.
Sarayda bol miktarda cariyede vardı.
Hizmet edip duruyorlardı.
Yemekten sonra biraz sohbet edip yattılar.
Hamdi Bey’e ve Burcu Hanım’a sarayın en güzel odası verildi.
Burçin başka bir odaya alındı.
Akın’da kendi odasına, kralla kraliçe de kendi odalarına çekildiler.
Hamdi’yi uzun süre uyku tutmadı ama sonunda uyudu.
Gecenin bir yarısında Hamdi ve Burcu’nun bedenlerinden duman gibi bir şey yükseldi havaya.
Bu duman, kapı aralığından salona geçti.
Oradan doğru kral ve kraliçenin yattığı kapı aralığından süzülüp,
İçeride bir tur atıp kral ve kraliçenin bedenlerinde kayboldu.
Sanki kralla kraliçenin bedenleri o geleni sigara dumanı gibi içlerine çekmişlerdi.
Aynı o dumana benzeyen başka bir duman da Burçin’in yatak odasından çıkıp prensesin yatak odasına gitti.
Prenses o gün hiç dışarı çıkmamıştı.
Çünkü uzun zamandır uykudaydı.
Dumanı içine çekmesiyle uyandı ve ’Baba’ dedi.
Kral ve kraliçe başucundaydılar.
’Buradayız’ dediler.
—Korkunç bir rüya gördüm dedi prenses.
-Her şey geçti, dedi kraliçe.
Kral, Hamdi ile Burcunun yattıkları odaya girdi.
Her ikisi de derin uykudaydılar.
Kral önce Hamdi’yi kucaklayıp biraz ileride özel bir odaya girdi.
Ve Hamdi’yi cam bir kafes içerisine yatırdı.
Daha sonra da Burcu Hanım’ı yatırdı.
En sonra da Burçin kızı.
Kapakları kapatıp kapıyı da kilitleyip dışarı çıktı.
Akın elinde bir balta odun kesiyordu.
Kral Akın’ı yanına çağırıp ’Ne yapmayı düşünüyorsun,’ diye sordu.
—Buraya gelirken tünel gibi bir yerden geçer gibi oldum.
Uzaklarda bir kargaşa gördüm, fakat olay henüz uzaktaydı.
Onun için koşmak istiyorum.
Bu arazide öyle bir hız kazanmalıyım ki, bir yarış atından daha hızlı olayım.
Bol bol odun ve kütük kesmeliyim.
Yani kendimi o sürece hazırlamak istiyorum.
—Bana bak Akın ondan önce bir şey daha yapmalıyız.
Ama biraz zamanın geçmesini beklemeliyiz.
—Neymiş o baba?
Bizim köylüleri de buraya getirmeliyiz.
Cinci Hocayı da mı?
—Bak oğlum, hata yapmaz bir Allah’tır.
Kul yanılır da şaşar da.
Yanlış insanlar içindir.
Sakın ola kimseye karşı ön yargılı davranma.
İçindeki kini nefreti sök at.
Onlara bedeninde yer bırakma.
Yoksa seni için için kemirir ve başını sonsuz bir belaya sokar.
—Ya gelmezlerse?
—Gelen gelir, gelmeyen gelmez.
Kendi bilecekleri iş.
Ama biz yine de gelecek olanlara kapıyı açacağız.
Hatırlıyor musun, bizi köyden ne biçim yolcu ettiler.
Başkaları olsaydı işi çok daha zora sokarlardı.
Yine de içlerinde iyilik vardı ki öyle davrandılar.
Bu konuşmanın üzerinden yedi yıl geçti ve bu sürede prens Akın kendisini bu işe göre yetiştirdi.
Yani köylüleri almayı içine sindirmişti.
Prens Akın, yirmi yaşına geldiğinde yüzü nur gibi parlıyordu.
Görev vakti geldi ve girdiği kapıdan çıkıp viran köye geri geldi.
Doğru Mehmet Amcaya gitti.
Mehmet Amca ocağın başında ısınıyordu.
Akın olayı hiç çekinmeden Mehmet Amcasına anlattı.
Çünkü o bilge bir kişiydi.
O köyde bir tek ona güveniyordu.
Mehmet Amca ’Gitme zamanı geldi Akın bende bu günü bekliyordum, ’ dedi.
Akşama tüm köy halkını toplantıya çağırdılar.
Cinci Hoca da geldi.
Kadınlı erkekli herkes oradaydı.
Evlerde sadece çocuklar kalmıştı.
Akın o anda yüz elli kelle saydı.
—Beni dinleyin komşular, çok uzaklardan bir misafirimiz var.
Aynı zamanda çok yakından Sekili Pınar’ ın oralardan.
İste o kadar yakın.
Aynı zamanda çok uzaklardan, ta ki yıldızlar ötesinden.
İşte prens Akın karşınızda.
‘’Yani bizim avanak Akın,’’ dedi Mehmet Amca.
Herkes şaşkına döndü.
Etrafta bir karışıklık oldu ve herkes sevinç gözyaşlarına boğuldu.
Akını havada elden ele dolaştırmaya başladılar.
Sonunda ortalık sakinleşti ve herkes yerli yerine oturdu.
—Komşular Akın diyor ki Sekili Pınar’ın yanında bir hazine buldum.
Onu herkese eşit şekilde pay etmek istiyorum.
‘’Fakat bir şartım var. Bu köyde yaşayan çoluk çocuk hep birlikte, oraya kadar geleceksiniz,’’ diyor ‘’Ne diyorsunuz?
Kimisi,’’ Şaka yapıyor,’’ dedi, kimisi de:’’ Yok öyle şey, ‘’ dedi.
—Ben Mehmet Amcanız olarak hep birlikte gidelim, derim.
Eğer Akin yalan söylüyorsa şu parayı hepinize dağıtmaya hazırım.
-Bu parayı bütün ömrümce bu gün için biriktirdim, deyip,
Bir torba para gösterdi.
Herkes şaşkına döndü.
İş ciddiydi. Ciddi olmasa Mehmet Amca öyle konuşmazdı.
Çünkü o verdiği sözden asla dönmezdi.
Karar alıp dağıldılar. Herkes Sekili Pınar’ a gidecekti.
Gelinler sabah erkenden kalkıp yağlı ekmekler yaptılar.
Çünkü Sekili Pınar’a varıp da topluca yemek yemeden bir yere gitmek olmazdı.
Yol hazırlıkları yapıldı.
Herkes azığını sırtına vurup yürüyerek kuşluk vakti Sekili Pınar’ a kadar geldi.
Yemekler açılıp yenildi.
Sekili pınar’ın soğuk suyundan içildi ve o anda gümüş renkli bir kurt çıktı ortaya.
Herkes ayağa kalktı,taşa kayaya sarılanlar oldu.
’Oturun’ dedi Mehmet Amca.
Herkes oturdu.
Kurt Akın’ın yanına kadar gelip yüzlerini yalamaya başladı.
Herkes onlara bakıyordu.
Kurt Akın’ dan ayrılıp bir kez uludu.
O anda çam ağaçları arasında sisler oluştu.
—İşte hazine bu sis perdesinin arkasında, dedi Mehmet Amca.
—Evet, var mısınız hazineyi paylaşmaya, dedi Akın.
Herkes tereddüt içerisinde kaldı.
Sisler ötesinde ne olduğunu kimse bilmiyordu.
En büyük güvenceleri Mehmet Amcaydı.
Mehmet Amca bastonuna dayanarak ’Ben gidiyorum komşular.
Sakin arkanıza bakmayın. Arkaya bakmak inançsızlıktır.
Kutsal kitaplar hep böyle der’ dedi.
Kadın erkek çoluk çocuk üç yüze yakın kelle daldı sisler arasına.
Olanları gören Cinci Hoca ’Bu bir büyüden başka bir şey değil deyip’ kaçtı.
O anda siste kayboldu.
İçeriye girip uçsuz bucaksız vadiyi gören köylüler şaşkına döndüler.
Burası Cennet gibi bir yerdi. ’’Belki de Cennet’in kendisi, ’’dediler.
O anda üzerlerinden bir UFO geçti.
Daha sonra gelip ayakları dibine indi.
Bu UFO daha büyüktü.
Hep birlikte doluştular.
Gelense kraldı. Yani Hamdi babaydı.
Kral bunları saraya getirdi ve akşama bir yemek verdi.
O gece bir güzel uyudular ve tüm yorgunlukları çıktı.
Ertesi gün kral bunlara büyük bir salon gösterdi.
Bu salonda en az bin tane cam kafes vardı.
—Herkes bir kafesin içine yatsın dedi kral.
Herkes kendisine uygun birer kafes seçti ve içine yattılar.
Daha sonra salona girdikleri gibi çıkıp gittiler.
Ve işte orada hazinenin ne olduğunu gördüler.
Ortaya tam kırk savaşçı çıktı.
Kırk birincileri güçlü pazılarıyla Mehmet Amcaydı.
O artık ordusunun başına geriye dönmüştü.
Kırk tane selvi boylu hanım çıktı.
Bunlar manken gibiydiler.
Yetişkin kız ve delikanlılar çıktı.
Tarlalarda çalışacak olan erkekler ve onların eşleri çıktı.
Kralın muhafızları çıktı.
—Çok uzun zaman oldu dedi kral Mehmet amcaya.
—Evet, öyle oldu; ama değdi.
Prens Akın bir prenses buldu.
Prenseste bir prens bulunca iş tamamlanmış oldu.
Herkes kendi işine yoğunlaştı.
Çünkü ufukta çok büyük bir savaş görünüyordu.
Bu yeni gelen savaşçıları kral gelecek olan büyük savaşa hazırlamak için dinlenip gençleşmeye terk etmişti.
Şimdi onları yeniden topladı ve her komutan bir orduya komuta edecekti.
Kralında milyonluk ordusu vardı.
Onlarda gelecek olan büyük savaşa hazırlık yapıyorlardı.
Cinci Hoca, Sekili Pınar’dan kaçtığı gibi doğru ilçeye vardı.
Jandarmaya varıp olanı biteni anlattı.
—Aha bir sapık daha dedi jandarmanın biri.
—Böyle giderse herkes fıttıracak dedi diğeri.
Jandarmalar işin içinden çıkamayınca başçavuşu çağırdılar.
Başçavuş içeri girip bir sandalyeye oturdu.
—Anlat bakalım hoca köy nereye gitti?
—Vallahi baş efendi Sekili Pınar’ın bulunduğu ormana gittik.
Akın diye bir çocuk, ‘’ Açıl susam açıl,’’ deyince dağ gibi bir kapı açıldı.
Bütün köy halkı o kapıdan girip kayboldu.
—Benimle dalga geçmiyorsun değil mi hoca?
—Allah çarpsın ki olay aynen dediğim gibi oldu baş efendi.
-Yahu hoca hangi Akın oluyor bu çocuk dediğin?
—Hamdi’nın oğlu Akın.
-Yahu onlar yıllar önce köyü terk etmemişler miydi?
—Etmişlerdi ama nereden çıktıysa geri geldi.
Mehmet Amcayı kandırdı, oda köylüleri kandırınca kayboldular.
—Yahu hoca Mehmet Amca akıllı uslu adam, Akın dediğin çocuk nasıl kandırsın onu?
-Vallahi, baş efendi olay aynen dediğim gibi oldu.
Azıklar yapıldı, pınarın başında yemekler yenildi birden bire bir kapı açıldı.
Daha sonrada herkes o kapıdan içeri daldı.
—Yani koca köy dağda kayboldu deyip katıla katıla gülüyordu ki, dengesini şaşırıp düştü.
Yuvarlanıp kafasını masanın kenarına çarpınca kafası kanadı.
Canı yanmış olacak ki, Cinci Hoca’ya saldırıp tekmelemeye başladı.
-Dalga mı geçiyorsun benimle ulan? Koca köy nasıl kaybolur?
—Köy kaybolmadı efendim insanlar kayboldu.
İnanmazsanız adam gönderip bakın.
Başçavuşta işin içinden çıkamayınca emir verip iki jandarmayı hocayla beraber köye gönderdi.
Jandarmalar köye gelip baktıklarında sokakta oynayan bir tek çocuk bile göremediler.
Bütün kapılar açıktı. Hayvanlarsa köyün içine dağılmıştı.
Kedi ve köpekler ortalıkta dolanıyordu; ama insanlar yoktu.
Jandarmalar da şaşırdı ve ’Şu Sekili Pınara kadar bir gidelim,’ dediler.
Sekili Pınar’a geldiklerinde hoca bunlara kapının açıldığı yeri gösterdi.
—Bakın işte aha bu dağ ikiye ayrıldı ve herkes içine girdi, dedi.
Jandarmalar ilçeye geri gelip gördüklerini başçavuşa anlattılar.
Başçavuş işin ciddiyetini kavrayınca olayı kaymakama ve savcılığa iletti.
Bir keşif heyeti oluşturup köye geldiler ki, çoktan içeri girmesi gereken, tüm hayvanlar dışarıda.
İnsan namına ise kimse yok. Onlar da şaşırdı.
Ertesi gün gündüz gözüyle gelip araştırdılar yine bir netice alamadılar.
Sekili Pınar’a gittiler anormal bir şey görünmüyordu.
Hocanın dediği gibi dağda öyle yarık falanda yoktu.
Jandarmalardan birisi ’Açıl susam açıl’ dedi bir yer açılmadı.
Ama herkes o jandarmaya baktı.
Tabi askerliğini biraz da uzattılar.
İşte tam da o anda olayı haber alan gazete ve TV. Muhabirleri
Ellerinde fotoğraf makineleri, sırtlarında kameralarıyla Sekili Pınar’ı işgal ettiler.
Olayı duyurabilmek için herkes biri biriyle yarış halindeydi.
—Bakın sevgili seyirciler işte tam da şu anda,’’ Açıl susamın karşısındayım.
Su gördüğünüz yarıktan kayboldu bütün insanlar.’’
Bir başkası da:
-Şu anda Sekili Pınar’dayım.
Yani köylüler tam da şurada kayboldu.
Yanımda sayın savcımız var. Şimdi ona soruyorum.
-Efendim nereye gitmiş olabilir bu insanlar?
Bir başkası da:
Sayın seyirciler bir gecede tüm eşyalarını toplayan köylüler tam da şurada kayboldular.
Şimdi olayın en yakın tanığı sayın hocamıza soruyorum.
Sayın hocam siz susamın açılışını gördünüz mü?
—Gördüm, tamda şuradan açıldı.
-Peki, nasıl bir susamdı?
-Aynen ekmeklerin yüzüne sürdüğümüz gibi, deyince hoca,
Muhabir canlı yayına takılıp kaldı.
Çünkü o anda hocanın kafası başka yerde olduğu için susamları karıştırmıştı.
Hoca bir şeyden artık korkmaya başlamıştı.
Hoca muskacı ve üfürükçüydü ama akıllı adamdı.
Bir şeyi iyice sezinlemekte gecikmedi.
Ortada bir şey yoktu ve çember daralıyordu.
Çünkü susamın açılacağı yoktu.
Onun içinde çaktırmadan sıvışmaya başlamıştı ki, şak diye bir şey bileğine geçiverdi.
Bu soğukluğundan anlaşıldığı kadarıyla kelepçeye benziyordu.
Stüdyolardaki spikerler olayı dünyaya ilk kendileri duyurmuş olduklarından dolayı yarış halindeydiler ama ortada somut bir olay yoktu.
Çünkü köylülerin hocadan başka geride bıraktıkları iz yoktu.
Sonunda ortalık yatıştı, ağıtlar yakıldı, oyunlar yazıldı.
Ve olay yavaş yavaş unutulmaya başladı.
Köye muhacirler yerleşti ve köylülerden kalan miras onlara devredildi.
Hocayı da tımarhaneye kapattılar.
CİNCİ HOCA´NIN DÖNÜŞÜ
Kral Hamdi´yi sarayın bahçesinde düşünceli görünce hikâyenin bir yerinden bende sahneye girmek zorunda kaldım.
-Kralım sizi düşünceli görünce dayanamayıp oyunun içine girmek zorunda kaldım.
-Aman ne iyi ettiniz de geldiniz size şiddetle ihtiyacım vardı
-Bana ne ihtiyacınız olabilir. Ben ne yapabilirim ki?
—Acele Cinci Hoca´yı buraya getirmemiz gerek.
-Gelip de ne yapacak? Hem artık o buraya gelebilir mi ki?
—Siz onu tanımıyorsunuz. Ona çok acil ihtiyacımız var.
—Cinci Hoca´ya mı?
-Evet, ona. Siz onu buraya getirin gerisine karışmayın.
-Ìyi de ben nasıl getirebilirim ki?
—Sizden başkası onu buraya getiremez.
Biz artık buradan dışarıya çıkamayız.
—Peki, ben nasıl çıkacağım?
Burada içeri girip, dışarı çıkacak tek adam sizsiniz.
Lütfen bu görevi üstlenin.
—Beni dışarıya kim çıkaracak?
-Aki,nin kurtlarından birisi size yol gösterecek.
-Aki`de kim?
-Akın’ın asıl ismi Aki,dir. Biz ona burada Aki, deriz.
O tüm kurtların babasıdır. Aynı zamanda insanda olur.
—İkisi birden nasıl oluyor?
-Evrende insan ve kurt olabilen bir tek Aki`dir.
Şimdi siz ona gider bir kılavuz alırsınız.
-Mecbur muyum bu işi yapmaya?
Aslında ben sadece hikâyemi yazmak istiyordum.
—Size burada yazacak konu bol, yeter ki, önce bu işi halledin.
—O zaman gideyim bari.
—Yolunuz açık olsun.
Geze geze karşı dağın eteğinde bulunan küçük saraya
yaklaştığımda bir bölük kurt önümü kesip beni çembere aldı.
Burası Aki’nin kaldığı saraydı.
Burada herkesten ayrı kendi planını yapıyordu.
Çünkü o da büyük savaşa hazırlanıyordu.
Ben ileri doğru yürüyünce kurtlar dişlerini gösterip hırlamaya başladılar.
O anda sarayın kapısına bir kurt çıkıp çabucak içeriye geri girdi.
Fakat bu kurt en az bir at boyundaydı.
Gözlerinde şimşekler çaktı.
Önümü kesmiş olan kurtlar bana yol açıp geri çekildiler.
Etrafıma baktığımda fark ettim ki, kurtların sayısı binlere ulaşmış.
Saraydan içeri girdiğimde baktım Aki bir koltukta oturuyor.
Beni görünce ayağa kalkıp yanıma kadar geldi.
Bu Aki bir hayli olgunlaşmış, atletik bir vücuda sahipti.
-Hoş geldiniz, ben de sizi bekliyordum. Babam her şeyi anlattı değil mi?
-Hayır sadece iki satırını anlattı.
Hikâyenin geri kalan kısmını sizden dinlememi söyledi.
—O iki satırda tüm hikâyeyi özetlemiş olsa gerek.
-Olayın daha iyi anlaşılabilmesi için bazen ayrıntılara da gereksinim duyuluyor.
Hele hele hikaye bir hayli karmaşık olursa.
—Özü itibarıyla ben bir kurdum. Aynı zamanda insanım da.
Çoğunlukla kurt olarak yaşamayı tercih ederim.
Bütün kurtlar benim genlerimden gelir.
Hepsi de benim çocuklarım sayılır.
Bütün kurtlar nerede nasıl yaşar bilirim.
Hepsi de bir biçimde beni dinler, fakat kendileri bunun farkında değildirler.
Kurtların yaşadığı her yere anında giderim.
Birisinin bedenine girer gerekli araştırmalarımı yapar geriye dönerim.
Onları her yerde korur ve gözetirim.
Ölen veya vurulanlar olur ama sonuçta hepsi de bana dönerler.
Çünkü asil öz benim.
Ben ölümsüzüm. Aslında onlar da ölümsüzdürler.
Ölüm denen olayı yaşadıklarında bana dönerler.
Çünkü onlar benim birer parçamdır.
—Peki, Aki onlar kendi başlarına nasıl yaşıyorlar?
Görünüşte sanki sizden bağımsızmış gibiler?
—Olay her ne kadar öyle görünse de aslı öyle değildir.
Kurtların hepsi de kendi beden yapıları içinde ufak birer programa sahiptir.
Onlar ancak o programda olanı yaşarlar.
—Programın ötesine geçen olmaz mı?
—Geçenlerde oluyor ama çok az. Benim programladığımın dışına çıkacak başarıyı gösterenleri de çok özel bir yerde ve çok özel bir şekilde yetiştirir eğitirim.
Onlar bir nevi bağımsızlığı ve var olma hakkını elde edenlerdir.
—Büyük savaş kapıda ne diyeceksiniz?
—Biliyorum. Ben de ona göre hazırlık yapıyorum.
İşte o zaman göreceksiniz benim kurtların marifetini.
—Peki bana bir kılavuz verebilecek misiniz?
-Kılavuz hazır. Sizi çıkış kapısına kadar götürecektir.
—O zaman biz yola koyulalım.
—Yolunuz açık olsun.
Aki işareti verince siyah bir kurt önümden yürüdü.
Yürüyerek dağları tepeleri aşıp bir ormanlığa geldik.
Arkaya bir kez daha baktığımda çok uzaklarda kara kara bulutlar kaplamıştı gökyüzünü.
Orası hayaletler ülkesiydi.
Onlarda büyük savaşa hazırlık yapıyordu.
Başımı geri çevirdiğimde önümde bir kapı açıldı.
Önce siyah kurt girdi kapıdan sonra da ben.
Baktım Sekili Pınar’ın başındayım.
Artık benim için yeni bir macera başlıyordu.
Kara kurt ormanda kaybolunca yalnız başıma kala kaldım.
Pınardan bir su içip, elimi yüzümü yıkayıp biraz da dinlendikten sonra aklıma bir şey geldi.
Ayrılmadan önce Aki bana küçük bir kutu hediye etmişti.
Kutuyu açıp baktığımda içinde mercek şeklinde iki göz gördüm.
Aki verdiğine göre bunlar kurt gözü olmalıydı.
’’Bunlar neye yarar,’’ diye gözüme takip baktım.
Fazla bir değişiklik göremeyince cebime geri koydum.
Yürüyüp ilçeye geldiğimde doğru otobüs garajına gittim.
İstanbul’a bir bilet alıp yolculuk yapacağım otobüsü buldum.
Bilet numaram yaşlı bir ihtiyarın yanıydı.
Selam verip yerime oturdum.
Diğer yolcularda tamam olduğunda otobüs hareket etti.
Ben hep Cinci Hoca’yı düşünüyordum.
Kimdi bu adam?
Ne gibi özellikleri vardi ki, onu geriye istiyorlardı?
Onu nerede ve nasıl bulacaktım?
Asil isminin Hasan Kebapçı olduğunu öğrenmiştim.
Unutmamak için defterime not ettim.
Simdi İstanbul kazan, ben kepçe Hasan Kebapçı´yı arayacaktım.
Şansım yaver giderse Bakırköy´de bulabilirdim, yoksa işim biraz daha zordu.
Otobüs mola verdiğinde düşüncelerimden sıyrıldım.
Tuvalette elimi yüzümü yıkayıp uyuşukluğumu attıktan sonra
Lokanta kısmına geçtim.
Yemeğimi alıp bir kenara çekildim.
Hem yemeğimi yiyor, hem de gelip gidenleri izliyordum.
Baktım ileriki masalardan birisinde fotör şapkalı bir adam bana bakıp duruyor.
Adamın bakışlarından huylanınca gözlüğümü çıkardım.
Akının vermiş olduğu kurt gözlerini gözlerime yerleştirip gözlüğü taktım.
Adama baktığımda şaşkına döndüm.
O bir insan değildi.
Dişleri çıkmış kuru bir iskelet gibi görünüyordu.
Kafası yuvarlak olmayıp dörtgen gibi düzdü.
Adama fark ettirmeden kurt gözlerimi cebime koyup yerimden kalktım.
Tuvalete gidiyormuş gibi yanından geçerken ayaklarımı birbirine takıp tökezledim.
Tam yere düşüyordum ki, adamdan tutmaya çalıştım.
Elim boşlukta kayıp gidince yere yuvarlandım.
O anda elim adamın içine geçti.
Adam sanki havayla şişirilmişti.
Yahut da içi boştu.
Peki normal gözlerimle nasıl oluyordu da ben onu bir insan gibi görüyordum?
Anlamak mümkün değildi.
Adam işin farkına vardı mı bilemiyorum; fakat ben özür dileyip yoluma devam ettim.
Bu adam beni korkutmuştu.
Sanıyorum o da bir şeylerin peşindeydi.
Otobüs kalkmadan gelip yerime oturdum.
Biraz sonra ihtiyar da gelip yerine oturdu ve otobüs hareket etti.
Ben bu kez daha derin düşüncelere dalmıştım ki ihtiyar,
-İşin çok zor dedi.
—Hangi işim?
-Son olarak üstlendiğiniz iş.
—Siz nereden biliyorsunuz benim ne gibi bir iş üstlendiği mi?
-Ben bu hikâyeyi sizi de içine alacak şekilde bir çember daha dışarıdan yazanım.
—Benim bir şey yazdığım yok ki.
-Olur mu, daha önce dışarıdan yazıyordunuz sonra da içine girdiniz.
İşte o zaman işi zora soktunuz.
—Peki, siz ne yapıyorsunuz?
—Ben içine de girmedim tarafta olmadım.
Ben sadece gördüklerimi yazıyorum.
Siz oyunda taraf oldunuz.
—Geriye çıkamam mı?
-O geçti artık. İsteseniz de çıkamazsınız.
Sonuna kadar götürmek zorundasınız.
—İçeriye girmemi siz mi teşvik ettiniz?
—Siz kendiniz gönüllü girdiniz.
Artık isteseniz de tarafsız olamazsınız. Hayaletlere karşı savaşmak zorundasın.
—Hangi hayaletlere?
—Bırak şimdi. Adamı yokladığını ne de çabuk unutuyorsun?
—Hangi adamı?
—Dizleri dibine düştüğün adamı.
—Onu da mı biliyorsunuz?
—Dedim ya ben bu hikâyenin daha geniş biçimini yazıyorum diye.
—Peki, ben şimdi ne yapacağım?
—Hasan Kebapçı´yı bulup savaşa gireceksin.
—Onuda mı biliyorsunuz?
—Daha fazlasını biliyorum.
—Başarı şansım var mı?
-Yaşa ve gör; ama unutma ki o adam yalnız değil.
Kuşatılmış vaziyettesin.
—Siz şimdi taraf olmadınız mı?
—Bu sadece küçük bir uyarıydı. O da her zaman olur.
Baktım ihtiyarın benden taraf olacağı yok.
O zaman kendi kendime; ’’ Aklını kullan,’’ dedim.
Otobüs bir mola yerinde daha durduğunda inip acele bir taksi buldum.
Son hızla yola koyuldum.
Hayalet adam benim hareketlerimde bir şey fark etti mi bilemiyorum; ama ben son hızla Bakırköy´e yetiştim.
Resepsiyona gidip büyük bir meblağı bağış yapacağımı söyleyince herkes benimle ilgilendi.
Karşılığında bir hastayı çıkaracağım buradan deyince,
-Kimmiş o şanslı hasta dediler.
Hatta istersem istediğim kadar hasta çıkarabilirmişim.
Yok, sadece birisine ihtiyacım var deyip Hasan Kebapçı´nın ismini verdim.
—Haa Rodrigez dediler.
—Hangi Rodrigez?
—Yahu senin Kebapçı Meksika ordusunda komutanlık yaptığını söylüyor.
Hatta yakında Napolyon bile olabilir.
Bırakın ulan beni. Ben asil bir komutanım.
Nasıl olurda beni bu kafese tıkarsınız?
Ordum beni bekliyor, savaşa gitmek zorundayım, deyip duruyor.
—Başka ne diyor?
—Eğer savaşı kaybedersem her tarafı hayaletler basacak diyor.
Şimdi anlamıştım Hasan Kebapçı’nin kim olduğunu.
Cinci Hoca namı diğer Rodrigez akıl hastanesinde yalnız başına kalınca büyük bir düşünceye girdi.
O düşünce geçmişini çağrıştırdı.
Yani düşündükçe geçmişini hatırladı.
O geçmiş hayatında bir kahraman olduğunu söylüyordu.
Ama karşıdakiler anlamıyordu.
Çünkü seçilen yer yanlıştı.
Bunlar akıl hastanesinde edilecek laflar değildi.
Orada böylesi konuşmaya girdiğin anda sağlam da olsan zincire vururlar adamı.
Kendilerinden özür dileyip onu bulabileceğim yere gittim ki, iki ağaç arasında hızlı hızlı holta atıyor.
Aynı zamanda da kendi kendisine konuşuyor.
—Ulan ben buraya tıkılacak adam mıyım?
Askerlerim beni bekliyor.
Bu heriflerin tümü de cahil.
Koskoca savaş gelip kapıya dayandı gözleri bile görmüyor.
Aha diyelim savaşı kaybettim, o zaman bu hayaletlerle nasıl başa çıkacaksınız?
Bunların bir şeyden anladığı yok.
Yavaşça yanına yaklaşıp bir topuk ve asker selamı verip,
-Emrinizdeyim komutanım, dedim.
-Sen de kimsin?
—Tanımadınız mı komutanım, emir eriniz Gonzales´i?
-Ula Gonzales sen ne yapıyorsun burada?
—Sizi götürmeye geldim komutanım.
—Sen yalnız başına nasıl çıkaracaksın buradan?
Baksana her taraf tutulmuş vaziyette.
—Siz ve ben her işin üstesinden geliriz komutanım.
—Deneyelim öyleyse.
Aslında benim yapabilecek bir şeyim yoktu.
Her şeyi resepsiyonda halletmiştim, ona güveniyordum.
Resmi evrakların hepsi de elimdeydi.
—Peki nereden vuruş yapacağız Gonzales?
—Duvarı aşıp önümüze gelenin üzerine basıp geçeceğiz komutanım.
-Aferin Gonzales ölmek var dönmek yok.
-Öyle komutanım.
Rodrigez’i oyun oynar gibi duvardan hoplattım ki, gerçekten inansın kaçtığımıza.
Duvarı aşmamızla karsımıza iki bekçi çıktı.
Ellerinde kelepçeleri saklatarak yaklaşıyorlardı ki Rodrigez ciddi ciddi üzerlerine yürüdü.
-Siz koskocaman komutansınız.
Bırakın onlarla emir eriniz Gonzales uğraşsın deyince sakinleşti.
Bekçileri bir kenara çekip belgeleri gösterdim.
Hastamın kendisini komutan sandığını, onun içinde kapıdan düz çıkış yapmayı kendisine yediremediğini, benim de ona uyup kaçma numarasına yattığımı anlatınca gülüp gittiler.
Rodrigez’in koluna girip minibüslerin geçtiği yola çıkmıştım ki, baktım. fotör şapkalı hayalet bizi takip ediyor.
Oradan geçmekte olan bir taksiye atlayıp mağazaların bol olduğu bir yere geldik.
Rodrigez´in beğendiği elbiselerden alıp önce bir hamama gittik.
Sonrada bir berbere gidip sakal ve bıyıklarını kestirince,
ortaya güçlü kuvvetli, görünümü babayiğit birisi çıktı.
Böylece Cinci Hoca’nın son hatıraları da tarihe gömülmüş oldu.
O artık ordu komutanı Rodrigez´di.
Kaldırımda yürürken baktım Rodrigez durup, durup bir şeyler dinliyor.
Yürürken onu bırakıp gidiyor, daha sonrada geri gelip çocuk gibi elinden tutup yola devam ediyordum.
Bir ara geriye dönüp haydi diyecektim ki,
-Öylece kal hiç konuşma dedi.
Burada sert bir emir vermişti.
’’Yoksa beni cidden emir erimi sanmaya başladı,’’diye
düşünmeye başlamıştım ki,
Gözlerime bakarak yanıma kadar geldi.
Tam da gözlerimin içine bakıyordu.
—Hafif yana kay, dedi.
Hafiften yana kaydım.
—Gözlerime bakma karşıya bak dedi.
Karşıya baktığımda arı gibi kaynayan insanlardan başka bir şey göremiyordum.
İyice yaklaşıp dikkatlice baktı.
—Onları görüyorum, buradalar deyip elimden tuttuğu gibi koşmaya başladı.
Bu seferde o benim elimden çekiştiriyordu.
Bir kaç sokak karıştırıp izimizi kaybettirdiğimize kanaat getirip durduk.
—Onları gördüm, buraya kadar gelmişler dedi.
—Kimlerden bahsediyorsun, Onlar da kim oluyor?
—Anlatsam ki ne çıkar. Sen de inanmazsın.
Aslında ben her şeyi anlıyordum.
Gözlerime baktığında arka tarafta fotörlü adamı görmüştü.
Fakat Rodrigez çoğullaştırdığına göre demek ki bu kez kalabalık gelmişlerdi.
Gözlerimi ayna gibi kullandığını anlamadığımı sanıyordu.
Ararken bir mağaza bulduk.
İçeride jokey elbiseleri, at eyeri kayışlar ve kamçılar satılıyordu.
İçeri girip ’Bana bir kamçı satın al’ dedi.
Beğendiği bir kamçıyı alıp oradan uzaklaştık.
Kamçıyı katlayıp koynuna soktuğunu gördüm.
Lüks bir otele gelip yerleştik.
Akşam olup dışarı çıktığımızda şehrin ışıkları yanmıştı.
Manzara gece hayatını çağrıştırıyordu.
Rodrigez´i efkârlı görünce kendisine takıldım.
—Bakın komutanım, siz benim komutanımsınız ama burada sökmez.
Buradaki insanlar birbirlerine ağabey yahut ta abicim diye hitap eder.
Artık komutan er ilişkisine girmeyelim.
Sen bana ağabey de.
Ta ki bu şehri terk edene kadar.
—Olur abicim.
-Ne de olsa erkek adamsın. Eğer istersen seni kadınların çalıştığı eve kadar da götürebilirim.
Nasıl olsa paramız bol.
Su gibi saçsak bile bitmez bu paralar.
-Olurmu abicim ben kerhaneye gidecek adam mıyım.
Ben kadını mı kendi ellerimle bulurum.
Sen beni bir pavyona götür yeter.
Geze geze bir pavyona kadar gelip, içeri girdik ve bir masaya oturduk.
İçeridekiler kafayı tütsüledikçe sarmaş dolaş oluyorlardı.
Rodrigez epey içmişti.
Benim gözüm bir onun bir de gelecek olan hayaletlerin üzerindeydi.
Aslında buraya kadar gelmiş olsalardı Rodrigez bir biçimde fark ederdi.
Garantiye almak için kurt gözlerimi taktım, öyle hayalete benzer bir şey yoktu.
Orkestra bir İspanyol müziği çalınca Rodrigez piste çıkıp dans etmeye başladı.
Öyle bir dans etti ki salonda bulunanların tümü de ayakta alkışladı.
Adam etrafında fırıldak gibi dönüyordu.
Gerçekten çok güzel dans etmişti.
Bende alkışladım.
Ama bir hayli de şaşkındım.
—Nerede öğrendin bu dansı Rodrigez?
—Dedik ya Meksikalıyız diye.
—Ama kimseyi inandıramadın.
-Hakikatten neden kimse inanmadı bana?
—Onlar doktorculuk oynasalar da kafadan üşütükler.
Boş ver onları.
-Yahu bana Cinci Hoca dediler, bilmem neyin kebapçısı,dediler de,
bir Allahın kulu çıkıp da ula bu Rodrigez demedi.
Anlaşılır gibi değil.
—Dedim ya inanma onlara.
Onlar geçmişi hatırlayamadılar.
Bu arada karşı masadan iki bayan Rodrigeze el işareti yapıyordu.
Rodrigez işareti alınca kalkıp masalarına kadar gitti.
Daha sonrada bizim masaya geldiler.
Kadınlara çok kibar davranıyordu.
Hanımlara yeni bir servis yapıldı.
İçtikçe muhabbeti koyulaştırdılar.
Kadınlardan birisi yanıma oturdu.
Ben fazla ilgilenmeyince oda Rodrigez´in yanına kaydı.
Ben hem içmiyor hem de dikkatliydim.
Her an birileri gelebilirdi.
İnsanları ve polisi taktığım yoktu.
Benim korkum hayaletlerdendi.
Rodrigez kızlarla anlaşmayı yapınca hep birlikte otele kadar geldik.
Otelci kadınlara itiraz edecek oldu, yeşil bir selam verince kapıları açtı.
Rodrigez kızlarla odasına gidince ben de kapıya yakın yerde uzun süre oturdum.
Sabaha karşı Rodrigez yerlere kadar eğilerek kızları yolcu edip yanıma geldi.
—İşte şimdi savaşın her türlüsüne hazırım.
—Yakınlarda kimse yok değil mi?
-Henüz yoklar ama olsalar da fark etmez artık.
Rodrigez´in başka bir kişiliğe büründüğü açıkça görülüyordu.
Artık o cesur birisi olmuş korku nedir bilmiyordu.
Belki de asker olduğu döneme geri dönmüştü.
Yahut da asker olduğu dönemi de yanına almıştı.
Pısırık Cinci Hoca sanki ortadan yok olmuştu.
Sabah olur olmaz bir araba firmasına gidip sağlam bir araba kiraladık.
Arabayı ilçede bir adrese bırakacaktık.
Arabaya binip yola çıktık.
Rodrigez düşünceli bir şekilde koynundan kamçısını çıkarıp elinde şaklatıyordu.
Bu kamçıda mutlaka bir keramet olmalıydı.
Arabayı verilen adrese bırakıp Sekili Pınar’a doğru yaya devam ettik.
Rodrigez’ in tedirginliğini görünce kurt gözlerimi takip, baktım ki karşıda bizi bir ordu bekliyor.
Atlı ve zırhlı, mızraklı adamlar ki, tam bir ordu.
Bunların görünümleri aynen fotörlü adamın kurt gözlerimle gördüğüm halleriydi.
Korkunç bir görünümleri vardı.
Kurt gözlerimi göz derinliğime iyice yerleştirip üzerine de gözlüğümü taktım.
Aksi taktirde insan gözlerimle onları göremiyordum.
Karşıdakileri görüyor musun Rodrigez?
—Hepsini de görüyorum ama önce halletmem gereken bir iş var.
Baktım Rodrigez taşlık bir yerde çalılıkların arasında bir şeyler arıyor.
Aradı ama aradığını bulamadı.
—Vay anasını almışlar.
—Ne aradın da?
—Ben buraya para saklamıştım.
-Memet Amcanın paralarını mı?
—Sen nereden biliyorsun?
-Bu hikayeyi ben yazıyorum da oradan.
Hikâyede geçen en gizli şeyleri yazarı bilir.
—Bu hikâyeyi sen mi yazıyorsun?
—Ne sandın ya?
—Peki, beni Cinci Hoca yaparak rezil etmenin anlamı neydi?
—Demek ki ondan da öğreneceğin bir şeyler vardı.
—Yahu Cinci Hoca bana ne öğretebilir ki?
—Peki, sen neden Cinci Hoca olup cinlerle uğraştın?
Kamçıyı ne için aldın, onunla ne yapacaksın?
-Evet öyle değil mi?
-Büyüyle uğraşırsan sonunda Cinci Hoca olursun.
-Büyümü son kez burada birde büyük savaşta kullanacağım.
Bunu yapmaya mecburum, cayır cayır yansam bile.
Simdi bu çemberi kamçımla yarıp geçeceğim.
Unutmadan şunu da yaz.
Büyüyü ben Meksika’da büyük annemden öğrenmiştim.
Elimde olmayarak kötü yönde de kullanmadım değil.
Ama son vuruşu yapacağım.
—Paralara üzülme Rodrigez.
İstanbul’da saçtığımız paralar Memet Amcanın dişinden tırnağından artırdığı,
senin de bir gün lazım olur diye sakladığın, benimde senin sakladığın yerden alıp harcadığımız paralardı.
Şimdi kendini asıl olaya yoğunlaştır.
Rodrigez kamçısını ilk kez bacağına ve eline şaklattı.
Hiç çekinmeden düşman ordusunun üzerine yürüdü.
İyice yaklaşmıştı ki, atlar homurdanıp kişnemeye, hayaletler de garip sesler çıkararak gerilemeye başladı.
Bizim Sekili Pınarın tam da yanından içeri dışarı girip çıkmakta kullandığımız dumanlı kapıyı kordon altına almışlardı.
Bizi oraya yanaştırmak istemiyorlardı.
Burada bir şey iyice anlaşılmıştı.
Bunlar Rodrigez´in peşindeydiler.
Onu öyle veya böyle ortadan kaldırıp ülkesine gitmesini engellemeye çalışıyorlardı.
Benimle bir dertleri olamazdı.
Çünkü benim hiç bir marifetim yoktu.
Rodrigez aynen dans ettiği gibi kendi etrafında fırıldak gibi dönmeye başladı.
Göz hızıyla takip etmenin imkânı yoktu.
Elindeki kamçıyı üzerlerine doğru savurdu.
Fakat kamçının sapını bırakmadı.
kamçının ucundan beş tane başı çatallı yılan ağızlarından ateş saçarak çeşitli yönlere dağıldı.
Atlar şaha kalktı ve mızrak sesleri havada yankılandı.
Yılanların düştüğü yerlerde panik yaşanmaya başladı.
Aynı anda üzerimize yürüdüler.
Bir şey toprağın altından bize doğru geliyordu ki, Rodrigez elindeki mızrağı toprağa sapladı.
Baktım o anda kamçı elinde mızrağa dönüşmüş.
Topraktan çıkan bir kuyruk Rodrigez´i sarıp sarmaladı.
O anda bir gurup kurt kuyruğu param parça etti.
Dikkatimi çeken ortalıkta kan namına bir şeylerin görünmemesiydi.
Bunlar karşılıklı biri birine büyü yapıyordu.
Kim daha güçlüyse o kazanacaktı.
Hayaletler ordusunun arka tarafında bir panik yaşandı.
Baktım binlerce kurt orduyu çembere almış.
O anda kuyruktan kurtulan Rodrigez elinde kamçısıyla içlerine daldı.
Baktım bedeni üzerine benzin dökülmüş gibi alev alev yanıyor.
Yanan bedeniyle aralarında öyle bir hızla dolaştı ki, hayaletler bağıra çığıra yanmaya başladılar.
Gökyüzünü simsiyah bir duman kapladı.
Kurtların bağırtısı hayaletlerin bağırtısına karışınca korkunç bir ses oluştu.
Gökyüzünü siyaha boyayan kara duman güneşin önünü kesince ortalık kapkaranlık oldu.
Manzara güneş tutulmasını yansıtıyordu.
O anda baktım uzaklardan başı kurt başına benzeyen beyaz bir bulut yaklaşıyor.
Kocaman keskin dişleri dışarıda ve gözlerinden sanki yaş akıyor.
Beyaz bulut yaklaştıkça ağız kısmı daha da açıldı.
Siyah bulut yerinden hareketlendi ama beyaz bulut onu girdap gibi içine çekti. Biraz sonra siyah bulut beyaz bulutun içinde kayboldu.
Ben her şeyi bırakmış bulutların çarpışmasını takip ediyordum.
Beyaz bulut kurt ağzına benzeyen yerden büyük bir ateş topu fırlattı.
Ateş topu hayaletlerin en yoğun olduğu yere düşünce kendi içinde patladı.
Ve kocaman orman cayır cayır yanmaya başladı.
Rodrigez´le ben her zaman açılan sisli kapının yanına kadar gelmiştik.
Bana kılavuzluk yapan kara kurt yanımıza kadar gelip te uluyunca kapı açıldı.
Rodrigez´de ben de kara kurt da kapıdan daldık içeri.
Artık kralın ülkesine geriye gelmiştik.
Bana verilen görevi de böylece yerine getirmiş oldum.
Kral Rodrigez´i saraya kabul edip boynuna sarıldı.
Şimdi anlamıştım kralın neden Rodrigez´e ihtiyacının olduğunu.
Rodrigez çabucak işinin başına döndü.
Çünkü büyük savaş kapıya kadar gelip dayanmıştı.
Hatta bir anlamda başlamıştı bile.
ÖFKENİN KABARMASI
Marzil Balak Evren’in bütün işlerini yöneten zatlardan birisiydi.
Yetmiş kahin içerisinde en bilge olan oydu.
Kararlar alındıktan sonra üzerinde son çalışmayı yapar,
Sonunda kudret makamına sunardı.
Bu kâhinlerin görevi evrende bulunan tüm gezegenleri,
üzerlerinde bulunan canlı ve cansız varlıklarla birlikte sonsuza
taşımaktı.
Nereye ne gibi bir güç ve enerji gerekli onların
sorumluluklarındaydı.
Bunlar birer organizatör gibi çalışır alınan kararları
yukarıya sunarlardı.
Marzil o makama alın teri ve bilek gücüyle gelmişti.
Peş peşine tam doksan dokuz hayat acı çekip yerlerde sürünmüştü.
Kendi benliğini tam anlamıyla yenmiş, bir taştan daha sabırlı
hale gelmişti.
Taş çatlar o çatlamazdı.
Altmış dokuz kâhin önünde hep saygıyla eğilirdi.
O da babacan tavrıyla onlara yol gösterirdi.
Hepsi de kendi içinde birer Marzil Balak olmak isterlerdi; ama
olamazlardı.
Çünkü onların hiç biriside Marzil’in geçtiği yollardan geçme
becerisini gösterememişlerdi.
Marzil bir taraftan Evrenin işlerini yaparken diğer taraftansa
Kendi bedenine güç depolardı.
İki dağı biri birine çarpacak yahut ta bir ülkeyi anında yere
geçirecek kudrete sahipti.
Akıllı ve bilge olduğu için gücünü hiç bir zaman kötüye
kullanmadı.
Yaradan bile böylesi bir yaratığın önünde saygıyla eğildi.
Çünkü o onun eseriydi.
Hiç bir zaman kıskançlığa girmedi ama dikkatliydi.
Gözü hep Marzil’in üzerindeydi.
Çünkü Marzil’in yapacağı en ufak bir yanlışın tamiri çok zor
yıkımlara sebep olabilirdi.
Bu kâhinlerinde uymaları gereken yasalar vardı.
Kendi kendilerini kontrol edebilmek için yasalar koymuşlardı.
Olur ya bir gün birisi kendi benliğine yenik düşüp yasa dışına
düşebilirdi.
Bu yasa ve kuralları kimsenin değiştirmeye gücü yetmezdi; çünkü ortaklaşa alınmış kararlardı.
Eğer değişmesi gerekirse, değişikliği birlikte yapıp imza
makamına sunarlardı.
Marzil hesabı sayıya gelemeyecek kadar bir zaman dilimini
bu işlerle geçirdi.
Ve bir gün geldi hayli yaşlandı.
Öyle yaşlandı ki sakalı dizine indi.
Ve bir noktaya gelindiğinde Marzil’in aldığı kararlarda
teklemeler görüldü.
Yaptığı işler ters gitmeye başladı.
Bu durumu gören diğer kâhinler Marzil’e’ Git Dünyada yaşa, ete kemiğe bürün ve gençleş de gel’ dediler.
Marzil ise ’Ìnsanın şerrinden korkarım,’ deyip dünyaya
gelmeye cesaret edemedi.
Kahinler her ne kadar zorladılarsa da Marzil reddetti.
Yılların kâhin ve bilge kişisi dünyaya gelip yaşamaya cesaret
edemeyince işleri daha da tersine gitti.
Bir zaman geldi ki, tek başına kararlar almaya başladı.
Yaşlılıktan dolayı kâhin gittikçe bunadı.
Bu kahinlerin aynı zamanda yapmış oldukları bir iş daha vardı ki, o da dünyadaki devletleri aralarında paylaşmış olmalarıydı.
Bunlar bütün evrenin aynı zamanda en zenginleri oldukları için herkes bahçe satın alır gibi ülke satın almıştı.
Hangi ülke olursa olsun içinde yaşayan insanlar da dahil tüm
yaratıklarıyla birlikte birisine aitti.
Çünkü o yaratıkları da, insanları da ileriye taşıyıp götüren onlardı.
Herkes kendi ülkesindeki insanları canına kadar satın almıştı.
Her kim hangi ülkeye gitmek orada doğmak istiyorsa o ülkenin
sahibi olan kâhine para yatırıp hayat satın alıyordu.
Kâhinlerde kazandıkları paradan asıl malın sahibine vergi ödüyordu.
Bir başka deyişle bunlar doğacak olan insandan parayı alıp,
Yukarıdan can satın alıyorlardı.
Doğacak olan kalkıp direk olarak yukarıyla muhatap olamıyordu.
çünkü yukarısının tek, tek insanlarla uğraşacak zamanı yoktu;
Daha başka bir deyişle her ülkede yasayan insanlar her kim olursa olsun bütün zenginliği ve fakirliğiyle bir kâhine aitti.
Dünyada zengin hayat yaşayanlar sadece paranın ve malın
kullanma hakkına sahipti.
Öldüğünde mal direk olarak kâhinlere gidiyordu.
Zengin hayat yasayansa eli boş yukarı çıkıyordu.
Zengin hayatı satın almak daha pahalıydı.
Onun içinde bazı insanlar gerek isim yapmak, gerekse de şöhret olmak uğruna kıyıda köşede biriktirdikleri paraları satın aldıkları hayata yatırıyorlardı.
Çok ucuz hayat satın alıp şana, şöhrete kavuşan insanlarda vardı ki, bunlar genelde yazar çizer tayfasıydı.
Bu ülkelerde bir takım yeni icatlar bulunması gerektiğindeyse
o ülkenin kâhini yukarıdan o bulunacak icadın kod numarasını
satın alıyordu.
Bu iş ise çok para gerektiriyordu.
Yukarıya para yatırmadan hiç bir icadın kodu verilmiyordu.
Kod satın alınmadığındaysa insanlar ne kadar çabalarsa çabalasın kimse yeni bir icadı elde edemiyordu.
Zengin olan kâhinlerse daha çok kod satın alıp sahibi oldukları
ülkeye veriyorlardı.
Kodu satın alandan sonra meslekte uzmanlaşmış bir
mühendisin disketine geçiriyorlardı.
Uzun zaman uğraşmış olan mühendis bir gün; ’’ buldum,’’ diye bağırıyordu.
Yani mühendis o icadı kendisinin bulduğunu sanıyordu.
Hâlbuki o ağır bir pahaya satın alınmıştı.
Mühendis o işin sadece bir aracıydı.
Daha sonra mühendiste zengin oluyordu; ama aslında o para onun değildi.
O da diğerleri gibi malın sadece kullanma hakkına sahipti.
Malın asıl sahibiyse o ülkeyi satın almış olan kâhinin kendisiydi.
Kâhinde oradan elde ettiği paranın vergisini veriyordu.
Ayrıca o mühendis o buluşu yapmasına rağmen kâhine
yüklü bir para ödemişti; çünkü hem ünlenip hem de zengin olmuştu.
Bu da meslekte uzmanlaşmış emek sarf etmiş insanlara veriliyordu.
TV’ ’Ninde, bilgisayarında, cep telefonunun da mucitlerinin arkasında böylesi bir olay vardı.
Yalnız bir gününde Marzil kod evine girdi.
Ve oradan beş adet yeni icadın kod numarasını yürüttü.
Bu olay fark edildi; fakat üzerinde durulmadı.
Hâlbuki çok ağır bir bedel ödemesi gerekiyordu.
Göz yumanların amacı Marzil ’i izlemekti.
Öyle ya akılda yüce bir kişiliğin çöküşü izlenecekti.
Yani en üst basamağa kadar çıkmış olan Marzil gibi bir dâhinin hangi yollardan en aşağıya inişi izlenecekti.
Çünkü çıkmak kadar inmekte zordu.
Marzil bu kod numaralarını sahibi olduğu ülkeden bir kaç mühendisin kafasına kodladı.
Bu mühendisler bir gün geldi; ‘’ Bulduk,’’ diye bağırdılar.
Bulduklarıysa en aşağılık silah tipleriydi.
Yani Marzil yasak olan bölgeye girip alınmaması ve çalınmaması gereken mallara el atmıştı.
İşin tehlikesi çok büyüktü.
Bu silahları elde etmek dünyanın geleceğiyle oynamak demekti.
Öyle ya bu silahlar er veya geç bir gün kullanılacaktı.
Diğer kâhinler bu duruma isyan ettiler.
Fakat yukarıdan bir ses ’İzleyin’ deyince herkesin yüreğine su serpildi.
Marzilin mühendisleri silahları bulup, deneyip tam emin olandan sonra seri imalata geçtiler.
Ve sonuçta silahlar dağlar gibi yığıldı.
Yığıldı, yığılmasına da artık bu silahların bir kısmını eritmek gerekiyordu.
Çünkü gece gündüz vardiya halinde silah üretimi devam ediyordu.
Sonunda Marzil ülkesine ateş emrini verdi.
Ateş hattında kalan ülkede bir başka kâhinin ülkesiydi.
Kâhin Marzil’ i dava etti fakat ’Sabret ve izle’ dediler.
Kâhin dikkatli bir şekilde olayı izlerken bir olayı fark etti.
O da ölen askerlerin de, insanların da kendi halkı olmadığıydı.
Yani ölenlerin hepsi de Marzi’lin adamlarıydı.
İster açlıktan ölsün, isterse kafalarına bomba düşsün bunların hepsi de Marzil’e aitti.
Yukarıdaki ’İzleyin ve görün’ dediğinde Marzilin nasıl bir is yapacağını görmüş ve hemen ateş hattında kalanlarla ateş edenlerin disketlerini değiştirmişti.
Daha doğrusu ateş etmeye hazırlananların ruhlarını alıp ateş hattındakilerin bedenlerine yerleştirmiş.
Ateş hattındakileri de ateş edenlerin bedenlerine.
Savaş başladı ve bir curcuna koptu.
O da ateş edenlerin eğitimli olmadıkları için rast gele yerleri bombalayıp kendi kendilerini öldürmeleriydi.
Kendi uçaklarını helikopterlerini bombaladılar.
Bu işten kimse bir şey anlamadı; ama asıl ileriye, yani büyük savaşa iyi bir yatırım yapılmış oldu.
Bu rezalete dayanamayan Marzil kaçma hazırlığındayken suçüstü yakalandı ve elinden yaşlı bedeni alınıp serbest bırakıldı.
Serbest kalan Marzil bedensiz bir şekilde hayalet gibi ortalıkta dolanmaya başladı.
Öyle uzaklara gitti ki hızını alamadı ve kral Hamdi’nin gezegenine kadar geldi.
Ucu bucağı belli olmayan bir arazi bulup oraya yerleşti.
Kral Hamdi olayı fark etti fakat sesini çıkarmadı.
O da bir dâhinin çöküşünü izleyecekti.
Marzil kendisi gibi bedenini kaybedip ortalıkta sürünen ne kadar serseri varsa başına topladı;
çünkü Dünyadan bile akın akın insanlar geliyordu.
Bunların gidecek bir yerleri olmadığı için en iyisi Marzil’e sığınmalarıydı.
Marzil her ne kadar bedenini bırakmış olsa da yanında hala bir takım güçleri vardı.
Onun içinde hayaletlerin başı oydu.
Aralarında ondan güçlüsü yoktu.
Zamanla Marzil beş yüz milyon civarında serseriyi etrafında topladı.
Bunlar görünürde insan gibiydiler, fakat içleri boştu.
Benimde Cinci Hoca’yı, namı diğer Rodrigez’ i getirmeye gittiğimde gördüklerim bunlardı.
Marzil bunlarla en korkunç silahları elde etti.
Bunların hepsi de birer ölüm makinesiydi.
’’Öldür,’’ deyince hemen saldırıya geçiyor, gözlerini bile kırpmadan yakıp yıkıyorlardı.
Marzil sürekli yalan söylüyor, bunlara durmadan istikbal vaat ediyordu.
Fakat vaat ettikleri imkânsız şeylerdi.
Çünkü ondan daha güçlüleri vardı ve asıl onlar karar veriyorlardı.
Marzil sadece izleniyordu.
Marzil ise izlendiğini bilmiyor ileride bir gün tüm evrene kral olacağına inanıyordu.
Buna etrafındaki akılsız ve bedensizlerin hepsini de inandırmıştı.
Marazilin bu işlere soyunması dünyadaki ülkesinin de elinden alınmasına sebep oldu.
Kâhinlerden birisi bastı parayı ve o ülkeyi insanlarıyla birlikte satın aldı.
Fakat kapanması çok zor yaralar açılmıştı.
Kim bilir o yaraları sarmak ne kadar zaman alacaktı.
Kral Hamdi Marzil’in aşırı derecede silahlandığını görünce telaşa kapıldı.
Hemen Aki ve Rodrigez’i çağırtarak üçlü bir toplantı yaptı.
Aki beş yüz bin kurtun savaşların en korkuncuna hazır olduğunu söyledi.
Bu kurtlar hem insan oluyorlar, hem de kurt.
Havada uçup istedikleri zaman görünmez hale gelebiliyorlar.
Savaşa girdiklerindeyse ortalığı kan gölüne çeviriyorlar.
Rodrigez ise askerlere zırh yapıyordu.
O zırhlara ise hiçbir silah işlemiyordu.
Çünkü Rodrigez o zırhların madenine büyü katıyordu.
Rodrigez ’in yaptığı zırhı giyen asker düşmanla karşı karşıya geldiğinde düşmanın o anda duraklamasına sebep oluyordu.
Düşman zırha baktığında bir kaç saniyelik duraklama dönemine giriyor, ne eli kalkıyor ne de kıpırdayabiliyordu.
Zırhı giymiş olan askerde o andan yararlanıp vurup kelleyi koparıyordu.
Rodrigez o zırhlardan altı yüz bin adet yaptığını söyleyince kral Hamdi sevindi.
Çünkü söylenen az bir rakam değildi.
Rodrigez o zırhların hepsinide geceli gündüzlü bir fabrika gibi çalışarak kendi elleriyle yaptı.
Marzil’in adamlarını gönderip Rodrigez’i öldürtmek istemesinin sebebi buydu.
Büyülü zırhlardan kurtulmak.
Rodrigez aynı zamanda ordunun komutanıydı.
Bütün askerler önünde saygıyla eğiliyordu.
Rodrigez ‘in ağzından çıkacak bir kelimeye ölüme giderlerdi.
Burada Marzil’in neden savaş çıkarmak istediğinin üzerinde durmakta yarar var.
Marzil’de dahil olmak üzere tüm adamları bedensiz oldukları için cinselliklerini gideremiyor birbirleriyle oluyorlardı.
Bu sürede işin tadını kaçırınca Marzil onlara yeni bir hedef gösterdi.
O da kral Hamdi’nin ülkesini köleleştirip, orada bulunanları ruhlarından zincire vurmaktı.
Daha sonrada bedenlerini ellerinden alacaklardı.
Eğer insan bedenine girerlerse yaptıkları işten daha çok zevk alacaklarına inandırılmışlardı.
Kendi içlerinde ateş gibi yanan bu hayaletler insan bedenlerine girerek rahatlamayı düşünüyorlardı.
Hâlbuki daha önce kendileride insandı.
Hem de kaç kez insan bedeninde yaşamışlardı.
Çünkü göklerin hakimi onlara da eşitlik hakkı tanımıştı.
Onlarsa ellerindekinin değerini bilmeyip her seferinde yerden yere çalmışlardı.
Defalarca uyarılmalarına rağmen anlayamadılar.
Anlayışlarını yükseltip belirli bir yere getiremedikleri içinde bedensiz kalıp ortalıkta hayalet gibi dolanmaya mahkûm ettiler kendilerini.
Simdi ise bin bir emekle açlığı, susuzluğu, yoksulluğu ve acı çekmeyi göze alarak oraya kadar gelmiş olan insanların hazır bedenlerine göz dikmişlerdi.
Bu gücü de onlara Marzil veriyordu.
Kral Hamdi tam toplantıdan çıkıyordu ki, sarayın bahçesine bir UFO indi.
Gelenler baş kâhinlerdi.
Kral Hamdi’ye yukarıdan mesaj getirmişlerdi.
Hamdi bunları saraya buyur etti ve bir güzel ağırladı.
Kâhinler yiyip içtikten sonra teşekkür edip ayrıldılar.
Mesajda aynen söyle yazıyordu.
Oğlum Aki savaşa girmekte sanırım acelen yoktur.
Böylesi dumanlı havalarda biraz daha sabırlı olmanı öğütlerim.
Biliyorum kurt soyundan geliyorsun.
Dumanlı havaları seversin ama biraz daha sabır gösterip izlemeni dilerim.
Aki saygıyla eğildi.
Fakat içinden ateş gibi yandığı belli oluyordu.
Aki sarayına geldiğinde bütün kurtlar etrafını çevirdi.
Kurtlar Aki,nin saraya niçin gittiğini biliyordu.
Hepsinin de gözleri ateş gibi parlıyordu.
‘’Savaş kararı alındı,’’ diye seviniyorlardı ki, Aki onlara’İkinci bir emre kadar savaşa girmiyoruz, ’ dedi.
Kurtların hepsi de öfkeye kapıldı ama uyulması gereken kurallar vardı.
Hâlbuki hayaletlerin kellelerini koparmak için hazırlanmışlardı.
Bu Aki’nin namı tarihte yaşamış Akillesten gelir.
Kolay kolay savaşa girmez fakat birde girdi mi işi çabucak bitirirdi.
Aki de içinde Tanrı’nın gücünü taşıdığına inanıyordu.
Onun için hiç bir ordu ve silah onunla başa çıkamıyordu.
Aki savaşa girdiğinde Evrende ne kadar kurt varsa hepsinin de gücünü bedeninde bir araya getiriyordu.
Yani Aki içinde milyonlarca kurt gezdiriyordu.
Biri öldüğünde anında diğeri harekete geçiyordu.
Onun için ölümsüzdü.
Uzun sürmesi gereken savaşlarda hep engellenip savaşa girmesi geciktiriliyor, savaşa girdiğindeyse işi çabucak bitiriyordu.
Marzil’in de yanılgısı Aki nin Kral Hamdi’nin yanında olduğunu bilmiyor olmasıydı.
Aki’nin orada olduğunu bilseydi belki de bu işe hiç girişmezdi.
Aki ise kendisini sürekli gizliyordu.
Bir yerlere gidecek olsa sıradan bir kurt gibi görünüyordu.
O kurdun Aki olduğunu ise kimse bilmiyordu.
Ününü herkes duymuştu ama nerede olduğunu bilen yoktu.
Kral Hamdi ve Rodrigez’den başka.
Onlarınsa ağızlarından sır çıkmazdı.
Rodrigez ordunun kurmaylarıyla bir toplantı yaptı ve onlara savaşa hazır olma talimatını verdi.
Generaller derhal ordularının başına dönüp hazırlıklara başladılar.
Marzil sürekli ajan gönderiyor fakat giden ajanların hiç birisi de geri dönmüyordu.
Bir gün kendisi ajanlığa soyundu.
Bir ormana geldiğinde etrafın kurt kaynadığını gördü.
Bu kadar kurdun bir arada olmasına şaşırdı.
Kurtlara dokunmadı sadece izledi.
Sonunda fark etti ki, kurtlarda onu izliyor.
Hayalet haliyle biraz daha içeri sokulmaya çalıştığında kurtlar bunu geniş bir çembere aldı.
Yukarıdan uçarak gitmeye çalıştı, kurtlar da ayni şeyi yaptı.
İşin tehlikesini hemen anladı.
Acaba Aki da orada olabilirmiydi?
Ama Marzil’in dönüş yolları tıkalıydı.
O yolun sonuna kadar devam etmek zorundaydı; çünkü o kadar hayalete olmayacak vaatlerde bulundu.
İsyan bile çıkabilirdi.
Marzil’in bir şanssızlığı da bulunduğu ülkeye hapsedilmiş olmasıydı, çünkü diğer kâhinler yukarıya bir dilekçe yazarak Marzil’in kaçıp kurtulacağı tüm yolları tıkatmışlardı.
Marzil bir kaç kez çıkma girişiminde bulunduysa da başaramadı.
Anladı ki oraya hapsedilmiş.
Yoluna devam etmekten başka çaresi yoktu.
Marzil bu olayı adamlarına anlatmadı ama onlara güzel vaatlerde bulundu.
Marzil’in birde profesyonel ordusu vardı.
Bunlar yıllarca adam öldürmenin eğitimini yaptılar.
Simdi ise ciddi ciddi adam öldürmenin zamanı gelmişti.
Onun içinde bayram ediyorlardı.
Marzil’ i savaşa biraz da bunlar zorluyordu.
Yoksa ya isyan edecekler ya da hasta olacaklardı.
Marzil bunları psikopatlardan seçmisti.
Bunlar defalarca insan bedeninde yaşamalarına rağmen piskopatlıktan kurtulamamışlardı.
Simdi ise nasipleri ayaklarına kadar gelmişti.
İnsanları köleleştirip onların bedenlerine sahip olacaklardı.
Sonra o bedenleri de tepe tepe kullanacaklardı.
Gece gündüz hesapları buydu.
Ve beklenen gün geldi.
Bunlar önce tarlalarda çalışan kadınlara saldırdılar.
Rodrigez derhal karşılık verdi ve bir vadide buluştular.
Kurtlar bunların yukarıdan uçarak vuruş yapmalarını engelleyince mecburen kara savaşına girdiler.
Eğer kurtlar hava savaşına engel olmasaydı bunlar bütün gezegeni ele geçirebilirlerdi.
Çünkü hava savaşları çok yaman oluyordu.
Aynı zamanda savaşların en alçak biçimi oluyordu.
Çünkü bunlar ellerinde bombalarla saldırıyor ve rast gele yere atıp kaçıyorlardı.
Okullar, hastaneler, yollar, köprüler, kütüphaneler ve o ülkenin kimliğini temsil eden ne varsa yerle bir ediyorlardı.
Düşmanlarıyla hiç yüz yüze gelmiyorlardı.
Daha doğrusu o cesareti gösteremiyorlardı;
çünkü bunların hepsi de çapulcu ve yüreksiz insanlardı.
İlk gün bir hayli zayiat verdiler; ama bir hayli de verdirdiler.
Üçüncü günde gerilemeye başladılar.
Bu gerileme meğerse bir taktikmiş.
Çünkü dördüncü günde müthiş bastırdılar.
Aki sarayının önündeki düz alana çıktı.
Öyle bir büyüdü ki boyu sekiz yüz metreye ulaştı.
Dünyadaki kurtların tümünü de çağırdı.
Sanki bütün Kanadaı kurtlar vadide toplandı.
Aki bunların hepsinide bedenine soktu ve kocaman bir dağı tırmalamaya başladı.
Tonlarca ağırlığındaki taşları saman çuvalı gibi etrafa saçtı.
O anda ikinci mesaj geldi.
Sabretmesi söyleniyordu.
Ağzını havaya dikip öyle bir uludu ki sanki yer sarsıntısı oldu.
Ağzından alevler saçtı.
Kral Hamdi sınıra yakın yerdeki köy ve kasabaların boşaltılması emrini verdi.
Kenar semtlerden iç şehirlere doğru bir akın başladı.
İnsanlar alabildikleri eşyalarıyla yola çıktılar.
Göç dalga, dalga iç şehirlere doğru yayıldı.
Rodrigez orduyu boşaltılan bölgelere yerleştirdi ve tam anlamıyla savunmaya geçti.
Savaş uzun sürdü fakat sivil halk fazla zarar görmedi.
Beklenen gün geldi ve Rodrigez Marzil’ i düelloya davet etti.
—Kurtuluşun yok Marzil, ya sen öleceksin bu gün, ya da ben.
—Kendini bilmez basit bir adam bana karşı nasıl öyle konuşabilir dedi Marzil.
Kendisi gelmek yerine ordusunu kışkırttı.
O anda Marzil’den umudunu kesen Rodrigez büyüsünü kullanıp hücum emrini verdi.
İki orduda tam anlamıyla birbirine girdi.
Rodrigez ‘in askerleri akşama kadar biçtiler.
Rodrigez’de ateş topu olup aralarında dolanınca gökyüzüne koyu bir duman yükseldi.
Fakat ne kadar kırarsan kır ordu tükenmek bilmiyordu.
Çünkü Marzil’ in adamları dünyadan gelenleri topladıkları gibi başka yerlerden de adam topluyorlardı.
Silah fabrikalarıysa gece gündüz çalışıyordu.
İki dağın arasından dağların büyüklüğünde bir kurt başı göründü.
Ön ayaklarını uzatıp başını ayakları üzerine koyup savaşı cepheden izlemeye aldı.
O anda savaşı herkes unuttu.
İki tarafta başını kurttan yana çevirdi.
’Demek ki zaman bu güne yazılmış’ dedi Rodrigez.
Hayaletler telaşa kapıldılar.
Çünkü daha önce böyle bir şey görmemişlerdi.
Rodrigez ‘in ordusu da telaşa kapıldı fakat Rodrigez haberi hemen uçurdu ’O bizimle birlikte’
Hayaletler geriye çekilip haberi anında Marzil’le ulaştırdılar.
Marzil saçını basını yolmaya başladı.
Çünkü bu Aki’ den başkası olamazdı.
Demek ki Aki Kral Hamdi’yle birlikteydi.
Bu iş bitti dedi ama fark ettirmedi.
Aki önce bir uludu ve yeri bir kez daha sarstı.
Ve ağzını açınca açılan ağızdan yüz binlerce kurt saldırıya geçti.
Zaten Aki onları zor zapt ediyordu.
Aslında onların hepsi birer Aki’ ydi.
Yani onlar Aki ’nin bedenleriydi.
İçlerinde yaşayan sadece Aki ’in kendisiydi.
Kurtlar saldırıya geçince hayaletler kaçıp kurtulma fırsatı bulamadılar; çünkü havadan da karadan da kuşatılmaya alınmışlardı.
Öyle bir savaş oldu ki, tam bir haftada temizleyebildiler.
Aki dağ gibi bedeniyle doğru Marzil’in sarayına yürüdü.
Saraya geldiğinde normal haline döndü.
Marzil bir deliğe saklanmıştı.
Aki onu delikten çıkardı ve saygıyla önünde eğildi.
Halbuki Marzil Aki’nin kendisini çiğ çiğ yiyeceğini sanıyordu.
Aki bedeninden bir kurt bedeni çıkardı.
Marzil kurt bedenine girince anlaşmaları daha kolay oldu.
Aki, Marzil’ in yanına bekçiler katarak onu kurtlarla birlikte Kanada’ya gönderdi ve kurtlara tembihledi.
—Çok değerli birisidir kendisine iyi bakın orada.
Kanadalı kurtlar Marzil’i alarak yola çıktılar.
Bazı kurtlar Kanada’ya dönmek istemediler.
Aki onları uyardı.
-Bakın eğer Kanada’ya dönüp oradaki bedenlerinize girmezseniz o zaman ne idüğü belli olmayan bir hastalık gelir ve bedenleriniz ölür.
O zaman sizler de bu bedensiz serseri hayaletlere dönersiniz.
Çoğu döndü fakat bazıları dönmediler; çünkü orası çok güzel bir yerdi.
Hayatin en güzeli oradaydı.
Gidenlerin arkasından ’Zamanınızı doldurupta gelin,’ dedi Aki.
Sonunda Kanada’ya bir hastalık geldi ve dönmeyenlerin bedenlerini yakıp kuruttu; çünkü o bedenlerin içerisinde hastalığa karsı koyacak güç yoktu.
Tabi bilim adamları bu işi anlayamadı.
Ve acele bir ilaç bulmaya çalıştılar.
Hem ünlenip hem de zengin olacaklardı; fakat bu sefer ilacın kod numarasına para yatırmadan elde etmeye kalkıştılar.
Kod numarasını almaksa çok pahalıydı.
Kral Hamdi, rezil ve gereksiz bir savaştan kurtulmanın mutluluğunu vatandaşlarıyla paylaştı.
kırk gün, kırk gece eğlendiler.
Vergileri yüzde yirmi düşürdü.
Silah fabrikalarını ev aletleri üreten fabrikalara dönüştürdüler.
Rodrigez yazarlığa soyundu.
Aki ise kurtlarını da yanına alarak uzaklarda bir dağın arkasına çekildi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.