- 303 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yolculuk
HAYATTAN KESİTLER –II
YOLCULUK
14 Ekim 1986 Salı günü Kilis’te Özyurt Sinemasında sade bir nikâh töreniyle otuz dört yıl bir yastığa baş koyduğum eşim Miyezen’le evlendik. Bir hafta Kilis’te kaldıktan sonra yeni görev yerim olan Erzurum’a gitmek üzere hazırlıklara başladık. Evi ve eşyalarımızı toparladıktan sonra ayarladıkları aracı göndermeleri için Yavuzeli’nde bulunan annemle babama haber verdik. Babam, hem komşumuz hem de aile dostumuz olan Hacı Zekeriya Korkmaz’ın minibüsünü kiralayarak Kilis’e gönderdi. Kardeşlerimden benim bir küçüğüm olan Ali de Hacı Zekeriya amcayla birlikte Kilis’e geldi. Zaten önceden hazırladığımız eşyaları arabaya yükledik. Yakınlarımızla vedalaşarak akşamüzeri saat on sekiz otuz sularında yola çıktık. Gaziantep, Doğanşehir, Malatya, Bingöl istikametinde yolumuza devam ediyorduk.
Zekeriya amca en kısa yolları hesaplayarak zaman zaman ana yoldan çıkıyor, ara yollara sapıyordu. Hanımla ben şoförün yanındaki ön koltukta, kardeşim Ali de arkada, eşyaların arasında küçücük bir yer açarak araya sıkışmış oturuyordu. Çok zaman uyuklayıp ara sıra uyanıyorduk. Dışarısı ıssız ve soğuktu. Yolda bizden başka araç göremiyorduk. Arabanın içi sıcacıktı ama en ufak bir arızada donma tehlikesiyle karşı karşıya olabileceğimizi düşündüm. Ben bu düşleri kurarken tam karşımızda parlayan yön işaretinde Kangal yazısını görünce Sivas il sınırına geldiğimizi anladım. Bu arada Zekeriya amca, Kangal cinsi köpeklerin burada yetiştirildiğini dünyaca ünlü, sadık ve aynı zamanda güçlü bir köpek cinsi olduğunu anlatıyordu. Merakla dinledikten sonra uyuyakalmışım.
“ Kimliğinizi verir misiniz?” sesiyle uyandık. Polisler yolda kimlik yoklaması yapıyorlardı. Biraz uykulu olmanın verdiği rehavetle biraz da telaşla kimliklerimizi uzattık. Dikkatle kimlikleri incelerken bir yandan da yüzümüze bakıyorlardı. Kimliklerimiz ellerinde olduğu halde arabamızdaki yükün ne olduğunu sordular. Zekeriya amca ev eşyası olduğunu söyledi. Ben de öğretmen olduğumu ve Erzurum/ Hınıs’a gideceğimizi söyledim.
– Madem öğretmensiniz o halde yolunuz açık olsun. Hayırlı yolculuklar
diliyoruz, dediler.
Ben de onlara teşekkür edip yolumuzun üstünde, yakınlarda bir lokanta olup olmadığını sordum.
– Zaten Solhan’a geldiniz, iki kilometre ileride sağdaki lokantayı kolaylıkla
görürsünüz, dediler.
Teşekkür edip ayrıldık. Şafak atmış, sabah olmuştu. Küçük bir yerleşim birimi olan Solhan’a gelmiştik. Solhan, Bingöl’e bağlı şirin bir ilçeydi. Yolun her iki yanını kavak ağaçları süslerken kavakların üzerindeki kargalar cıyak cıyak ve kulak tırmalayan tiz sesleriyle bağrışıp duruyorlardı.
Zekeriya Amca:
– Burada kahvaltı yapabiliriz, bir kenara çekelim de karşıdaki lokantaya gidelim, diye seslendi.
“- Bakalım inşallah temiz bir yerdir.” diye mırıldandım. Arabayı bir kenara çektikten sonra hep birlikte lokantaya girdik. Garson bizi güler yüzle karşılayarak oturacağımız masayı gösterdi. Elimizi, yüzümüzü yıkadıktan sonra hep birlikte oturduk. Ben etrafı incelemeye başladım. Camlar temiz ama buğulanmıştı. Dışarısı pekiyi görünmüyordu. Duvarlarda birkaç soluk tablo, kadranı durmuş eski bir saat, ortada bir soba, ağzından çıngılar ata ata yanıyordu. İçerinin mistik bir havası vardı. Bu arada kapıdan içeriye çam yarması gibi uzun boylu bir adam girdi. Öylesine uzun ki yanından gelip geçen diğer insanlar çok güdük kalıyordu. Kesin iki metrenin üzerinde bir boyu vardı. Bir süre belli etmeden bu adamı izledim, sonra çorbalarımız geldi. Taze ve sıcacık çorbalar içimizi ısıtmaya yetti. Üzerine de birer açık çay ikram ettiler. Çaylar her ne kadar damak zevkimize hitap etmediyse de sıcak sıcak içmek iyi geldi. Yolun yorgunluğu ve rehaveti üstümüze çökmeye başladı ki Zekeriya amca kalkmamız gerektiğini söyledi. Hep birlikte kalktık, hesabı ödedik, arabaya binip yola koyulduk.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Bingöl/ Çat üzerinden, Hınıs’a gelebildik. Hınıs’a geldiğimizde öğleye doğruydu. Yemek yemeye ve burada da oyalanmaya tahammülümüz kalmamıştı. Onun için oyalanmadan çarşıdan biraz ekmek, domates, biber gibi sebzelerden alarak yolumuza devam ettik. Ben daha önceden köye gelip lojmanı badana, boya yapıp evi oturulabilir hale getirdiğim için yolları iyi biliyordum. Köyümüz Ortaköy Hınıs’a on üç kilometreydi. Yolumuz toprak ve çamurluydu. Zekeriya amcanın usta şoförlüğü sayesinde bu zorlu yolu da aşarak köye geldik. Köy iki parçadan oluşuyordu. İki mahalle arasında buz gibi berrak suları bulunan Baş Köy çayı akıyordu. Baş Köy Çayı, adını bir üstteki köyden almış, yörenin en güzel alabalık bulunan çayı olduğunu daha önceki gelişimde söylemişlerdi. Çayın bu tarafında, Guzulgurt Dağı (Kızıl Kurt Dağı), eteğinde sekiz on hane ev diğer tarafında ise dik yamaçları olan zorlu bir dağ yolu ve dağın yamacında yirmi otuz hane evle birlikte okul vardı. Buraya, hafif bir yağış olduğunda yollar çamurlu olduğu için yalnız kağnılar ve traktörler gidebiliyordu. Bizim minibüs de orada kaldı, gidemedik. Neyse ki köyde bir traktör vardı. Sağ olsun sahibi getirdi, minibüsteki eşyaları traktöre yükledik. Zekeriya amcayla kardeşim römorka, eşyaların yanına, hanımla ben de traktörün teker üstü özel demir koltuğuna bindik. Hanımın elinde benim Bond çantam ile kırılmasın diye dikkatle tuttuğu gaz lambasının camı vardı. Bu arada düşmemek için traktörün çamurluğuna adeta yapışıyor gibiydik.
Köye girişimiz gelin alayı gibi oldu. Tüm köylüler bizi seyre çıkmışlardı. Sokaklardan ilerlerken köyün köpekleri de ağız birliği etmişçesine hep birlikte havlıyorlardı. Köy halkı, kadın erkek herkes lojmanın önüne kadar bize eşlik ettiler. Bazı genç kızlar köşe başlarında eğilerek eşarbın ucuyla burunlarını ve ağızlarını kapatmış bizi izliyorlardı. Ne de olsa köylerine bir öğretmen ve yeni bir gelin gelmişti. Bizler ise hem heyecanlı hem de şaşkındık. Hep birlikte traktörün üzerindeki eşyaları indirip yerleştirmemize yardımcı oldular. Herhangi bir ihtiyacınız olduğunda çekinmeyin, komşularımız çok iyidir. Allah rahatlık versin deyip gittiler.
Çok yorulmuştuk. Akşam olmak üzereydi. Evin içi pek düzenli değildi. Hanım bize alel usul bir domatesli pilav hazırlamıştı. Afiyetle yedikten sonra hemen peşine çayları da hazır getirince Zekeriya Amca :
– Aferin yeni gelin kızım, bundan böyle gözümüz arkada kalmaz. Gidince kayınvalidene söylerim. Gelinin aslan gibi vallahi. İşçiman, oğluna da iyi bakıyor, üzülme derim, dedi.
Hanım, biraz utanmayla karışık tebessüm ettikten sonra çaylarımızı doldurdu, yudumlamaya başladık. Bardaklar boşaldıkça doldurma görevini kardeşim Ali üstlenmiş, hanım çıkan bulaşıkları yıkamaya koyulmuştu. Hayatımın en tatlı çayını içiyordum. Hem kendi evim hem ilk misafirlerim, Zekeriya amcayla kardeşim Ali.
Sabah erkenden uyandık. Aceleyle kahvaltıyı hazırladık. Kahvaltıda peynir, zeytin, reçel vardı. Memleketten ancak bu kadarı getirebilmiştik.
Zekeriya Amca:
–Kahvaltıyı yapar yapmaz bir an önce yola çıkmalıyız, dedi.
Kahvaltıyı yaptıktan sonra birer keyif çayını bile aceleyle içtiler. Misafirlerimiz, yolcu yolunda gerek bize müsaade diyerek kalktılar.
Kardeşim Ali:
– Ne güzel bir köy, şanslısınız, hiç üzülmeyin derken sesi çatallaşıyor; üzüntüsü gözünden okunuyordu.
(Daha sonraki yıllarda sizi, o dağın başına ıssız derelerin içine bırakıp dönerken çok üzülmüştüm diyordu.)
Onları yolcu ettikten sonra evin içinde epey çalıştık. Köydeki çocuklar bize çeşmeden su taşıdılar, ufak tefek işlerde yardımcı oldular. En sonunda kafamıza göre bir düzenleme yapabildik. Daha sonra sıfır kireç oranı olan suyundan bir çay demledik, küçük Delta el radyomuzdan Erzurum Radyosu’nu dinlerken çaylarımızı öyle yavaş yudumluyorduk ki yorgunluktan demlik duvarın dibinde radyo açık uyuyakalmıştık.
Memik Kömekçi
16.09.2020 (Kilis)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.