- 347 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HAYATIN KAPISINI ARALAMAK
Hayallerinizin, hayatınıza dönüşmesi veya hayatımızın hayallerimizle örtüşmesi her
insanın arzu edeceği, yadsımayacağı bir şey olmalı. Nihayetinde çoğumuz gelecek adına türlü koşullarla ümit bağladığımız hallerimizin peşinden koşuyoruz istemesek de. İsviçreli Teolog Carl Bard bu konuda “Kimse geçmişe gidip, yeni bir başlangıç yapamaz ama
herhangi biri şimdiden başlayarak yepyeni bir son gerçekleştirebilir.” der. Her yeni günü
hayatın yepyeni bir sayfası gibi düşünmek gerektiğine de işaret eder. Dün bir daha geri
gelmeyecek ve yarın içinse daha erken. O halde elimizde kalan şey “yaşadığımız an” olmalı
değil mi?
Yeni bir başlangıç yapmaya ve her yeni şafağa daha ivmeli kalkmamıza vesile olan
nedir? Hayatın ne kadar içindeyiz veya hayatımızı ne denli anlamlı yaşayabiliyoruz? Hayatın
içindeki özne olarak biz, kendimizle barışık mıyız? Kendi sınırlarını keşfedebilmiş, varoluşunun anlamını sorgulayarak doğru cevaplara ulaşabilmiş, hatalarının da doğrularının da bilincinde olabilen ne kadar da az insan vardır oysa. Kimileri narsizmin ne olduğunu bilmez ve fakat esaslı bir narsist olarak yaşar, kimileri de dahiyane bilgi ve becerilerini yansıtabilecek zemini bulamaz. İkinci bir kere verilmeyecek “hayat” ödülünü veya şansını ne şekilde olursa olsun doğru kullanmak bu anlamda tercih ötesi bir durumdur kuşkusuz. Otobüsün asla gelmeyeceği bir yolda günlerce beklemenin ne anlamı olabilir ki.
İnsanlara yaşadıkları ana dair mutlu olup olmadıklarını sorsaydık, büyük bir çoğunluğun
bu hazzı hayatın sonraki adımlarına öteledikleri “Haftaya şunlar olduğunda, seneye emekli
olursam ya da okul bitince inşallah,… vb özünde hep sonraya ötelenen sözler dillendirilir
sanırım. İyi de, okulu gerçekten bitireceğimizin, haftaya dek sağlıklı kalacağımızın veya
emekli olabileceğimizin bir garantisi var mıdır? Buradan çıkarımımız, hayatın ertelenemez bir
yanının olduğudur kanaatindeyim. Onu ne bir film şeridi gibi geri sarabiliriz ne de ileri
alabiliriz. An, yaşamakta olduğumuz, hissettiğimiz, kendimizi onun içinde ne denli
görebildiğimizdir oysa.
Yurdun bir ucundan ta öteki ucuna üstelik eski nesil bir trenle yolculuk yapacak olsak,
bu durum farklı bireylerde farklı yankılar uyandırır ve ona göre de sonuçlar da doğururdu
muhtemelen. Böylesi bir deneyimi olmayan, hayat sevincini daima koruyabilmiş içimizden
birileri için bu yolculuk, hayatını görsel, işitsel ve kültürel anlamlarda zenginleştirebilecek
pahasız bir fırsat olabilir. Günün rutinleri içinde hayatı sürekli öteleyen, zamanla adeta
inatlaşarak yarışan diğer bireyler içinse bu durum; uzunluğu, en az iki ve belki de üç güne
malolacak adeta eziyetmiş gibi algılanabilir. Hayat neşesi yerinde olan bu seyahatte her anı
doyumsuz şekilde yaşar ve anıları biriktirirken, diğeri ise bu yolculuğun en kısa sürede
bitmesini isteyerek; ne doğan günün güzelliğini, ne yağmur tanelerinin raksını ne de erken
vakitte köyden otlaklara açılan neşeli hayvan sürülerinin sunduğu doyumsuz manzaranın
keyfine varabilir. Sözün özü, içimizden birileri hayatı yaşıyormuş gibi yaparak ıskalar,
diğerleri ise o anın gerektirdiği duyguları, düşünceleri serbest bırakır ve anı yaşar. Siz, hangisi olmak isterdiniz?
İnsanların önünde daha iyi yaşamak, gerçekten yaşadığını fark etmek gibi esaslı
sorunların tam da karşısında, bunlara ne engeldir ki sorusu durur hep. Bu soruya kimileri;
mesleki sorumluluklarının fazlalığını, kimileri maddi sorunlarını ve bir kısmı da kendilerine
yeterince güven duymadıklarını ifade ederek cevap verir. Bu cevaplar, sadece kendini
kandırmak adına bahanalerdir aslında. Kitap okuduğunda kendini iyi hisseden birinin, her
defasında buna zaman bulamadığını söylemesi, hafta sonu balık avlamak için erken
kalkamadığından hayıflanan diğerinden ne farkı vardır ki. Kendimiz olabildiğimiz anlardaki
mutluluğumuz, kendimizi hayatın içinde gördüğümüz anlamına da gelir.
İnsanların asıl mücâdelesi ne meslekdaşlarıyla, ne amirleriyle, ne statüleriyle ve
rolleriyle ve ne de maddi pozisyonlarıyla ilgilidir. Asıl sorun insanın kendisidir. Hayatı
doğru algılamayan, kendi sınırlarını bilmeyen, potansiyellerinin farkındalığında olmayan ve
hedeflerini belirlememiş bizler, hayatı da sürekli ıskalar şekilde tüketiyoruz sanırım.
Zihnimizde kurguladığız “o günler elbet gelecek” tesellisinden kurtulmanın zamanı gelmedi
mi sizce de? O gün dediğimiz, niçin bugün olmasın?
Sırtımızda adeta bir kambur gibi duran karamsarlığımız ve bizim kendimizi
yansıtmamıza engel teşkil eden rutinlerimiz, belki de kabuğumuzu kırmamıza engel olan bu
şehir, insanlar ve her ne ise onlardan da kurtulmak gerekebilir yeniden başlayabilmek için.
Size onca zaman bir şeyler katamamışları halen sırtnızda ve zihninizde, duygularınızda neden taşıyasınız ki.
Bir boş peteğe benzetilen hayatımızı sportif, sanatsal, kültürel, mesleki, insanî ne de çok
şeyle doldurabiliriz oysa. Başkalarının yüzünde tebessüm olabilmek, artılarını da eksilerini de
kabullenip hayatın , nimetlerini de paylaşabilecek cüreti göstermektir. Yeni bir günde; gerektiğinde sırılsıklam ıslanmak, hatalar yapabilmek, kiminde gülmek, ağlamak, kiminde alkışların öznesi olabilmek; asla pişmanlık duymadan doğru bildiği yoldan yürümek, bakmak değil görmek, izlemek değil sadece dokunmaktır hayat. Muşlu, mışlısıyla değil, şimdiki
anın cümleleriyle üstelik.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.