- 384 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Tophanedeki Sessizlik
TOPHANEDEKİ SESSİZLİK
(hikâye)
Şehir arkada kaldıkça top sesi de gitikçe uzaklaşıyor, garip boğuk bir uğultuya dönüşüyordu. Kadın ormanın derinliklerine doğru kaçıyor, sanki orada her türlü tehlikeden uzak kalacağına inanıyordu. Göğsüne sıkı sıkı bastırdığı yavrusunu düşman mermisinden korumak için var gücüyle kaçıyordu. Ormanın ortasına doğru uzanan toprak yol çoktan bitmişti. Şimdi nereye doğru koşsa, her beş adımda bir ağaçla çarpışıyor, yönünü değiştiriyor, yine de Tophane’nin uykusu kaçmış sakinleri – ağaçlar yolunu kesiyordu. Birden öyle bir yere vardı ki, ormanın bu kadar sıklığında nasıl hareket edeceğini bilemedi. Sanki bir anlık düşünme kabiliyetini yitirdi. Her taraf ağaçtı. Alacakaranlıkta ağaçlar topluluğunun arkasında sık bir çalılık vardı. Çalılığa doğru adımladı. Tophane ormanına kuş uçsa duyulacak ağır bir sessizlik çökmüştü. Adımlarının gazelleri hışırdatan sesi bu sessizlikte daha net işitiliyordu. Kendi adımlarının sesinden ürktü, bu sesin onu ele vermesinden çekindi. Durdu. Ürkek-ürkek etrafa göz gezdirdi, yerinde döndü. Lakin umulmadık bir anda arkadan, çalılıktan uzanan bir el koluna yapıştı, başka bir el ağzını kapayıp onu çalılığın içine çekti. Korkudan içinde birşeyler kırıldı. Yüreği parça parça olup ayağının dibine düştü sanki. Bu an yavrusunu elinden alacaklarmış gibi göğsüne daha sıkı bastırdı. Ansızın kulağında hissettiği sıcaklık ana dilinde fısıldadı:
– Korkma, bizimkilerdir. Sessiz ol, ağzını açıyorum. Sesin çıkarsa hepimizi ele vereceksin.
İri, çatlak-çatlak erkek parmakları yavaş-yavaş açıldı. Elin var gücüyle sıktığı ağzının kenarlarında uyuşukluk ve ağrı hissetti. Çevresinde birçok erkek, kadın ve çocuk gördü. Kadınlar ve çocuklar erkeklere nazaran çok idi. Ama denilebilirki en küçük çocuk onunkiydi. Bebeğin yüzüne baktı, gözleri ışıldıyordu, annesi ise onu uyumuş biliyordu. Şaştı kaldı, uyumamış olduğu halde sesi bile çıkmamıştı. Her zaman uyanırken ağlardı. Sanki yaşananları altı aylık bebek de içgüdü ile hissediyordu. Sessizce bakıyor, her zamanki adetini, uyanınca süt isteme “feryadını” unutmuş gibi görünüyordu.
Dallarla sarılmış çalılıkta idiler. Dallar o kadar sıktı ki, sanki ormanın ortasında örülmüş duvar gibi onları yabancı gözden koruyordu. Düşman takipte idi. Kısa süre sonra Ermeni dilinde sözler geldi kulaklarına. Hiçbirini anlamadılar. Ama sesler çok öfkeli, acımasız idi.
– Arayın! Uzağa gidemezler. Köpeoğulları, hiçbirinizi sağ bırakmayacağım... – bu sözleri ise bozuk bir lehçe ile bizim dilimizde söylediler.
Büyükler, sesi çıkmasın diye çocukların ağzını kapatmışlardı. Genç kadın da korkunun etkisiyle bebeğinin ağzını kendi de bilmeden öyle sıkı kapamıştı ki, çocuk sık-sık başını hareket ettirerek onu sıkan bu mengeneden kurtulmaya çalışıyordu. Lakin el gittikçe daha sıkı kapanıyordu. Bebek başını hareket ettirmekten yorulup sabit durdu. Şimdi her ses, her hareket, duyulacak nefes bile ölüm demek idi. Hepsi nefesini içine çekip tehlikenin ne zaman savuşacağını bekliyordu. Kimi ayakta, kimi yerde oturur vaziyette donup kalmıştı. Kimsenin tüyü bile kımıldamıyordu. Bir ara sesler çalılığa kadar gelip durdu. Hepsinin yüreği ağzına geldi. Ama Allah’tan vadeleri yetmemiş. Bir ses, inandırıcı bir tonla, burada kimsenin olmadığını söyledi ve onları ormanın başka bir bölgesine bakmaya yönlendirdi. Ölüm saçan sesler ve adımlar uzaklaştı. Hepsi derin bir nefes aldı. Çocuklar ağızlarını kapayan demir parmakların mengenesinden kurtuldu. Lakin yine de korkudan kimse konuşmuyordu.
Etraf o kadar sessizdi ki, soğuk akşam yelinin kımıldattığı yaprakların sesi çok net işitiliyordu. Kadın hâlâ bebeğin ağzını sıkı-sıkı tutuyordu. Çocuğun gözleri kapalı idi. Anne bebeğin bu gergin ortamdaki rahat uykusuna sevindi. Elini onun ağzından çekti. Adamların eli boş, silahsız oldukları için öfkesinden kapkara kesildiği, kadınları korku ve çaresizlikten bütün vücudununun titrediği vakitte yegane yol sessiz, ihtiyatla ilerlemek idi. Sonra ne olacaktı? Grup yoluna devam ediyordu. Ormanın bitiminde kurtarıcı helikopterin onları beklediğinden haberleri bile yoktu. Artık hava iyice kararmıştı. İlerlemek ne kadtar zor olsa da karaltıları farketmek mümkün idi. Aklı yeten çocuklar korka-korka arada bir fısıltıyla soruyorlardı: -Gelmedik mi? Soru her seferinde havada kalıyor, ya da “Sus!” sesi ile cevaplanıyordu. Çünkü bu sorunun cevabını kimse bilmiyordu.
Ormanın bitimine ulaştılar, belki de hayatlarının sonuna, yahut aksine, yeni bir hayatın başlangıcına, bunu da kimse bilmiyordu. Açıklıkta, düzlüğün ortasında helikopteri görünce, ilkönce durakladılar, sonra kapısında duran askerin ana dillerinde kelimelerine, sesine doğru kanatlandırlar. Koşmaya değil, hepsi helikoptere dorğu uçmaya başladı. Genç anne sanki melek kanatları taktı, hepsinden önce helikoptere ulaştı. Askerlerin yardımıyla halat merdivenle çıktı. Oturup yerine yerleştikten sonra bebeğin yüzüne baktı, çocuk hala uyuyordu, yol boyu hiç uyanmamıştı denilebilir. Eliyle bebeğin yüzünü sıvazladı: -Can kuzum, donmuşsun - dedi – Şükür, biz selametteyiz, zavallı baban... – sözünün ardını getiremedi, esir düşen kocasının akibetini düşününce gözyaşlarına boğuldu, yürek yakan hıçkırıkla ağladı. Sonra bebeğini uyandırmaktan çekindiği için sesini içine çekti. Ama çocuk taş gibi yatıyordu. Ne helikopterin pervanelerinin uğultulu sesi, ne de telaşla içeri doluşan insanların hay-huyu çocuğu uyandırmadı. Anne bebeğin ağaran benzini sanki şimdi gördü. O, nefes almıyordu. Bedeni sertleşip donmuştu. Hiçbir uzvu kıpırdamıyordu. Bebek ölmüştü. Anne düşmandan korumak için sinesine bastırdığı, Ermeniler duyup gelmesinler diye sesi çıkmaması için ağzını sıkı-sıkı kapattığı bebeğini bilmeden kendi eliyle katletmişti. Telaştan, korkudan, bebeğinin burnunu da kapatmış, o havasızlıktan boğulmuştu. Havaya kalkmakta olan helikopterden tüyleri diken diken edici hıçkırık sesi geldi. Bu sesten Tophane ormanının sessizliği ürktü.
Hedefe ulaşıldığında askerler cesedi defnetmek için annenin kucağından zorla koparıp aldılar. Dertli kadının sanki dili tutulmuştu. Ne ağlıyor, ne de seslenip konuşuyordu.
O zamandan yıllar geçti. Karabağ uğrundaki savaş bitmese de, kanlı çatışmalara ateşkesle ara verilmişti. Cephe bölgesinde sık-sık ateşkesi bozsalar da, şehitler vermeye devam etsek de, Bakü’de sessizlik hakimdi. Şehrin sokaklarında bir kadın her sabah erkenden biryerlere yetişmeye çalışıyor. Sağ eli bilekten kesilmiş (söylendiğine göre eli ekmek fabrikasında tezgahın altında kalmış, ama tesadüf mü, kasıtlımı, kimse bilmiyordu, bu bir vakit bebeğinin ağzını kapayan eli idi), siyah saçları vakitsiz ağarmış tüm görünüşünden gam keder yağan dertli bir kadın sabahın erken vaktinde sessizliğe bürünmüş sokaklarda yalın ayak yola çıkıyor. Akşama kadar kah metroya giriyor, kah otobüs peşinde koşuyor, aradığı adrese ulaşabilirmi ki, bilmiyor. Akşam karanlık çöktüğünde sıkıntı içinde eve – göçmenlerin barındığı öğrenci yurduna dönüyor.
Aklını yitirdiği için herkesin haline acıdığı bu kadın hala uzun yıllar, belkide ömrünün sonunadek savaşın elinden aldığı sevgisi, kardeşleri, yegane ümidi ve son sığınağı olan bebeği, gençliği, güzelliği, mutluluğu için hergün böylece yola çıkacaktı. Hergün gezip-dolaşıp yorulacaktı, sıkıntı içinde geri dönecekti. Ama kaybettiği saadet geri gelmeyecekti. Çok uzaklarda kalan Tophane ormanının derin sessizliği belki asırlarboyu bu kadının ölen dünyasına yas tutacaktı.
Çeviri: Alpaslan Demir