- 673 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AMELDE HENEFİ MEZHEP İMAMIMIZ İMAM-I AZAM EBU HANİFE RH.A.HZ.LERİYLE ALAKALI MENKIBELER.....
Amelde Hanefi Mezhebi İmamımız,büyük İmam Ebu Hanife Hazretlerinin Menkıbelerinden bir demet sunmak istiyorum.
İmam-ı Azam Rahmetullahi Aleyh ve Dehri:
Ebu Hanife hazretleri, Hanefi Rahmetullahi Aleyh Mezhebi’nin kurucusudur. Yaşadığı dönemde Müslümanlar arasında "İmam-ı Azam" yani "En Büyük İmam" lakabıyla tanınmıştır.
Müslümanlara imamlık etmiş, İslam’ı tebliğ etmek ve Allah’ın hükümlerini insanlara açıklamak için hayatı boyunca mücadele etmiştir. İmam-ı Azam Rahmetullahi Aleyh’in, Allah’ın varlığını ispat ve tebliğde kullandığı en önemli yöntem ise iman hakikatleri olmuştur. Pek çok fıkıh meselesini çözmüş, halledilemeyen pek çok meseleyi halletmiştir.
Bağdat Şehrine bir gün bir Dehri (ateist-tabiatçı) gelir. Halkı toplayarak ben Allah’ü Teâlâ’ya inanmıyorum. İnanan varsa gelsin bana ispat etsin. Allah’ı göstersin der. Zamanın âlimleri toplanırlar istişare ederler ve derler ki: Bu işi çözse çözse İmamı Azam Ebu Hanife Rahmetullahi Aleyh çözer.
İmam-ı Azam Rahmetullahi Aleyh’e haber gönderirler. “Ben geleceğim beklesin!” der.
Dicle Irmağı’nın karşı sahilinde oturan Ebu Hanife Rahmetullahi Aleyh’in tartışma saatinde yerini almamış olması, "Dehri"nin ve kalabalığın zihninde değişik sorulara neden olur. Herkes merak içindedir... "Neden gelmedi? Korktu mu? Delil mi bulamadı?”
İmam Azam Rahmetullahi Aleyh, belirlenen saatten biraz geç gelir. Dehri, son derece moral kazanmış, küfür ve gururu daha da artmıştır. İkide bir "Sizin bilgininiz korktu da gelemedi!" Demeye başlar.
Ebu Hanife Rahmetullahi Aleyh, gecikmesinin sebebini anlatmaya başlar: "Karşı sahilden bu tarafa geçebilmek için bir vasıta bulamadım. Beklemeye başladım. Belki bir kayık gelir binerim! Diye düşünüyordum. O esnada birkaç ağacın birdenbire devrildiğini gördüm.
Devrilen ağaçların kendiliğinden kereste, kerestelerin kendiliğinden tahta, tahtaların kendiliğinden kayık olduğuna şahit oldum. Kayık gelip önümde durdu. Kayığa atlayarak karşıya geçtim. Az geciktim ama kusura bakmayın!" der.
Dinleyenler bu sözlere bir mana veremezler. Tabiatçılığı savunan, her şeyi tabiatın var ettiğine iddia eden Dehri, gülmeye başlar.
Ve der ki; “Sizin bilgin dediğiniz delinin teki… Hiç ağaç kendiliğinden yıkılır mı? Haydi, yıkıldı diyelim kendiliğinden önce kereste, sonra tahta, sonra kayık olur mu? Bunlar deli saçmaları… Yarışmayı ben kazandım!” Diye nara atar.
İmam Azam Rahmetullahi Aleyh gülerek şöyle der:
"Behey ahmak ateist, bir küçük kayığın bile kendiliğinden, yapıcısı ve sanatkârı olmadan meydana gelebileceğini kabul etmiyorsun da, nasıl oluyor da, bu muazzam kâinatın bir yapıcısı, bir yaratıcısı olmadan kendiliğinden oluştuğuna inanıyorsun? Kâinat kâinatın değil, Allah’ü Teâlâ’nın eseridir.
Zerreden küreye seni, beni her şeyi yaratan ve her an varlıkta durduran Allah’ü Teâlâ’dır.” Mat olan Dehri utancından mosmor olur ve oradan hızla uzaklaşır.
***
İmam-ı Azam Hazretleri vefat ediyor: Rüyada görüp halini soranlara, “Rabbım beni affetti” diyor. “İlmin sayesinde mi? Amelin sayesinde mi?” diyorlar. “Hayır, hayır! Müslümanların hakkımdaki hüsn-i zanları sebebiyle... Allah onları nazar-ı itibara alarak beni affetti” diyor.
Ve birisi İmam-ı Azam Hazretlerine geldi: “Seni seviyorum ya İmam!” dedi. İmam-ı Azam biraz durdu, düşündü sonra da adama: “Beni elbette seversin. Beni sevmene mani ne var ki? Çünki sen, benim ne komşumsun, ne de amcamın oğlu akrabamsın” buyurmuştur. (Tabakatü’l-Kübra Tercümesi, C. 1, S. 202)
***
İmamı Şafii’nin talebelerinden biri olan Yunus ile müzakere yaptığı bir meselede ihtilafa düşer. Öyle ki, talebesi öfkesinden dolayı dersi terk eder ve evine gider. Akşam olunca, Yunus kapısının çalındığını fark eder.-"Kim o?" der.
Kapıdaki kişi,-"İmamı Şafii." der.
Yunus, kapıyı açar ve Imam Şafii’nin kapıda beklemekte olduğunu görür. Hocasının ayağına kadar gelmesine şaşırır.İMAMI ŞAFİİ der ki;-Ey Yunus, bizi birleştiren yüzlerce mesele dururken bir mesele mi bizi ayıracak?
-Ey Yunus, yaptığın ve üzerinden geçtiğin köprüleri yıkma! Bir gün o köprüden geri dönmen gerekebilir!-Ey Yunus, hatadan nefret et, ama hataya düşenden nefret etme!.-Bütün kalbinle günaha öfkelen, ama günahkara acı, ona merhamet göster!.
-Ey Yunus, sözü eleştir, ama sözü söyleyene saygı göster!.-Ey Yunus, görevimiz hastalığı tedavi etmektir!.Hastayı yok etmek değil...!!!."
***
İmam-ı azam ve Dehri (Maddeci) birisinin tartışması:
Yine rivayet olunduğuna göre, Bağdad’a Rum diyarından bir Dehri (maddeci, ahirete inanmayanlar) gelip insanların inançlarını sarsmak için ilim adamları ile münazaralara (ilmi tartışmalara) girişiyormuş. Bütün Bağdat âlimleri bu dehri karşısında aciz kalıp sorularına cevap veremediler.
Yalnız görüşmediği âlim İmam Hammad kalmıştı. İmam Hammad ise, ben de gidip münazarada cevap veremeyip aciz kalırsam cahiller arasında İslâm inancı sarsılır korkusuyla münazara etmekten çekiniyordu. İmam Hammad bu düşünce ile muztarib (ızdıraplı, sıkıntılı) halde uykuya dalmış, gece rüyasında görmüş ki; bir hınzır gelmiş bir ağacın dallarım ve gövdesini yemiş, sadece kökleri kalmış.
Bu esnada o civarda bir arslan yavrusu çıkarak o domuzu parçalayıp öldürmüş. İmam Hammad bir korku içinde uykudan uyanmış, kederli bir durumda düşünmeye başlamış.
İmam Âzam Hazretleri o zaman onüç yaşında bulunuyordu. Hocası Hammad’ı kederli halde görünce sebebini sordu. İmam Hammad ona rüyasını anlattı. Bunun üzerine İmam Âzam rüyasını şöyle tevil etti (yorumladı):
“O gördüğünüz ağaç ilimdir. Dalları diğer âlimlerdir. Kökü zat-ı âlinizdir (yüce şahsınız-kendiniz) . Arslan yavrusu ise benim, inşallah o domuzu ben öldüreceğim” dedikten sonra hocası Hammad ile beraber camiye gittiler. O sırada dehrî gelip minbere çıktı ve münazaraya başlayarak karşısına çıkacak birini istedi.
Bunun üzerine Ebû Hanîfe karşısına dikildi. Dehrî yaşının küçüklüğüne bakarak onu küçümsedi. İmam Azam: “Ne sormak istiyorsan sor” dedi. Bunun üzerine dehrî İmam Âzâm’a şöyle sordu:
1-) “Başlangıcı ve sonu olmayan bir varlığın bulunması mümkün müdür? dedi. İmam Âzam tereddütsüz cevabında:
“Sen sayı bilir misin?” dedi. Dehri de :“Evet, bilirim, dedi.” İmam Âzam:
“Bir sayısından önce bir sayı var mıdır?” dedi. Dehri:“Bir sayıların evvelidir, ondan önce sayı yoktur,” cevabını verdi. Bu sözü karşısında İmam şöyle dedi:
“Bir sayısından evvel sayı olmaz da bir olan Allah’tan önce nasıl başka bir varlık bulunabilir?”
Bunun üzerine Dehri ikinci sorusunu sormaya devam etti:
2-) “Allah Teâlâ ne tarafa yönelmiştir?” Bu soruya karşılık İmam Âzam:“Bir mum yakınca onun ışığı ne tarafa yönelir?” dedi. Dehri:“Her tarafa yayılır” cevabını verdi. Buna karşılık İmam Âzam:
“Mecazî nur olan bir mumun ışığı her tarafı kaplar da göklerin ve yerin nuru olan Allah Teâlâ her tarafı kaplamaz mı? Bunun doğruluğu güneşten daha açıktır.” dedi.
Dehrî üçüncü sorusunu şöyle sordu:3-) “Var olan her şeyin bir mekâna ihtiyacı vardır. Buna göre Allah nerededir?” Bunun üzerine İmam Âzam bir kâse içinde süt getirerek:“Bu sütün içinde yağ var mıdır?” diye sordu. Dehrî:
“Evet, vardır.” cevabını verince İmam Âzam:“Yağ bu sütün neresindedir?” diye sordu. Dehrî:“Süt içindeki yağın belli bir yeri yoktur, sütün her tarafında yağ vardır.” dedi. Dehrinin bu cevabı karşısında İmam Âzam:
“Fâni ve zail olan bir varlığın belli bir mekânı olmuyor da Allah Teâlâ için nasıl bir mekân tasavvur edilebilir (düşünülebilir) ? Allah Teâlâ vardır ve O’nun varlığı her yeri kaplamıştır.” dedi.
Bundan sonra dehri dördüncü sorusunu şöyle sordu:4-) “Rabbin şimdi ne iş ile meşguldür?” İmam Âzam:
“Sen birkaç soru sordun, ben ise cevap verdim. Soru soranın yüksekte, cevap verenin aşağıda olması yakışmaz. Sen in de minbere ben çıkayım.” dedi. Bu söz üzerine dehri minberden aşağıya inip yerine İmam Âzam minbere çıktı ve:
“Benim rabbim, senin gibi bir kâfiri minber üzerinde lâyık görmeyip aşağıya indirmekte ve benim gibi bir Tevhid ehlini minber üzerine çıkarmaktadır.” cevabını verince dehrî cevap veremez duruma geldi ve pes dedi. Böylece İmam Hammad’ın gördüğü o rüya gerçekleşmiş oldu..
Fıkh-ı Ekber Şerhi-Al-i El Kari
***
Bir kadın İmâm-ı Azam Efendimizin dükkanından alış verişe gelmişti. Dükkandan kumaş alırken, kumaşı raftan indiren tezgahtar kadının duyacağı şekilde:"Allahümme salli alê seyyidinê Muhammedin ve alê êli Muhammed."
Demişti.
Bunu duyan İmâm-ı Azam Efendimiz, derhal tezgahtarın işine son verdi ve:"Kumaş satarken Rasûlüllah s.a.v Efendimizin mübarek ismini söyleyip ticaretine alet eder duruma düşmekten Allah’a sığınırım."Demişti.
Bu derece hassasiyet ancak öyle büyük bir imamda bulunabilirdi...
(Bu devirde dini, siyaset ve ticarete alet edenleri basiret sahipleri görebilir ve insanları uyarır.Kafa gözüyle bakıp kalbi de mühürlü olanlar ise ne görebilir ne de uyarana uyabilir.)
Bir tüccar İmâm-ı Âzam Ebû Hanife Hazretleri’ne sorar:~ Benim de atlarım, kervanlarım var, sizin de!
Ancak benimkiler, namaz kılarken beni çok meşgul ediyor, bir türlü onları düşünmekten kendimi alamıyorum! Siz kendinizi nasıl koruyorsunuz?
~ İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin cevâbı çok mânidardır:~ BEN ONLARI KALBİME DEĞİL, AHIRA BAĞLADIM!
***
İmam-ı azam ve akrep...
Imam-ı Azam Ebu Hanife Rahmetullahi leyh, talebeleri ile birlikte oturuyorlardı bir akrep Hazreti imamın bir tarafını soktu akrep yere düştü, talebeler akrebi öldürmek istedi .
Imam-ı Azam kendisinin Peygamberimizin sav. hakkında "Etleri zehirlidir" buyurduğualimlerden olup olmadığını sınamak için öldürmelerine mani oldu.
Birlikte akrebi gözlediler akrep gitgide zayif düstü ve sonunda öldü. İmam-ı Azam Elhamdülillah, dedi.
***
Hakem Olayı:
Düşüncelerini Müslümanların devlet başkanına isyan etme temeli üzerine inşa eden ve “Hakem olayından” dolayı başta Ebu Musa el-Eşari ve Amr b. As olmak üzere hadiseye rıza gösteren bütün ashaba küfür isnadında bulunan “Hariciler”, tabiun kuşağından çok sayıda alime de eza ettiler.
Onlardan Dahhak b. Kays Küfe’ye gelince Ebu Hanife’ye (r.a.) uğrar ve Ondan tövbe etmesini ister. Ebu Hanife neden tövbe etmesi gerektiğini sorar. Dahhak:
– Hz. Ali ile Hz. Muaviye’nin sulh için meseleyi hakemlere havale etmelerini caiz gören görüşünden tövbe et.
– Beni öldürecek misin yoksa benimle münazara mı edeceksin?– Münazara edeceğim.
– Münazara ettiğimiz konuda bir meselede ihtilaf edersek, aramızda kim hakem olacak?– Dilediğin birisini hakem tayin et.
Bunun üzerine Ebu Hanife (r.a.) Dahhak’ın adamlarından birisine: “Şöyle otur. Tartıştığımız konuda eğer ihtilaf edersek aramızda hakemlik yapacaksın” dedi. Sonra da Dahhak’a dönerek: “Bu kişinin aramızda hakem olmasına razı mısın?” diye sordu.
Dahhak: “Evet.” cevabını verince; Ebu Hanife: “İşte sen de hakem tayin etmeyi kabul ettin.” dedi. Söyleyecek söz bulamayan Dahhak meclisten ayrılıp gitti.
***
Hz. Osman Meselesi:
Küfe’de “Hz. Osman’ın Yahudi” olduğunu iddia eden bir adam vardı. Ebu Hanife (r.a.) bu şahsa, azim bir hata içerisinde olduğunu göstermek ve hidayetine sebep olabilmek için ziyarete gider ve “Sana dünürlüğe geldim” der.
Adam:– Kime?– Asil, zengin, hafız, cömert, geceleri ibadetle ihya eden, Allah korkusundan çok ağlayan bir adama.
– Daha fazla sayma, yeter, bu meziyetlerin bir kısmı bile söz konusu kişinin kızımla evlenmesi için kafidir.
– Fakat damat adayının bir özelliği var.– Nedir o?
– Yahudi imiş.– Subhanellah! Kızımı bir Yahudi ile evlendirmemi mi istiyorsun?
– Evlendirmez misin?– Tabiki hayır.– Sen kızını Yahudiye vermezsin de, Efendimiz (s.a.v.) iki kızını Yahudi olduğunu iddia ettiğin Hz. Osman ile evlendirir mi?Bu cevap üzerine adam tövbe etti.
***
İmâm-ı Âzam Hazretleri şöyle buyurdular: “Ben, Allâh’a duâ ederken, anne babamdan önce hocam Hammâd’a duâ ediyorum.” İmam Ebû Yûsuf Hazretleri de: “Ben, anne ve babamdan evvel, Hocam İmâm-ı Âzam Hazretlerine duâ ederim.” buyurmuştur.
Bir müminin, mümin kardeşi için onun gıyabında yaptığı duânın en kısa vakitte kabul olunması ümit olunur. Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: “(Müslüman) Bir kimse, kardeşine gıyâbında duâ yaptığı zaman melekler: ‘Âmin, (Allah) sana da bir mislini versin.’ derler.” (Âdâb ve Fazîletleriyle Duâlar, Fazilet Neşriyat)
***
Büyük Günah İşleyenlerin Durumu:
Günah işleyen Müslümanları tekfir eden Haricilerden bir grup Ebu Hanife’ye (r.a.) gelip şöyle derler: “Mescidin önünde iki tane cenaze var.
Biri tıka basa midesini dolduruncaya kadar içki içen, boğazında fokurdatan ve ölen bir adama, diğeri ise zina eden, hamile olduğunu anlayınca da intihar eden bir kadına ait.” Bunların imani durumu hakkında ne dersin?
Ebu Hanife:– Adam ve kadın hangi dine mensuptu? Yahudi mi idiler?– Hayır.
– Hıristiyan mıdırlar?– Hayır.– Mecusi midirler?– Hayır.– O halde hangi dine mensuptular?
– Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed aleyhisselamın Onun kulu ve resulü olduğuna şahadet eden millettendirler.– Bana söyler misiniz. Bu şahadet imanın üçte, dörtte, ya da beşte biri midir?– İmanın üçte, dörtte ve beşte biri olmaz.
– O halde şahadet imanın ne kadarıdır?– İmanın tamamıdır.– Boş iddialarla zan altında tutuğunuz topluluk hakkında bana sorduğunuz sorunun cevabını siz verdiniz; Onların mümin olduklarını kabul ettiniz.
Hariciler, Ebu Hanife’ye (r.a.) cevap veremeyince meselenin bu boyutunu bırakıp farklı bir bahis açtılar. Adam ve kadının cennet ya da cehennemden hangisine gideceğini sordular.
Bunun üzerine Ebu Hanife şöyle dedi: “Bu meselede ben O ikisinden daha büyük suç işleyen kavim hakkında İbrahim Peygamber’in söylediğini derim: “Kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan pek çok esirgeyensin.”
Keza o ikisinden daha büyük günah işleyen topluluk hakkında İsa (a.s.) söylediğini derim: “Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın.). Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin.”
Yine onlar hakkında Allah’ın Nebisi Hz. Nuh’a (a.s.) kavmi, “Sana düşük seviyeli kimseler tabi olup dururken, biz sana iman eder miyiz hiç!” dedikleri zaman Hz. Nuh’un “Onların yaptıkları hakkında bilgim yoktur. Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Bir düşünseniz! Ben iman eden kimseleri kovacak değilim. Ben apaçık bir uyarıcıyım.”
, “Sizin hor gördüğünüz kimseler için, ‘Allah onlara asla hiçbir hayır vermez.’ diyemem. Allah onların içlerindekini daha iyi bilir. Böyle bir şey söylersem o zaman ben gerçekten zalimlerden olurum.”[14] dediği gibi derim.
***
Arap-Mevali Telakkisi:
Arap asıllı olan mutaassıp alimler Ebu Hanife’yi (r.a.) “Mevali” olmasından dolayı hakir görürdü. Hac vesilesi ile gittiği Mekke’de devrin alimleri onu meclislerine çağırıp, hangi millete mensup olduğunu sordular.
Arap olmadığını söyleyince ilmi açıdan yetersiz olduğunu bu durumda Kur’an’ı anlayamayacağını ona ihsas ettiler: “Sen bu halinde Kur’an’ı zor okursun nerede kaldı.
Onu anlayıp ta içtihat edeceksin; Hele bir ayet oku da dinleyelim.” türünden ifadeler sarf ettiler. Arap olduklarından dolayı kendilerini ilmi açıdan yeterli Ebu Hanife’yi de cehaletle itham eden heyete Üstat şu ayeti kerimeyi okur: “Araplar/bedeviler inkar ve nifak bakımından daha ileri ve Allah’ın peygamberine indirdiği hükümlerin sırlarını tanımamaya daha yatkındırlar.”
Arap olmayı ilmi açıdan iftihar vesilesi gören grup, Kur’an’ı anlamamakla itham ettiği Ebu Hanife’nin (r.a.) 6000 küsür ayet arasından Arapları yeren ayeti seçip okuması karşısında önce bir sarsılır ardından da “Mevali” telakkilerinde değişikliğe giderler.
***
Ücret Meselesi:
Ebu Yusuf, İmam-ı Azam’ın iltifatlarıyla mağrur olup ders okumayı bırakır. Yeni bir ders halkası kurup orada öğrenci yetiştirmeye başlar.
Ebu Hanife (r.a.) öğrencisine daha okuması gerektiğini ihsas ettirmek için, yanındaki birisine Ebu Yusuf’un ders halkasına gidip, bir dirhem karşılığında yıkaması için elbisesini temizlikçiye veren, almaya gittiğinde elbisesinin dükkancı tarafından gasp edildiğini öğrenen, daha sonra dükkana uğradığında ise elbisesi yıkanmış halde kendisine teslim edilen adamın durumunu sor, çamaşırcının parayı hak edip-etmediğini öğren, eğer mutlak anlamda dükkancı ücret alır derse “yanlış söyledin.”, ücret alamaz derse yine ”yanlış söyledin” de diye tembih eder.
Adam Ebu Yusuf’a gidip meseleyi sorar. Ebu Yusuf: “Çamaşırcı yıkama ücretini alır.” der. Adam: “Yanlış söyledin.” diye mukabelede bulunur. Bir müddet meseleyi düşünür; “Hayır ücret alamaz.” der.
Adam yine “Yanlış söyledin.” diye karşılık verir. İşin içinden çıkamayacağını anlayınca kalkıp Ebu Hanife’nin yanına gelir. Ebu Hanife talebesine; “Seni buraya şu çamaşırcının ücreti meselesi getirmiş olmalı.” der. Devamla aralarında şöyle bir konuşma cereyan eder.
Ebu Hanife:– Sübhanellah. Kim oturmuş insanlara fetva veriyor; meclis kurup Allah Teala’nın dini hakkında konuşuyor. Halbuki bu, iş karşılığında alınan ücretlerle alakalı mesele hakkında bile doğru-dürüst cevap veremiyor.
– Ey Ebu Hanife! Bana bu meseleyi öğretir misin?
– Meseleyi gasptan önce ve gasptan sonra diye iki ayırmak gerekir. Eğer çamaşırcı elbiseyi gasbettikten sonra yıkadıysa müşteriden ücret alamaz. Çünkü onu kendisi için yıkamıştır. Yok eğer gasbetmeden önce yıkadıysa ücret alır. Çünkü bu durumda elbiseyi müşteri için yıkamıştır.
Ebu Yusuf hadiseden o derece etkilenir ki ders halkasını lağv edip, ölünceye kadar Ebu Hanife’ye talebelik etmeye devam eder.
***
Vasiyyet:
Bir adam ölürken Ebu Hanife’yi (r.a.) vasiyetini uygulamak üzere görevlendirir. O ise vasiyet meclisinde yoktur. Mesele Küfe kadısı İbn Şübreme’ye intikal eder; Ebu Hanife konuyu kadıya anlatır; Adamın, ölürken kendisini vasi tayin ettiğine dair de şahit getirir. İbn Şübrüme Ebu Hanife’ye: “Şahitlerinin gerçekten hadiseye şahit olduklarına yemin eder misin?” diye sorar.
Ebu Hanife:– Bana yemin gerekmez. Çünkü orada değildim.– Ey Ebu Hanife! Kriterlerin şaştı.
– Peki sana şunu sorayım: Başı yarılan, iki kişinin de başının yarıldığına dair kendisine şahitlik ettiği bir ama hakkında ne dersin? Amadan şahitlerinin gerçekten olayı gördüklerine dair yemin etmesi istenir mi?
Bu açıklama karşısında söyleyecek cevap bulamayan İbn Şübrüme vasiyeti kabul edip onaylar.
***
Akıl-nakil dengesi:
Muhammed Bakır’a, Ebû Hanife’nin taabbudi hükümler üzerine kıyas yaparak İslam’ın özüne muhalif bir tavır içinde olduğu anlatılır. Bir gün Muhammed Bakır Medine’de Ebû Hanife ile karşılaşır ve ona, “sen kıyasla amel ederek dedem Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünnetine muhalefet ediyorsun öyle mi”, diye sorar?
Ebû Hanife; ”Bu ithamdan Allah’a sığınırım. Sen konuşmana dikkat et ki; ben de sana karşı üslubuma dikkat edeyim. Çünkü Allah Resulü’nün (s.a.v.) ashabına üstünlüğü gibi, seninde diğer insanlara üstünlüğün var…”
Bu ifadeler üzerine Ebû Hanife, Muhammed Bakır’a, “aklı mı dinin emrine, yoksa dini mi aklın tasarrufuna teslim ettiğimi öğrenebilmen için sana üç tane soru soracağım, bana cevap ver” der.
-Erkek mi yoksa kadın mı daha güçsüzdür?-Kadın.-Mirasta erkeğin payı ne kadar kadının ki ne kadardır?
-Kadının payı erkeğinkinin yarısı kadardır.
– Eğer bu konuda iddia ettiğin gibi kıyasla hüküm verseydim erkeğe kadının payının yarısını verirdim. Çünkü kadın daha güçsüzdür.– Namaz mı oruç mu daha üstündür?– Namaz.– Eğer kıyasla hüküm verseydim, bu konudaki nassa muhalefet eder, hayızlı bir kadına orucu değil de daha büyük bir ibadet olan namazı kaza etmesini emrederdim.
– İdrar mı yoksa meni mi daha pistir?– İdrar.-Eğer kıyasla hükmetseydim, gusül abdestinin meninin çıkmasından dolayı değil de idrarın akmasından dolayı gerektiğini söylerdim.”
Karşılıklı bu soru cevap faslından sonra Muhammed Bakır Ebu Hanife’nin haset sahiplerinin iddia ettikleri gibi olmadığını anlar, Onu alnından öperek kutlar.
***
Sözü mahallinde kullanma:
İmam-ı Azam, İbn Ebi Leyla ile birlikte yürürken şarkı söyleyen kadınların yanından geçerler. Kadınlar susunca Ebu Hanife (r.a.) onlara: “İyi yaptınız.” der. Bunun üzerine İbn Ebi Leyla İmam-ı Azam’a:– Bundan böyle şahadetini düşürdüm. Şahitliğin kabul edilmeyecektir.
– Niçin?– Şarkı söyleyen kadınlara ‘iyi yaptınız’ dedin.– Ne zaman dedim?– Kadınlar şarkı söylemeyi kesince.
– İyi ya, bu ifade ile, güzel şarkı söylediklerini değil, susunca güzel yaptıklarını kastettim.
***
Namazda Kıraat:
Ebu Hanife’ye (r.a.) göre namazda cemaatin imama “mütabaatı” esastır. İmamın namazda bir rüknü terk etmesi, ya da abdestsiz kıldırması durumunda cemaatin namazı fasit olur. Fakat diğer üç mezhebe göre cemaatle imam arasında “muvafakat” vardır. Her iki durumda cemaatin namazı sahihtir. Mezhepler arasındaki bu içtihat farklılığı kıraat meselesini de kapsar.
İmamla cemaat arasında mutabaatın olduğunu söyleyen Hanefilere göre imamın kıratı cemaatin kıraati yerine geçer. Fakat Medine fukahasına göre cemaat imamla birlikte okumak zorundadır.
Medine’den bir grup alim, imamın arkasında namaz kılan cemaatin kıraat edip-etmemesini tartışmak üzere Ebu Hanife’ye (r.a.) gelirler. Ebu Hanife (r.a.) Medinelilere: “Hepinizle birden münazara yapmam mümkün değil; En bilgili olanınızı sözcü yapın.” onunla münazara edeyim der. Birisine işaret ederler. Bunun üzerine Ebu Hanife (r.a.): “Bu seçtiğiniz en alim olanınız mıdır? Onunla münazara yapmak sizinle münazara yapmak gibi olur mu? diye sorar. Medineliler: “Evet” diye karşılık verirler.
Ebu Hanife devamla:– Ona karşı delil getirmek size de delil getirmek gibi midir?– Evet.
– Arkadaşınızla münazara ettiğimde, seçtiğiniz ve sözünü kendi sözünüz kabul ettiğinizden dolayı onu bağlayan delil sizi de bağlar. İşte böyle. Siz münazarada en alim olanınızı seçtiniz, sözünü kendi sözünüz kabul ettiniz. Biz de namazda imamı seçtik. Kıraati bizim kıraatimizdir. O okuyunca biz de okumuş oluruz.
***
“Bir”den Önce Kaç Var?:
Rum asıllı bir ateist, ulema ile münazara eder ve Hammad hariç hepsini susturur. Ona karşı kimse yeterli malumatı ortaya koyamaz. İmam-ı Azam o tarih çocuktur. Hammad ateistin aynı şekilde Ebu Hanife’yi de susturmasından ve İslam’ın bundan zarar görmesinden endişe eder; O gece rüyasında bir ağacın filiz ve dallarını bir domuzun yediğini görür. Domuz, gövdesi hariç bütün ağacı yer. Ağaçtan bir aslan yavrusu zuhur eder ve domuzu öldürür.
Rüyanın görüldüğü sabah Ebu Hanife Hammad’ın yanına gider, hocasını ateistle yapılan münazaralardan dolayı son derece üzüntülü görür. Münazaralar ve görülen rüya Hammad’ı etkilemiştir. Ebu Hanife (r.a.) hocasının gördüğü rüyayı şöyle tevil eder: “Elhamdülillah, domuz o muzır ateist; ağaç ilim; dalları sizin dışınızdaki alimler, gövde siz, ondan doğan aslan yavrusu ben; ve ben Allah’ın yardımıyla o ateistin hakkından geleceğim.”
Bu teville hocasına moral veren Ebu Hanife (r.a.) onunla birlikte münazaranın akdedileceği camiye gider. Ateist minbere çıkar ve tartışacağı kişiyi ister. Çocuk olduğu halde karşısına Ebu Hanife çıkar. Ateist yaşına bakarak onu küçük görür. Ebu Hanife: “Yaşla insanları kıymetlendirmeyi bırak da ne söyleyeceksen onu söyle.”der.
Ateist Ebu Hanife’nin cesareti karşısında dona kalır. Belli bir zaman geçtikten sonra kendini toparlar ve Ebu Hanife’ye: “Başı ve sonu olmayan bir şeyin mevcudiyeti nasıl mümkün olur?” diye sorar.
Ebu Hanife:– Sayı sistemini bilir misin?– Evet.– O halde söyle bakalım “bir” sayısından önce ne vardır?– O ilktir ondan önce sayı olmaz.
– Mecazi manada “bir” olan sayıdan önce bir şey olmaz da gerçek anlamda “bir” olan Allah Tela’dan önce nasıl bir şey olur?!
Ateist bu cevaba karşılık veremeyince yeni bir meseleye geçer ve Ebu Hanife’ye;
“Hiçbir şeyin yönlerden hali olmadığını, bu durumda –haşa- (Allah Teala’nın da bir yönünün olması gerektiğini) Onun (c.c.) görünüşünün hangi yöne doğru olduğunu” sorar.
Ebu Hanife (r.a.):– Lambayı yaktığında ışığı hangi yöne doğrudur.– Işığı alma noktasında bütün yönler eşittir.
– Mecazi ışığın durumu bu ise, göklerin ve yerlerin ebedi ve daimi nuru Allah Teala nasıl olur? Onun yönlerden münezzeh olması evleviyetle gereklidir.
Ateist bu cevaba da karşılık veremez ve yeni bir bahis açar. Ebu Hanife’ye hitaben şöyle der: “Mevcut olan her şey için bir mekan olmadır. Madem Allah vardır o halde nerededir?” Ebu Hanife ateiste karşılık verme yerine etraftakilere emredip meclise süt getirtir.
Ardından da ateiste: “Bunda yağ var mı?” diye sorar. Ateist “Evet” diye karşılık verince Ebu Hanife Şöyle der:– Yağ sütün neresindedir?– Belli bir yerle sınırlı değildir.
– Varlığı geçici olan bir şeyin durumu böyle olursa yer ve göklerin yaratıcısı ebedi ve sonsuz olan Allah Teala’nın durumu nasıl olur?!
– O ne ile meşguldür?– Sen bütün bu soruları minberde iken sordun. Ben de onlara cevap verdim. Şimdi sen yere in, minbere ben çıkayım.
Ateist iner ve Ebu Hanife söylediği gibi minbere çıkar. Ardında da ateistin sorusunu yanıtlar: “Minberde senin gibi yaratanı, yaratılanlara benzetenler olduğunda onu indirir; yerde de benim gibi muvahhitler olduğunda onları oraya çıkarır. ‘O her an yeni bir ilahi tasarruftadır.’ Dehri şaşırır; Tek kelime konuşamaz.
***
Kaptansız Gemi:
Allah Teala’nın varlığını inkar eden dehriler tartışmak için yanına geldiklerinde onlara size gelip şöyle bir olay anlatan adam hakkında ne dersiniz: “Ticaret eşyaları ve yüklerle dolu bir gemi gördüm. Ki o denizin derinliklerinde birbirine çarpan dalgalar ve çeşitli yönlerden esen rüzgarlardan oluşmuştu. Onu sevk eden denizci ve kaptan olmaksızın düzgün bir şekilde fırtınada gidiyordu?”
Ne dersiniz akıl böyle bir hadiseyi onaylar mı? Ateistler:– Hayır. Akıl böyle bir hadisenin olmasına imkan vermez.
– Sübhanellah. Akıl, geminin kendiliğinden oluşmasına ve kaptan olmadan gitmesine imkan vermez de, nasıl farklı halleriyle şu dünyanın kendiliğinden yaratılıp idare edilmesine onay verir?! Bir gemi kendiliğinden meydana gelemez de şu muazzam kainat nasıl tesadüfen oluşabilir?!
Nassları anlamada zafiyeti olan fakihler, İslam’ın hakikatini tahrif eden sapık kelamcılar ve yaratılış gerçeğini reddeden dehriler Onun (r.a.) karşısında ya hakikate teslim oldular ya da susmak zorunda kaldılar.
Recep YILDIZ
***
Mal Sevgisi kalbi Kaplamamalı:
Büyük fıkıh (hukuk) bilgini, Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebû Hanîfe´nin (VIII. yüzyıl) ilmi faaliyetleri yanında ticaretle de meşgul zengin bir zat olduğu malumdur. Bu büyük insan, gündüz öğleye kadar mescitte talebelerine ders verir, öğleden sonra da ticari işleri ile uğraşırdı. Bir gün ders verdiği sırada bir adam mescidin kapısından seslendi:
- Ya imam, gemin battı!... (İmamın ticari mal taşıyan gemileri mevcut)
İmam-ı Azam bir anlık tereddütten sonra
- Elhamdülillah dedi.
- Bir müddet sonra aynı adam yeniden gelip haber verdi:
- Ya imam, bir yanlışlık oldu batan gemi senin değilmiş.
İmam bu yeni habere de:
- Elhamdülillah, diyerek mukabele etti. Haber getiren kişi hayrete düştü:
- Ya imam, gemin battı diye haber getirdik "Elhamdülillah" dedin. Batan geminin seninki olmadığını söyledim yine "Elhamdülillah" dedin. Bu nasıl hamdetme böyle?
İmam-ı Azam izah etti:
- Sen gemin battı diye haber getirdiğinde iç âlemimi, kalbimi şöyle bir yokladım. Dünya malının yok olmasından, elden çıkmasından dolayı en küçük bir üzüntü yoktu. Bu nedenle Allah´a hamdettim. Batan geminin benimki olmadığı haberini getirdiğinde de aynı şeyi yaptım. Dünya malına kavuşmaktan dolayı kalbimde bir sevinç yoktu. Dünya malına karşı bu ilgisizliği bağışladığı için de Allah´a şükrettim.
***
İmam ve Kadılık:
Zamanında İmam-ı Azam ile herhangi bir konuda tartışmaya girip de galip çıkan görülmemiştir. Hem derya gibi ilmi, hem de herkese nasip olmayan zeka ve mantığı sayesinde hepsinden kendisi galip çıkıyordu.
Abbasi Halifesi Me´mun İmam-ı Azam´ı Kufe´ye kadı yapmak istiyordu. İmamı çağırdı ve bu niyetini açıkladı. İmam-ı Azam yönetimin yanlışlıklarına alet olmamak için bu teklifi kabul etmedi.
- Ben kadılık yapamam, dedi.
Halife de herkes de kabul ederdi ki ondan iyi kadılık yapacak bulunamazdı. Bu nedenle Halife sert çıktı:
- Yalan söylüyorsun, sen kadılık yaparsın!
İmam-ı Azam akan suları durduracak şu cevabı verdi:
- Eğer ben yalan söylüyorsam, yalan söylediğim için kadılık yapamam, çünkü yalancıdan kadı olmaz. Eğer "yapamam" dediğim zaman doğru söylüyorsam, sözümün gereği olarak kadılık yapamam. O halde her iki halde de kadılık yapamam,
***
Kafir mi Mümin mi:
İmam-ı Azam´ın da bulunduğu bir mecliste birisi şöyle bir soru sordu: "Bir adam ki, cenneti istemez, cehennemden korkmaz, ölü eti yer, rüküşüz secdesiz namaz kılar, görmediğine şahitlik eder, fitneyi sever, hakkı istemez, bu adam kafir midir, mümin mi?" Mecliste bulunanlar ağız birliği etmişçesine "Bunlar kafirin sıfatlarıdır, böyle bir adam kafirin ta kendisidir." dediler.
İmam-ı Azam susuyordu: "Ya imam sen ne dersin?" dediler. İmam-ı Azam, "Bunlar müminin sıfatıdır, böyle biri müminin ta kendisidir" dedi. itiraz ettiler: "Ya imam nasıl olur, mümin cenneti istemez mi, cehennemden korkmaz mı?.." diye. İmam tek tek açıkladı:
"Gerçek (bilinçli) mümin cenneti istemez, sahibini (Allah´ı) ister, cehennemden korkmaz, sahibinden korkar, ölü eti dediğiniz balıktır, görmediğine şahitlik eder, çünkü Allah´ı görmez ama kesin inanır, rükusuz secdesiz kıldığı namaz cenaze namazıdır, fitneyi sever, çünkü fitneden maksat mal ve evladdır,
(Kur´an´da mal ve evladın müminler için fitne -imtihan- olduğu belirtilmiştir); hakkı istemez, çünkü haktan kasıt ölümdür, mümin de olsa ölümü temenni etmez."
***
Sen Bir Kızını Vermezsin de:
Kufe´de yaşayan bir adam üçüncü Halife Hz. Osman için "Yahudiymiş" diye tutturmuştu. Herkes bunun asılsız olduğunu, imkansız olduğunu söylüyor ama adam bir türlü ikna olmuyordu. Bu konu İmam-ı Azam´a da duyuruldu. "Adamı bu saçma inancından kimse caydıramadı, sununla bir de siz görüşseniz" dendi. "Hay hay" dedi.
İmam-ı Azam, bir akşam bu kıza dünürlüğe diye adamın evine gitti. Dereden tepeden konuştuktan sonra sözü esasa getirdi:
- Biz Allah´ın emri, Peygamberin kavliyle kızına dünür geldik.
- Kime istiyorsunuz kızımı, öğrenebilir miyim?
- Kızını istediğimiz kimse son derece ahlâklı, dürüst çok zengin ve alabildiğine cömert, Kur´an´ı ezbere biliyor ve sürekli okuyor... (Bunların hepsi Hz. Osman´ın nitelikleri)
Adam sözünü kesti:
- Yeter, bunlardan bir tanesi bile kızımı vermek için yeterli meziyettir.
- Ama bu damat adayının bir kusuru var, kendisi Yahudi.
-Adam parladı:
- Nasıl olur, benim kızımı bir Yahudiye istersiniz?
İmam-ı Azam için artık taşı gediğine koymanın zamanı gelmişti:
- Sen bir kızını yahudiye vermezsin de Hz. Peygamber iki kızını birden bir Yahudiye nasıl verir? deyince adamın artık bir inat ve itiraza mecali kalmadı, bilinen gerçeği kabul etti.
(Hz. Osman peygamberimizin damadıydı, önce bir kızıyla evlenmiş, o ölünce diğer bir kızıyla evlenmişti. Bunun için Hz. Osman´a "Zi´nNureyn´´ (İki nur sahibi) denmişti
***
İmam-ı A’zam Ebu Hanife hazretleri`nin Takvası ve menkıbeleri:
İmam-ı A’zamın babası Sabit hazretleri:
Şemseddin-i Sivasi’nin Menakıh-i İmam-ı A’zam isimli eserinde şöyle yazılıdır:
İmam-ı A’zamın babası Sabit (rahmetullahi aleyh) küçük yaştan beri ahlakı temiz, takva ve vera sahibi idi. Yüzü gayet nurlu olup zühdü, salahı ve ilmi pek çok idi.
Bir gün bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gördü. Abdestten sonra suda çürüyüp gidecek olan bu elmayı alıp yedi. Fakat tükrüğünde kan gördü. Şimdiye kadar böyle bir hal görmediği için tükrükteki kanın bu elmadan ileri geldiğini tahmin etti.
Yediğine pişman oldu. Elmanın sahibini bulup helallaşmak için dereboyunca gitti. Nihayet yediği elmaya benzeyen bir meyve bahçesi gördü. Sahibini sordu.
Bu zatın gayet cömert ve ihsan sahibi olduğunu, hatta ağaçta bulunan bütün elmaları toplayıp götürülse yine bir şey demiyeceğini, bir elmanın ne ehemmiyeti olacağını söylediler.
Buna rağmen elmanın sahibini buldu, meseleyi anlattı, ya parasını almasını veya helal etmesini istedi. Bahçe sahibi gencin bu halini görünce takva ve verasının doğru olup olmadığını öğrenmek için şöyle dedi:
– Yediğin elmam için ne vereceksin?
– Altın gümüş neyim olsa veririm.
– Ben altın gümüş istemem ama, eğer kıyamette senden davacı olmamı istemezsen bir teklifim var, onu kabul etmen gerekir.
– Teklifin nedir?
– Yapacaksan söyliyeyim…
– Şeriata uygunsa yapabilirim.
– Kör, sağır, dilsiz ve kötürüm bir kızım var, bununla evlenmeğe razı olursan o zaman elmayı sana helal edebilirim.
Sabit hazretleri ahirete kul hakkıyla gitmemek için bu teklifi kabul etti. Düğün hazırlığı yapıldı. Sabit hazretlerinin ilk gece odaya girmesiyle çıkması bir oldu.
Hemen kayınpederine koşup, (efendim, bir yanlışlık var galiba, içeride sizin bahsettiğiniz vasıflarda bir kız yok, tam tersi!) Kayınpederi tebessüm ederek, (evladım o benim kızımdır, senin de helalindir.
Ben sana kör dediysem, o hiç haram görmemiştir. Sağır dediysem, o hiç haram duymamıştır. Dilsiz dediysem, o hiç haram konuşmamıştır. Kötürüm dediysem, o hiç harama gitmemiştir. Var git helalinin yanına, Allahü teâlâ mübarek ve mesut etsin.)
İşte bu evlilikten, yani böyle ana babadan İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri dünyaya geldi.
***
Onu hazret-i Ebu Bekire benzetirlerdi:
İmam-ı A’zam ticaret yapardı. Onun kanaatkarlığı, cömertliği, emanete riayeti ve takvası ticaret muamelelerinde de daima kendini göstermiştir. Tacirler ona hayret ederler ve ticarette onu hazret-i Ebu Bekire benzetirlerdi.
Ticareti ortakları ile beraber yapar ve her yıl kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar ve ayrıca onlara para dağıtarak, tevazu ile şöyle buyururdu:
“Bunları ihtiyacınız olan yere sarf edin ve Allaha hamd edin. Çünkü verdiğim bu mal hakikatte benim değildir, sizin nasibiniz olarak Allahü teâlânın ihsan ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.” Böylece ilim ehlini, maddi bakımdan başkalarına minnettar bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi.
Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cuma günü anasının, babasının ruhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı.
Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi. Kalabalık dağılınca o kimseye; “Şu seccadenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır.” buyurdu. Orada bin akçe vardı.
Buyurdu ki :“Kırk seneden fazla oluyor ki, dört bin akçeye malikim. Bundan fazla param olunca, dağıtırım. Daha fazla para bulundurmayışımın sebebi, Hazret-i Ali’nin şu sözüdür: (Dört bin ve ondan aşağı akçe nafakadır.) Eğer halife ve valilere müracaat etmek ve onlardan bir şey istemek korkusu olmasa, bir akçe bile yanımda bulundurmazdım.”
***
İmam-ı A’zam bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp; “Neden yolunu değiştirdin?” diye sordu.
Adam cevabında; “Size on bin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim ve çok sıkıldım, utandım.” dedi. İmam-ı A’zam; “Sübhanallah, ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helal et!” dedi.
***
Bir defasında ortağına, sattığı mallar içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini tenbih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu.
Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmam-ı A’zam bunu öğrenince o mallardan alınan doksan bin akçeyi sadaka olarak dağıttı.
Müşteri fakir veya ahbabından olursa onlardan kar almaz, malı aldığı fiyata verirdi. Bir defasında ihtiyar bir kadın gelip, ben fakirim, bana şu elbiseyi maliyeti fiyatına sat, dedi. Dört dirhem ver, onu al, deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın; “Ben, ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı ediyorsun?” dedi. “Hayır, bunda alay yok.” deyip elbiseyi ihtiyar kadına dört dirheme verdi.
Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına riayet ederdi. Birisi ona satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini söyleyince, İmam-ı A’zam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır, dedi. Satan kişi yüzer yüzer arttırarak dört yüze çıktı. Hayır daha fazla eder, deyip, bu işten anlayan bir tüccar çağırarak, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yüz akçeye satın aldı.
***
Hizmetimdeki kusurumu bu anlayışıma bağışla!
İmam-ı A’zam, kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldı. Elli beş defa hac yaptı, son haccında Ka’be-i muazzama içine girip burada iki rekat namaz kıldı.
Namazda bütün Kur’an-ı kerimi okudu. Sonra ağlayarak; “Ya Rabbi! Sana layık ibadet yapamadım. Fakat senin akıl ile anlaşılmayacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusurumu bu anlayışıma bağışla!” diyerek dua etti. O anda bir ses işitildi ki: “Ey Ebu Hanife sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin! Seni ve kıyamete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve mağfiret ettim.” buyruldu.
***
Yedi sene koyun eti yemedi!
Kufe şehrinin köylerini haydutlar basıp koyunları çalmışlardı. İmam-ı A’zam bu çalınan koyunlar şehre getirilip satılır düşüncesiyle, “koyunun en fazla yedi sene yaşadığını” bildiği için, yedi sene koyun eti yemedi. Geceleri namaz kılar, ağlamasını ve inlemesini yakınları işitirdi. Esed bin Amr der ki: “Ebu Hanife’nin ağlamasını geceleri komşular duyar ve ona acırlardı.”
***
Allahü teâlâ dinini onunla kuvvetlendirir, ihya eder:
İmam-ı A’zam, bir gece rüyasında Peygamberimizin kabrini açmış, mübarek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalade rüyasını Tabiinin büyüklerinden İbn-i Sirin’e gidip anlattı. İbn-i Sirin; “Bu rüyanın sahibi sen değilsin, bunun sahibi Ebu Hanife olsa gerek.” dedi.
“Ebu Hanife benim!” deyince, İbn-i Sirin; “Sırtını aç göreyim.” dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir “ben” gördü ve; “Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz senin hakkında; (Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir “ben” bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dinini onunla kuvvetlendirir, ihya eder.) buyurdu.” dedi.
***
Âlimlerin kanı zehirlidir!:
İmam-ı A’zam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vücudunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri bu akrebi öldürmek isteyince; “Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım haklarında hadis-i şerifte, “Âlimlerin kanı zehirlidir.” buyrulan âlimlere dahil miyim?”dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü.
Sabah ezanına kadar:
Bir gece yatsı namazını cemaatle kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mesciddeyken bir konu üzerinde talebesi Züfer ile sabah ezanına kadar konuşup diğer ayağını çıkarmadan sabah namazını kılmak için tekrar mescide girmiştir.
***
Allahü teâlâyı nasıl inkâr edersin!
Allahü teâlâyı inkâr eden bir dehriye (ateiste, dinsize) İmam-ı A’zam şöyle demiştir: “Sana birisi, ben kasırgalı bir havada, dalgaları çok şiddetli olan bir deniz üzerinde, içinde kaptanı ve mürettebatı olmayan, fakat kendiliğinden deniz üzerinde doğru istikamete giden bir gemi gördüm dese, acaba bu kimsenin söylediği şeye, doğru, diyebilir misin?”
Dehri; “Hayır, bunu akıl ve mantık kabul etmez, bu asla mümkün değil! Onu bir sevk eden olması lazımdır.” deyince, İmam-ı A’zam; “O halde bu muazzam kainatın ve onda cereyan eden mükemmel hadiselerin yaratanı olan Allahü teâlâyı nasıl inkâr edersin?” dedi. Dehri, bir şey söyleyemedi ve düşüp bayıldı.
***
Annemin emrine muhalefet etmem:
İmam-ı A’zam hazretleri, oğlu Hammad’la beraber teravih için Ömer bin Zerr’in mescidine giderlerdi. Bu gittikleri mesafe 3 mil (yaklaşık 6 km) idi. Bir defasında İmam-ı A’zamın annesi, bir meseleyi öğrenmek istedi ve oğluna dedi ki, “Git bu meseleyi Ömer bin Zerr’e sor!” İmam-ı A’zam hazretleri gidip bu meseleyi Ömer bin Zerr’e sordu. Ömer; “Sen bu meseleyi benden daha iyi bilirsin.” deyince, İmam-ı A’zam; “Ben annemin emrine muhalefet etmem.” dedi. Ömer bin Zerr; “Bu meselenin cevabı nedir?” diye sordu. İmam-ı A’zam meselenin cevabını söyleyince, Ömer bin Zerr de; “Öyle ise git, annene böyle söylediğimi bildir.” dedi.
***
O, burada tereyağı, fıstık, badem ezmesi yemesini öğreniyor.
Ali bin Ca’de, Ebu Yusuf’un şöyle dediğini nakleder:Babam öldüğü zaman ben küçüktüm. Annem sanat öğrenmem için beni bir terzinin yanına verdi. Ben terziyi bırakıp İmam-ı A’zam’ın ilim meclisine devam ettim. Uzun bir zaman geçmişti.
Annem hocama gelip; “Bu çocuğun senden başka üstadı yok mudur? Ona kendim bakıyorum, o bir yetimdir.” dedi. Hocam buyurdu ki: “Sen onu kendi haline bırak! O, burada tereyağı, fıstık, badem ezmesi yemesini öğreniyor.” Bunun üzerine annem dönüp gitti. Ben ise daima hocamın yanında bulunur, hizmetinden ve meclisinden ayrılmazdım.
Böylece Allahü teâlâ bana ilimden çok şeyler nasip eyledi. Daha sonra bana kadılık vazifesi verdiler. Bir gün Abbasi halifesi Harun Reşid ile sofrada oturuyordum. Sofraya tereyağı, fıstık ve badem ezmesi getirdiler. Harun Reşid bana; “Bundan ye, her zaman bize böyle yemek vermezler.” dedi. Ben güldüm. “Niçin gülüyorsun?” dedi.
Ben de İmam-ı A’zamla ilgili olan o hadiseyi anlattım. Harun Reşid bunun üzerine; “Gerçekten ilim insanı yükseltir. İnsanların baş gözüyle göremediklerini o kalp gözüyle görürdü.” dedi ve hocama rahmetle dua etti.
***
Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu
Komşusu bir genç vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Bir gün zaptiyeler onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmam-ı A’zam, “Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu.” deyince, bir talebesi onun hapse atıldığını söyledi.
Bunun üzerine İmam-ı A’zam valiye gitti. Vali, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. “Buraya teşrifinizin sebebi nedir?” dedi. O da hadiseyi anlatınca, vali: “Böyle ehemmiyetsiz bir iş için zat-ı aliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz, bir haber gönderseydiniz kafiydi.” dedi ve o genci serbest bıraktı.
İmam-ı A’zam o gence; “Bak biz seni unutmuyoruz.” diyerek ona bir kese de akçe (para) verdi, “Bununla ihtiyaçlarını karşılarsın” buyurdu. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tövbe edip, İmam-ı A’zamın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde âlim olarak yetişti.
***
Fetva vermeye kalkan bu kadarını nasıl bilmez!
Daha ilmini tamamlamamış talebelerinden birisi, kendinde bir salahiyet görüp bir meclis kurdu. Fıkıh öğretmeğe başladı. Bu haber Hazreti İmama gidince huzurundakilerden birisine bunun meclisine gidip ona şöyle söylemesini emretti:
“(Bir kimse elbisesini temizleyiciye verse, birkaç gün sonra gelip elbisesini istese temizleyici inkâr etse, daha sonra tekrar gelip elbisesini istese temizleyici de elbisesini temiz olarak ona verse ücret alabilir mi?” Eğer alır derse hata ettin dersin. Ücret almaz derse yine hata ettin dersin.)
Bu zat meseleyi gidip o talebeye anlatıp soruyu sordu:
– Temizleyicinin ücret almağa hakkı var mı?
– Evet ücret alır.
– Hata ettin, öyle değildir.
– Hayır ücret alamaz.
– Yine hata ettin, öyle değildir.
Bunun üzerine, fetva vermeye kalkışan o talebe, Hazret-i İmamın huzuruna gitti. Hazret-i İmam onun geldiğini görünce şöyle konuşmaya başladı :
– Seni buraya elbiseyi temizleme meselesi mi gönderdi?
– Evet…
– Sübhanallah, insanlara fetva vermeye kalkan ve Allahü teâlânın dininde söz söylemek için kendisine meclis kuran kimse ücret bahsinden bu kadarını nasıl bilmez?
– Bunun cevabı nasıldır?
– Eğer temizleyici elbiseyi gaspettikten sonra temizlediyse ücret verilmez. Çünkü kendisi için temizlemiş demektir. Yok gaspetmeden önce temizlemişse ücret vermesi lazımdır. Çünkü onu sahibi için temizlemiştir.
***
Üç gümüş karışsa, ikisi kaybolsa:
Abdulah İbni Mübarek Hazret-i İmama sordu :
– Bir kimsenin iki gümüşü, başka birinin bir gümüşü ile karışsa, sonra ikisini kaybetse, hangileri olduğunu da bilmese ne yapması lazımdır?
– Kalan bir gümüş üçe taksim edilir. Üçte biri bir gümüşü olanın, üçte ikisi de iki gümüşü olanındır.
Bize göre mi, size göre mi?
Bir rafizi Hazret-i İmama gelip şöyle bir soru sordu:
– İnsanların en kuvvetlisi kimdir?
– Bize göre Hazret-i Ali’dir, size göre ise Hazret-i Ebu Bekirdir.(Radıyallahü anhüma)
– Nasıl olur?
– Çünkü Hazret-i Ali hilafetin Ebu Bekr-i Sıddik’in hakkı olduğunu bildi, kabul edip ona teslim eyledi. Size göre ise Ebu Bekr-i Sıddik Hazret-i Ali’den hilafeti zorla aldı. Fakat Hazret-i Ali bir şey yapamadı.
Rafizi bu söz karşısında şaşırıp kaldı.
***
Eğer kıyas ederek söyleseydim:
Hazret-i İmam, Hazret-i Ali’nin torunu Muhammed bin Hasen ile buluştu, aralarında şöyle konuşma geçti:
– Ceddimin Hadis-i şeriflerine kıyas ile muhalefet eden zat sen misin?
– Bundan Allahü teâlâya sığınırım. Ceddiniz gibi size de hürmetimiz vardır.
Hazret-i İmam dizleri üzerine oturup sordu :
– Erkek mi zayıftır, kadın mı?
– Kadın, daha zayıf yaradılışlıdır.
– Kadının hissesi ne kadardır?
– Erkeğin yarısı kadardır.
– Eğer kıyas ile söyleseydim bu hükmün tersini söylerdim. Namaz mı efdaldir oruç mu?
– Namaz efdaldir.
– Eğer kıyas ederek söyleseydim, hayzlı kadına ramazan orucunu değil namazını kaza etmesini emrederdim. Bevil mi (idrar) pistir, meni mi?
– Bevil daha necistir.
– Eğer kıyas ederek söyleseydim, meni çıktığı zaman değil, bevil çıktığı zaman gusül abdesti almayı emrederdim. Hadis-i şerifte olandan gayrisini söylemekten Allahü teâlâya sığınırım. Ben Peygamber aleyhisselamın sözlerine kıymet veriyorum, onları açıklıyorum, başka bir şey yapmıyorum.
Bu konuşma üzerine Muhammed bin Hasen İmam-ı A’zamın kendisine yanlış tanıtıldığını anlayarak kalkıp Ebu Hanife’nin alnından öptü.
***
İmam-ı A’zamın ilminin yüksekliği:
Mütesettir bir kadın, bir meselesini halletmek için Hazret-i İmama geldi. İmam-ı Azam evinden çıkmış, atına binip ayaklarını üzengiye koyarken kadın sualini sordu. Hazret-i İmam bir an düşündükten sonra şöyle cevap verdi:
– Senin bu sualinin cevabı, Kur’an-ı Kerimde açıkça yoktur. Kur’an-ı Kerimi baştan sona kadar düşündüm, cevabını bulamadım. İstersen biraz bekle, hemen gelir, sana doğru cevabı veririm.
Bu menkıbe, İmam-ı A’zamın ilminin ne derece yüksek olduğunu göstermektedir. Bir anda Kur’an-ı Kerimin bütün ahkamının kalbinde hasıl olması şaşılacak bir meseledir.
***
Numan’ın kölesi:
Büyüklerden birisi anlatır: Vasıt şehrinde faziletli bir zat vardı. İsmi Numan’ın kölesi idi. Bu zatı bulup isminin niçin böyle olduğunu sordum:
– Sen o yüksek imamın nasıl kölesi, azadlısı oldun?
– Annem öldüğü zaman, ben karnında idim. Yıkayıcılar, annemi yıkarlarken karnındaki çocuğun canlı olduğunu anlamışlar, durumu Hazreti İmama anlatmışlar, o da hemen karnını sol taraftan yarın, çocuğu çıkarın demiş. Doktor, aynı yerden karnını yarıp beni çıkarmış. Bunun için onun azadlısıyım, ona daima dua ederim.
***
El yıkama bahanesiyle:
Hazret-i İmama haset eden fakat görünüşte onu sevenlerden birisi, birgün nehrin kenarındaki bahçesinde Hazret-i İmama ve talebelerine ziyafet hazırladı. Hazret-i İmam talebeleriyle birlikte gitti. O şahıs (buyurun, yemek yiyin) demişse de, Hazret-i İmam talebelerine (Benim yaptığım gibi yapın) buyurdu.
Yemekten önce el yıkama sünnetini ifa için nehre gidip ellerini yıkadı. Bütün talebesi de böyle yaptı. Bu esnada bir kedi gelip Hazret-i İmamın tabağından yedi, hemen öldü. Hazret-i İmamın eshabı yemeğe zehir karıştırıldığını anladılar. Hiç birisi yemek yemeden dağıldılar.
Hazret-i İmam yemekte zehir olduğunu anlamış, fakat açıkça söylemeyip el yıkama bahanesiyle oyalanma yolunu tutup kerametini setretmek (örtmek) istemişti. Böylece hem sünneti yerine getirdi, hem ölümden kurtuldu.
***
İnsan büyük günah işlemekle kâfir olmaz:
İmam-ı Ebu Yusuf anlatır:
Ebu Hanifenin zamanında Harici mezhebinde olanlar çoktu. Harici mezhebinde olanlar, (bugünkü vehhabiler gibi) şöyle düşünürlerdi: (İnsan büyük günah işlemekle kâfir olur.) İslamiyette büyük tefrikaya sebep olan bu sözü Ebu Hanife hazretleri kabul etmez, bir kimsenin günah işlemekle dinden çıkmayacağını, sadece haram işlemiş olacağını, bunun ise azabı gerektireceğini, Ehl-i sünet vel cemaat mezhebinin böyle olduğunu bildirerek Haricilerin sözlerine karşı uyanık olunmasını emrederdi.
Hariciler, Hazret-i İmamın, Harici mezhebinin bozuk olduğunu anlattığını duyunca galeyana geldiler. İçlerinden kırk tane eşkıya şöyle bir karar aldılar: (Ebu Hanife’ye gider, onunla konuşuruz, mezhebinden ve sözlerinden dönerse ne ala, dönmezse başını gövdesinden ayırırız.)
Biz Hazret-i İmamın kalbleri ihya eden sözlerini dinliyorduk. Kılıçları omuzlarında asılı bir sürü sapık izin almadan içeri girdi. Hazret-i İmamı öldürmek istiyorlardı. Dediler ki:
– Sana iki suâlimiz var, bize cevap ver. Bizim istediğimize uygun cevap verirsen kurtulursun. Mezhebimize aykırı cevap verirsen kaçamazsın, seni burada öldürürüz.
Hazret-i imanı onların bu haline aldırmayıp buyurdu :
– İnsaf ile mi, yoksa isyan ve inat ile mi konuşacağız?
– Her işte insaflı olmak, doğru söze karşı kalblerin saf olması gerektir, dediler.
– O halde kılıçlarınızı kınlarına sokunuz, böyle yalın kılıç durmanız insafla bağdaşmaz.
Gelenler yine inat ve isyanla konuştular:
– Kılıçlar kınlarına girmez, kana boyanmak niyetiyle gelmiştir.
– Hasbünallah, soracaklarınızı sorun. Konuşalım.
– Bir kimse şarap içip sarhoş olarak ölse, bir kadın da zina edip doğurduğu çocuğu öldürse, kendisi de nifas hali bitmeden ölse, bu iki facirin hallerinin ne olduğunu, namazlarının kılınıp kılınmayacağını bize anlat.
– Önce siz insafla şu sorularıma cevap verin. Onlar Yahudi, mecusi veya hıristiyan mıdır?
— Hiç birisi değildir.
– Ya hangi dindendir?
– La ilahe illallah Muhammedün resulullah derler, Peygamber aleyhisselamın Allahü teâlâdan getirdiklerini kabul ederlerdi, fakat bu büyük günaha duçar oldular.
– Onların hallerini ve hasletlerini saydınız. Bu üç şey iman mıdır, küfür müdür, insafla konuşup doğrusunu da siz söyleyin.
– Bu üç haslet imandır.
– Evet dediğiniz gibidir. Şimdi söyleyin bakalım, bu hasletler imanın nesidir, yarısı mı, üçte biri mi veya hepsi midir?
– Bu üç şey imanın tamamıdır. İman ancak bunlara denir.
– Mademki imanlı olduklarına kendiniz şehadet ediyorsunuz, o halde onlardan ne istiyorsunuz?
Hariciler kendi sözleriyle böylece mağlup oldular, hepsi de kılıçlarını kınlarına koyup bozuk mezheplerini bırakıp ibadet etmeğe başladılar. Hazret-i İmama dediler ki:
– Kalbimizdeki zulmeti giderdin, bizi şad eyledin, irşad eyledin. Batıl yolumuzu bıraktık, içimizdeki rezalet kirlerini temizledik, kurtuluş yolu olan Ehli sünnet vel cemaat mezhebini kabul ettik.
***
Âlimlerin gıybeti ancak tövbe ile affedilir:
Kendisiyle münazara edenlerden bazıları ona kötü sözlerde bulunurlardı. Bunlardan birisi ona dedi ki :
– Bid’at ehli ve zındık…
Hazret-i imam ona cevap verdi :
– Allahü teâlâ seni magfiret eylesin! Allhü teâlâ sözümde ihtilaf olmadığını ve O’nu tanıdığımdan beri O’na ortak koşmadığımı herkesten iyi bilir. Yalnız O’nun afvını ümit eder, yalnız O’nun azabından korkarım.
Azab kelimesini söyleyince kendini tutamadı, ağladı, gözyaşları birbiri ardınca akmağa başladı. O kimse dedi ki :
– Bana hakkını helal et! Buyurdu ki :
– Cahillerin söylediği söz helal edilir, amma ilim sahiplerinin söylediği söz, çok ağırdır, helal edilmesi zordur. Çünkü âlimlerin gıybeti, kendilerinden sonra tesir bırakır, çok fena ve devamlıdır, ancak tövbe ile affedilir.”
***
Fatihasız namaz olmaz!
İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinin, (Cemaatle namaz kılarken, imama uyanlar, Fatiha ve zamm-ı sure okumaz) dediğini duyanlardan on kişi, Hazret-i imamın huzuruna gelip derler ki:
– İmamın okumasını kafi görüp, cemaate Kur’an okutmadığını işittik. Halbuki, Fatihasız namaz olmaz. Elimizde bunu isbat eden kuvvetli deliller vardır. Hakkın ortaya çıkması için tartışmaya geldik.
Hazret-i imam der ki:
-Ben bir kişi, siz on kişisiniz, hepinizle aynı anda nasıl tartışayım?
– Nasıl tartışmak istiyorsunuz?
– İçinizden en bilgili, âlim olanı seçin, onunla konuşayım. O, kendi ile birlikte hepinizin adına konuşsun.
– Teklifiniz uygun…
– O beni yenerse, hepiniz beni yenmiş olacaksınız, ben onu yenersem, hepiniz yenilmiş olacaksınız. Kabul mü?
– Peki kabul ettik.
– Tartışmayı ben kazandım.
– Nasıl olur, daha başlamadık bile…
– Siz, seçtiğiniz âlimin hepinizin adına konuşmasını kabul etmediniz mi?
– Evet…
– Ben de, sizin kabul ettiğinizi kabul ediyor, aynı şeyi söylüyorum. Herkesin tabi olduğu imam, kendi adına ve ona uyup, imam kabul edenler adına Kur’an-ı kerim okur, cemaat okumaz. Anlaşamadığımız bir nokta kaldı mı?
– Evet anlaştık.
***
Oğlumun öğrendiğini az görme!
Oğlu Hammad, Fatiha suresini sonuna kadar öğrenince, Ebu Hanife hocasına beş yüz akça hediye etti. (Başka bir rivayette bin gümüş hediye etti.)
Oğlunun hocası dedi ki:
– Ne yaptım ki bana bu kadar para gönderdi? Hazret-i İmam onun yanına gidip buyurdu ki:
– Sana az hediye ettiğim için özür dilerim. Oğlumun öğrendiğini az görme! Allahü teâlâya yemin ederim ki, yanımda bundan başka param olsaydı, Kur’an-ı kerime tazim için hepsini sana verirdim.
***
Dua ile anmaktan başka:
Hazret-i İmama sordular :
– Alkame mi efdaldir, yoksa Esved mi?
– Onları dua ve istiğfar ile anmaktan başka hiç bir şeye kudretim yok ki, hangisinin büyük olduğunu nasıl söyleyeyim?
***
Hocasına saygısı
İmam-ı A’zam hazretleri buyurdu ki:
(Aramızda yedi sokak olmasına rağmen Üstadım Hammad’ın evine doğru ayaklarımı bir kere uzatmış değilim.)
Yine buyurdu ki:
(Üstadım Hammad vefat ettiğinden beri, her namazımda onun için, annem babam için, kendilerinden ilim öğrendiklerim için, kendilerine ilim öğrettiklerim için istiğfar ettim. Hiç bir namazda unutmuş değilim.)
İmamı Azam Hazretleri bir nasihatında şöyle buyurmuşlardır:
FAYDASIZ ŞEYLERİ İNSANLARA NAKLETMEKLE MEŞGUL OLMAYIN.HAKKIMIZDA KÖTÜ SÖYLEYENLERİ ,ALLAH TEALA MAĞFİRET,HOŞ KONUŞANLARI DA MERHAMET BUYURSUN.
SİZ BÖYLE İNSANLARI HALİ ÜZERE TERK EDİN DE DİN-İ İLAHİDE TEFEKKÜH ETMEYE ÇALIŞIN.
BİR GÜN OLUR Kİ BİZİ SEVMEYENLER DAHİ BİZE MÜRACAATA MECBUR OLURLAR.(33)
Rabbim bu Mübarek İmamımızın şefaatlerine layık olmayı nasip eylesin.
Dünyada makamını türbesini ahirette cennette kendisini görüp ellerinden öpmeyi onun sohbetlerinden istifadeyi tüm Ümmeti Muhammedin as.evlatlarına nasip eylesin.
.
12.01.2022//KIRIKKALE
HİDAYET DOĞAN OSMANOĞLU
Kültür Bak.Halk Şairi
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.