- 365 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YAŞAMAK
YAŞAMAK ZAMANI
Ölümün benliğimde bıraktığı ilk izlenimler nasıldı? Bunun için çok ama çok uzun yıllar öncesine gitmem gerekiyor:
Komşu Müzeyyen Hanım’ların, bahçesi hanımelili, evlerinde akşam olmak üzereydi. Ne var ki, misafirler daha hâlâ kalkmak bilmiyorlardı. Sohbet ve çay, çay ve muhabbet, ikisi bir arada ne de iyi gidiyordu. Herkesin keyfi yerindeydi; benim de keyfim yerli yerindeydi.
Kara haber işte tam da o saat geldi ve keyfimize keder getirdi. Ev sahibesi Müzeyyen Hanım misafirlerine dönerek: ‘Salim trafik kazasında ölmüş hanımlar’ dedi; ‘morga kaldırmışlar.’ Peşi sıra hüngür hüngür ağlamaya başladı, onun peşi sıra da diğer bütün hanımların iki gözleri iki çeşme oldu, yanakları ıslandı.
1981 yılının o akşam üzeri 6 yaşındaki vücuduma büyük gelmeye başlayan yüreğim yarıldı, parça parça oldu: Ölüm? Ölmek? Demek ben ölecek, yok olacaktım öyle mi? Er ya da geç gidecektim ha!..
Siyah, damalı (ya da satrançlı) dolmuşlarda şoförlük ederdi Salim. Çok içki içtiğini söylerlerdi. Sünger gibi içine çekermiş içkiyi. Öyle deyip dururdu konu-komşu..Yerli yersiz..Her fırsatta. Kaza geçirdiği akşam da elbette alkollü geçmiş Rolls-Royce bozması dolmuşunun direksiyonuna. Ve Zalim bir araç Salim’i biçmiş.
Ne garip tecelli. Yıllar sonra oğlu da alkolik oldu. Bir müddet Amatem (Alkollü Madde Tedavi Merkezi)’de yattı-çıktı, iflah olmadı. Ah, babaların günahı!..
2 gün sonra Şoför Salim’in na’şı toprağa verildi. ‘Salim’i kara tahtaların altına koyup gittiler,’ diyordu babaannem. Demek ben de bir gün kapkara tahtaların altına girecektim öyle mi?! İnsanın bir başına kat kat toprak altında bırakılacağı gerçeği çocuk aklıma sığmıyor, bilmem kaç numara büyük geliyordu.
1981 yılında 6 yaşında bir çocuk öleceğini anlamıştı ve artık hem bedeni hem ruhu titriyordu. Fakat olan olacaktı, ağlamanın-sızlamanın ne faydası olacaktı. Değil mi ki, ölecektim, o halde vakit varken yaşamalıydım. Ve yaşadım da..Neyi mi? Dünyanın en güzel şeyini tabiî ki: Çocukluğumu.
* * *
Bir de karşı komşumuz Veli Bey vardı, daha dün görmüş gibi hatırladığım. Çamur Veli derlermiş onun adına; çamura battığından değil, çamur rengi suratından dolayı. Ak saçlarını hep geriye doğru tarardı. Yalanım yok, saçlarının bir gün bile yukarı kalktığına veya kirpi gibi diken diken dikildiğine şahit olmadım. Oğluna sorarsanız, saçlarına hemen hemen her sabah bir limonun suyunu boca edercesine sürüyor ve böylece onları kolayca geriye yatırabiliyormuş.
Sinirli adamdı rahmetli. Delişmen oğluyla hiç mi hiç anlaşamazlardı. Galiba bir seferinde bizim eve de gelmiş, balkonumuzda oturmuştu.
1983 yılının sonlarına doğru hastalandı Çamur Veli. Teşhis gırtlak kanseriydi. Çok sigara içtiğini biliyordum, çünkü görüyordum. Bununla birlikte, Allah’ın her günü kahvehanede koyu, kopkoyu, zifir gibi çayları bir paket sigara eşliğinde ard arda midesine yuvarladığını oğlundan öğrenmiştim. Bu durumda insan nasıl olur da gırtlak kanseri olmazdı.
Önce konuşamaz, sonra bir şey yiyip içemez hale geldi Veli. 1984’ün Kurban Bayramı’nın birinci günü bütün mahalleyi birden bir cenaze sessizliği sarıverdi. Çamur Veli ölmüştü. Gözlerim uzun zaman Çamur Veli’lerin tam karşımızdaki evlerinde takılı kaldı durdu. Ölümle ikinci kere karşılaşmam da bu vesileyle olmuştu: ‘Hoş geldin ölüm.’ Sen hoş bulsan da ben hiç hoş bulmadım seni..
Ama ne de olsa bayramdı, bir Kurban Bayramı. Hem o, hem de ondan sonraki bayramlarımız öylesine şen-şakrak, ancak bir çocuğa yakışırcasına şen-şatır geçecekti ki. Yazları bahçemizdeki al elmaları, mis kokulu şeftalileri, kan kırmızısı etli kirazları yemenin tadına doyum olmazdı. Babamın, mahalleye taşındığımız günlerde kazıp açmış olduğu (hemen hemen her mahallede, su çıkarmak için mezar kazar gibi kuyu kazıldığı yıllardı o yıllar), mutfak balkonumuzun tam altındaki kuyudan buz gibi kana kana su içmek ömrümüze ömür katardı.
Ölenleri görmüştüm, sessiz-sedasız gidenleri..Ama ben yaşıyordum. Vaktiyle, çocuklar nasıl yaşıyorsa, tam da öyle işte..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.