- 226 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HER YAŞAM BİR ÖYKÜDÜR
Yetmiş beş yılı. İlkbaharı bin bir türlü umuda gebe iken, yaz aradan kayıp, uçtu, gitti, yerini sonbahara bırakarak. Eylül ayı, elindeki fırçasını sarı ve sarının tonları rengine batırmış, her sabah daha koyulaştırarak çizdiği resmi çıktı geldi. Doğa hızlı değişerek toprak ananın tüm canlılarını kışa hazırlamaya koyuldu, içinde bulunduğumuz eylül ayında. Karıncaların, telaş içinde yollarını gidiş, geliş olarak ayırdıktan sonra, yapabile-ceği son hız sınırına ulaşarak, sırtlarındaki kışlık yiye-ceklerini, yuvaya taşımalarına şahit olmayan yok gibi. Aceleleri var, gözle görülen acelecilik. Akıllı hayvan bu karıncalar. Bir kere iş bölümünü iyi biliyorlar. Bul-duklarını eşit olarak bölüşmeyi biliyorlar. Aralarında birbirlerinin sırtından geçinmeyi düşünen yok. Ah bu karıncalar. Dalar gidersin arkasından, giden her karın-canın. Alır götürürler, bakan gözleri peşleri sıra, siyah bir ırmak gibi akarlar.
Göçmen kuşlar geçer bu mevsimde gökyüzünden, kanatlarını değdirerek şaire, ozana, en güzeli zamana. Zamanın aktığını fark edersin, hep akar zaman. Aslında tanımı da yok gibi. Eskiyen zaman mıdır yoksa insan mı? Zaman onlarla birlikte olunca kavranılan olur hep. Kuşların kanatlarında gider, günlerin sıcaklığı, gittikleri yere, arkalarında serinlikler bırakırlar. Göçmen kuşların, neden gelip gittiklerini düşünmeye fırsat olmaz. Bir bakarsın gitmişler, bir bakarsın gelmişler.
Köylere şehirlerden taşınır kışlıklar, yakacak odun-dan tezekten gayri. Tuz, un, pirinç daha ne varsa yiye-cek bir aceleyle alınır doldurulur ambarlara. Tezekler yığıldıkça yığılır direnmek için tüm şiddetiyle geleceği bilinen kışa. Bir de hayvanlar için ot yığınları girer olu-şacak resimdeki görüntüye. Kış sert gelir, haşin gelir. Ağaçlar soyunur, yapraklarını sarartır, döker. Yaprak denizinde gezer insan, kırlara doğru gittiğinde haşırtılar, huşurdular içinde. Su boylarında kalabalık olarak göze çarpan kavak ve söğüt ağaçları köy içine geldikçe tek tük olur. Orman dediğin sıra sıra bodur meşelerden öteye geçmez. Bir iki de ardıç olur içlerinde. Hepsi bu.
O gün ilçe merkezindeki görüntü; ağaçların altında yularından bağlanmış eşekler, başları saman torbasının içinde. Hem yiyorlar, hem osuruyorlar. Kulaklarını sallıyorlar sürekli. Bir de kuyruğunu. Durduğu yeri eşeliyor ara sıra. Canı sıkılıyor hayvanın, anırıyor uzun uzun. Ne demek istediğini anlamak zor, eşekçe konu-şuyor muhtemelen. Yanından geçen küçük çocuklar bu sesten sonra bir başka sarılır annesinin belindeki eteğine. Güllü desenli etekler. Kalçalarını ortaya çıkarıyor, elinde çantayla dolaşan kadınların. Hava durumu şizof-rene yakalanmış gibi saati saatini, dakikası dakikasını tutmuyor. Gitti bir saat önceki o ısıtıp ısıtmama konu-sunda kararsız olan güneş, yerine yağmur çiselemesi başladı. Yağmur incemsi ve avanak ıslatanı… Çiseleyen yağmurun üşüttüğü insanlar, ara sıra gözüken güneşle medet beklediklerinden çok aldırış etmiyorlar çiseleyen yağmura. Hava soğuk. Kış, bir başka… Geliş tarihi belli ama gidişi. İki mevsimi gösterir memleketin takvimleri, yaz ve kış. Altı ayı yaz, altı ayı kış. Bazen sekiz ayı kış, dört ayı yaz olur. Rüzgârı, yağmuru, karı, tipisi, eksik olmaz bu ilçenin. Acıklı hikâyeler kış mevsiminin içinde geçer. Çocuklar, annelerinin altıncı hatta yedinci, sekizinci kardeşlerini doğururken yollarda ölmesi sonucunda öksüz kaldıklarını akılları ermeye baş-ladığında öğrenirler. Ömrü bu kadarmış derler, kader böyle imiş derler, büyüklerinden de nasihati alırlar. “Takdir Allah’ındır, vadesi oraya kadarmış.” derler. Yaşayanlar alışıktır rüzgârın sertliğine, yağmuruna, karına, fırtınasına, soğuğuna, zamansız ölümlerin ya-şanmasına. Her olumsuzluğun kesildiği bir fatura mu-hakkak vardır. Suçlu aranmaz nedense. Rüzgâr eksik olmadığı gibi toz da eksik olmaz. Burada yaşayanlar boşuna dememişler buraya, “Yazın toz dolabı, kışın buzdolabı” diye. İlçenin toprak zeminli yollarında, ça-murla birlikte, telaşlı hareketlilik sürmeye başladı yağ-mur sonrası. Yol kenarındaki kaldırımların üzerinde fileler, çantalar, ayakları bağlı tavukların sahipleri malına sahip oldu. Ağaç diplerine bağlanmış eşeklerin yanına geldi sahipleri. Anırmalar arttı.
Senelerdir tek banka ile idare etmişler. İkinci banka-ya ihtiyaç olmamış. Banka müdürü ömür adamdır. İn-sanlar, sabahları bankanın kapısında para yatırmak, parasının vadesi dolan vadesini yenilemek veya faizini alıp kullanmak için sıra olurlar. Banka müdürü selamını ortaya verir, kimin selam aldığına almadığına aldırış etmeden doğruca içeri girer, masaların arasında öylesine dolaşır. Amir adam bakacak elbet. Sabahın bu saatinde işlemesinden mesul olduğu bankanın her bir şeyine. Sonra odasına yönelir. Koltuğun tozunu eli ile kontrol eder. Bir iki üfler koltuğa nihayet oturur. Zor adamdır bu müdür. Bankanın hizmetlisi çok geçmeden elindeki çayla kapısını vurur.
Banka müdüründen selam alan halk, yüzlerindeki o yılların verdiği kahır dolu ifadeyi bırakır yerine gülüm-semeli bir hal aldırır. Kolay değil caddede, sokakta bir banka müdürünün, askerlik şube başkanının ya da bir başka bürokratın selamını almak. Hazır almışken onlar da bunun zevkini çıkarmaya bakarlar. Bu yüzden gü-lümseme yayılır kulaklara kadar. Dikkatli bakan göz-lerden kaçmayansa, yokluğun yaşattığı çilenin herkesi esas yaşından daha yaşlı göstermesidir. Yıllar ağır, ağırlığını da yaşayanlar biliyor. Her yüzde, yokluğun, garipliğin fukaralığın, baskının çizilmiş resimlerini görmek mümkündür. Yokluğun, kıtlığın, gurbetin çile-leri çizgi olmuş, yüzlere yapışmış. Geçmişte yaşananla-rın geleceğe çizdiği harita gibi…
Banka müdürünün çocukluğu Ege’de geçtiğinden hiç alışamamış buradaki havalara. Hep şikâyet, hep şikâyet etmiş buradaki havadan da, yaşantısından da. Oturduğu her yerde dilinden düşürmediği; “Az kaldı tayin istememe, bundan sonra buralara gelmek mi, as-la!’’ cümlesini herkes ezberlemiş. Birinin yanına varır varmaz, yanına gittiği kişi “Biliyorum buralara gelmez-sin bir daha müdür bey.” derdi. Ziraat Bankasının tom-bul müdürünün, şikâyeti bitmezdi, ama uğradığı devlet dairelerindeki hürmetten, söylenilen çayları içmekten de mutlu idi. Hem çayını yudumlar hem de dizlerini ovuş-tururdu. “Bu romatizmalarım bu memlekette azdı, eskiden de vardı ama şimdi arttı, bu meret, huzur ver-mez ki bir dostunla ahbabınla iki laf edesin. Sızlar durur içerden.” derdi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.