ADRESSİZ KİMLİKSİZ NOTLAR II.( raydan çıkan)
‘’Bir tren vagonunda bu kadar çok insan tek bir bedende hareket edebilir miydi?’’ diye düşündüm yolculuğun sonunda. Ben kaç kişiyle paylaşmıştım acaba bir gecelik bu seferi. Bu eskimiş vücuduyla karşımda duran ve hiç tanımadığım kadının adı neydi; bu rastlantı mıydı yoksa hayat derslerinden birini mi almıştım o kadından yolculuk boyunca? Neden o konuşurken binlerce insan aynı anda konuştu benle sandım?’’ Kafamdaki soruların muhatabı ve sorularımın cevapları ben indiğimde yoluna hala devam ediyordu; ben elimde karlı bir kış günü, hiç başıma gelmediği halde avuçlarımın içinde, terden sırılsıklam olmuş bu hayat yolculuğunun tek şahidi biletimle arkasından bakıyordum koca demir sürüsünün.
Giderken ne çok benzetmiştim o genç yaşına rağmen köhne vücudunu saklayan kadınla çocukluğumun soğuk kahramanı treni. Biri bedeni üzerinde yüzlerce parmak izi taşırken diğeri ayak izlerini de katmıştı mazisine. Uzun uzun yolculuklara çıkmalı, ya da hep birilerini kendine uzak tutmalı ki yol tanısın, bilinci insanoğlunun.
Eski filmlerde izlerdim, ahşap bir bavul, rengi çoğunlukla yeşil ya da sadece cilalı bir kutu gibi demir kulplarından tutulan. İçine ne kadar eşya alabilirse o kadardı işte insanın hükmü yaşamda. Yol boyunca hiç bırakmayacağını sanmıştım elinden, iki elini sığdırmaya çalıştığı küçücük bir kulpu vardı sadece, çok geç anlamıştım bu çabanın aslında lanet okuduğu halde bir türlü vazgeçemediği hayata tutunma çabası olduğunu. Kalabalıkta annesini bekleyen bir çocuğun eline tutuşturulan avuntu şekeri gibiydi o bavul, elinden kayıverse o da kaybolacaktı ve belki de kimse onu bir daha bulamayacaktı. Bir insan kaybolmaya çalışırken bile neden ısrarla güven duymak ister…
‘Dur gitme! Ya da giderken bende bıraktıklarını da sığdır o elindekine!’
Aslında fark etmemiştim yaptığımız bu inanılmaz takası: o bana bıraktığı tüm yaşama dair sorulara karşılık benden de çok şey almıştı ve hani nasıl derler artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. İçimden iyi eğitilmiş bir kız çocuğuna yakışmayacak küfürler geçiriyordum; demek ben de yeri gelince bir sokak ağzıyla konuşabiliyordum. Yeri gelince tümden kahredebiliyordum içine edilen bu dünyaya…
İçimden geçenleri herkes duymuş gibi hissettiğimden mi yoksa soruların ve anlattıklarının dehşetinden mi bilmem kızaran yüzümü hissettim. Belki de o an, yine ilk kez, çocukluğumun o ana kadar taşıdığım utancını hafife almış olmanın rahatlığı ile yüksek sesle:’ O kediyi ben öldürmedim!’ diye haykırmak geldi içimden. Ben o kediyi öldürmemiştim, henüz çok küçüktü; defalarca süt verdim içini boşalttığım ilaç şişesiyle ama içmedi, istemedi, tutunmadı belki de yaşama, tutunmak istemedi.
O kediyi ben öldürmedim anne…
Ben reçel kavanozlarını da boşaltıp, arkadaş edinmek için hiç tanımadığım o mahallede, vermemiştim oğlanlara misketlerini bahçemize saklasınlar diye.
Uzun uzun çıkardım günahlarımı ve yerdeki kara inat esen bu koca şehrin rüzgârına serdim. Bahar temizliği için erkendi ve sen çoğunlukla baharın baharlığını gösterdiği günleri beklerdin; sandıktan çıkarırdın bembeyaz çarşafları ve naftalin kokusuna karışmış genç kızlık ümitlerini tıpkı benim küçük günahlarım gibi arka bahçede rüzgâra teslim ederdin. Ancak benim için bekleme vakti değildi; tam sırasıydı benimkiler de günah mı demek için. Fark ettim ki o giderken bende bu rahatlığı da bırakmıştı.
Tren hareket etmişti ben bu iç hesaplaşmalarını sürdürürken. Ben ona el sallamamıştım ve büyük ihtimalle kırgınlıklarına bir yenisini eklemiştim. Onun bana son kez el salladığından da habersiz olacaktım.
O da hiçbir zaman kırmızı eşarbının içine sakladığı çiğ sarı saçlarını, yıllarca uzatıp bin bir renge boyayıp yolculuktan hemen önce kestiği tırnaklarını, tüm vücuduyla birlikte yağmalanan dudaklarındaki o kırışıklığı ve temizlensin diye defalarca kanatana kadar sıcak suyla yıkadığı göğsündeki o banyo izlerini fark ettiğimi bilmeyecekti. Belki de ilk tedirginliklerimi ve elinden bir şey yiyemediğim için reddettiğim o el yapımı börek dilimini beni düşündüğü bir sonraki istasyonda yerken adımı sormamış olmanın pişmanlığıyla ömür boyu anacaktı beni. Belki de kompartımana ilk girdiğinde ‘Oturabilir miyim?’ diye sorduğunda yüzümdeki o öfkeli yüz ifadesini çoktan unutmuş olacak ve ‘Elinizdeki bilet size aitse elbette oturabilirsiniz, izin almak neden?’ diye öfkemi yüzüne kustuğumu unutmuş olacaktı hayattan hep alacaklı olmanın o gereksiz mahcubiyetiyle.
Öfkelenmiştim ilk gördüğümde; salaş kıyafeti eğreti tebessümü ve o önce pısırıklık diye adlandırdığım ezikliğine. ‘Neden kendine güvenmez bu kadınlar?’ diye geçirmiştim içimden.
‘Kendinize bir yer bulamaktan acizsiniz, bu yüzden de ezik kalacak ve horlanacaksınız!’ diye geçmişti içimden, elimdeki kitabın etkisiyle.
Evet, hiç yer edinememişti bu hayatta. Bulup sığındığı, ilk yer genç kızlığının en garip döneminde bir kaçış olarak gördüğü ve tüm masumiyetini teslim ettiği o adamın kolları olmuştu. Nice zaman sonra sığındığı bu adamın kokusunu içine çekmek ve koltuğuna rahat rahat sığmak için topuklu ayakkabılarından da vazgeçmişti. Ve vazgeçişler başlangıcı bu şekilde başlamıştı hayatında. Garip ama bu uzun yaşamı boyunca sadece vazgeçmeyi öğrendiğini itiraf ettiği tek kişi benmişim, öyle anlattı.
Anlattı…
Hiç durmadan, günah çıkarmak değilken amacı, sadece ilk kez dinlendiğini bilir gibi anlattı…
O anlattıkça içimi yıkayan bir nehir hissettim sessizliğimde. Ne çok suçlamışım kendimi yaptıklarım için hep yenilerini eklemişim duyumsadığım pişmanlıklarıma. O anlattıkça akladım kendimi, vazgeçtim infazlarımdan.
…
Bir tren gözlerimin önünden akıp giderken son noktasına kadar takip ettim ilk kez; ilk kez bir tren yolunun nerde bittiğine şahit oldum. Bir trenin küçük bir noktayken nasıl silindiğini gördüm. Trenler hiç bitmez değillermiş, bitiyormuş onların da hükmü gözlerimde. İlk kez uğurladım sonuna kadar.
Ve zormuş bir yolculuktan kalan tüm somut anıların gözlerinden silindikten sonra geri dönmek beklendiğin yere. Bekleyen de yoktu beni, iyi ki de yoktu. Tek bir şahidim bile olmadı böylelikle bu yolculuğun sonun benle paylaşacak. Ben nasılsa birkaç zaman sonra onu unutup sanki kendimi tek başıma aklamış gibi devam edecektim hayatıma. Şahit olmamalıydı hiç, kendimi buluşumun yolculuğunda.
Onu unutacağımı o an kafama koymuşum sanki. Hiç hatırlamıyorum nedense yüzünü, sesini, ellerini… Bir tek aklımda kalan, yıllarca etini pazarladığı dört duvar kirli evin yıkılacağı haberini aldıklarında, arkadaşlarından birinin :’’ Aman! Kimler geçmedi üstümüzden; iş makineleri de geçsin bu köhnenin üzerinden!’’dediğini anlatırken gülmüştü ve ben ilk o zaman görmüştüm bir insanın en çirkin gülüşünü. O an hiç gülmesin dedim içimden. Sapsarı dişleri ve içten gelmeyen alışkanlıktan ibaret zorunlu bir tebessümün iticiliğiyle bir an soğumuştum ondan.
…
Ne çok anlatmıştı hâlbuki kader ortağım dediği hayat hikâyeleri sanki farklı zamanlarda aynı kalemden çıkmış ve bir yerlerde ellerine tutuşturulmuş kadınların yaşamlarını. Birbirine benzeyen öyküler okununca unutuluyor demek ki. Ya da ben o anlatırken kendimle mi çok haşır neşir olmuştum. Neden şimdi anımsayamıyorum yolculuktan kalanları?
İlk geldiğinde dikkatimi çeken tüm özellikleri şimdi yoktu hafızamda. Sanki bir resim çizmiştim ama unuttuğum şey ayrıntılarıydı ve o ayrıntılar belli belirsiz geçiyor şimdi hafızamdan.
Sadece birkaç söz birkaç ifade var resmimin içinde. Çocukları sevdiğinden bahsetmişti, bir an için, bir zamanlar küçük bir kız çocuğu olduğunu hatırlayarak… Ancak hayat ona anne olma fırsatını sunmamıştı ve o da yine vazgeçmişti defalarca anne olmaktan. Ben onun bu eksikliğini belki de ilerde kızımın saçlarını canını yakmadan taramaya çalışırken telafi edecek ve yine hatırladığım kadarıyla anacaktım.
Kim bilir belki de unutmadığım o sözü yine kulaklarımda çınlayacaktı o anki gibi:
‘’Rahmim, doğmamış çocuk mezarlığı!’’
2007
YORUMLAR
Derya, hüzünlü bir kadını okumak kadar keyif verici tek şey hüzünlü bir kadının yaraladığı adamlardır, işte ben bu yüzden belki burada seni ve bir kaç arkadaşımı okurken o kadar etkileniyorumki susuyorum bilmiyorum ne diyeceğimi, o kadar çok şey yazmak istiyorumki, böyle bu yorum kutusunda kendimi anlatmak istiyorum size.. Size ömrüme bir türlü sığdıramadığım ve artık sığdırmaya da çalışmadığım ölümlerimi.. Size kıyısında kaldığım kadınlardan vezgeçerken nasıl delikanlıca durduğumu fakat bir o kadar da kalleşçe yaraladığımı kendi kalbimi.. Bunları buraya neden yazdığımı da bilmiyorum açıkçası, lafa nerden girdiğimi de bilmiyorum, lafın nereye varacağını da bilmiyorum. Belki demek istediğim de bu...
önder karadeniz tarafından 2/26/2007 8:45:23 PM zamanında düzenlenmiştir.