- 1035 Okunma
- 0 Yorum
- 4 Beğeni
SESSİZ HIÇKIRIK -I-
Şafak sökmüş, gün ışımaya başlamıştı.
Lütfü Bey, bugün de sütlü kahvesini bitirmiş, iş tulumunu giymişti. Binayı çevreleyen geniş balkonda yine bir tur atarak usulca diğer kapısından girip, ağır ağır merdivenlerden aşağıya süzüldü. Zülbiye Hanım, sabah namazının ardından eşinin kahvesini hazırladıktan sonra bir süre daha dinlenme ihtiyacı hissettiğinden, uyanmaması için olabildiğince sessizdi.
"Misafir işçi" olarak gittiği Almanya’dan döneli yirmi sene kadar olmuştu. Bir süre İstanbul’da yaşadıktan sonra rahat edemeyeceğini anlamış, yerleşmek için gürültüden uzak, havası güzel, yeşili bol bir muhit aramış, sonunda Yalova’da, Termal kaplıcalarına yakın bir yerde, tam da gönlüne göre güzel bir arsa bulmuştu. İşlemler tamamlandıktan sonra vakit geçirmeden inşaata başlamış, bir seneye yakın süre içinde de bitirmişti. Kolay olmamıştı tabi. Oldukça sert geçen kışın kar ve soğuğunda dahi inşaatın yanından ayrılamadığından, karşı komşusunun kullanılmayan tek göz odunluğuna serdiği bir yatak ve eski bir sobayla idare etmişti. Bu virane kulübede bazen günlerce hasta yatmış, çok sıkıntı çekmiş ama başarmıştı.
Mutluluğuna diyecek yoktu Lütfü Beyin. Etraf dağlık, sakin bir yerdi. Arada bir nükseden diz ağrılarını saymazsak iki büyük derdi vardı. Biri yalnızlık, diğeri ise yazın gölgesine sığınıp serinlediği şu asırlık çınar ağaçları. Güz kapıyı her çaldığında dökülen yaprakları süpürmekten yorulmuş, lakin pes etmemişti. Temizlik konusunda çok titiz bir adamdı Lütfü Bey. Etraf düzenli, bakımlı, her şey yerli yerinde olmalıydı. Her sabah günün ilk ışıklarıyla başlayan temizlik kahvaltı ile bölünse de, genellikle öğlen vaktine kadar devam ederdi. Balkonun bir ucuna kurulu sandalyesine oturur, yaktığı bir sigaranın dumanları arasından uzaklara bakar... dalar giderdi. Çok teşebbüs etse de bırakamamıştı bu mereti...
Dış kapıyı açtığında hafiften yağmur çiseliyordu. Son günlerde havalar hayli soğumuş, Eylül ayı kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. On adım kadar daha ilerledikten sonra merdiven altındaki emektar süpürgesini alarak demir bahçe kapısından sokağa indi.
Etrafta kimsecikler görünmüyordu. Bu vakitlerde uzanıp giden ince dağ yolundan nadiren gelen bir kaç aracın motor homurtusu haricinde sükûtu bozan tek şey kuşların cıvıltısıydı.
O gün yine bir yandan evinin önünü süpürüyor, bir yandan da muhtemelen yarım kalan hayallerine hayıflanıyordu. Her şeyi düşünmüştü de, bu koca binada yapayalnız kalabileceklerini hiç hesaba katmamıştı. Tahmin edebilse o kadar uğraşıp dört katlı bir bina yapmazdı elbet. Planına göre dört evladı da bulundukları şehirlerden gelecekler, kendileri için özenle hazırlanmış daireleri şenlendirecekler, ailece neşe ve huzur içinde yaşayacaklardı. Oysa aradan geçen onca zamana rağmen, tatiller haricinde ne gelen vardı... ne giden. Kader hayallerin üzerine kalınca kara bir çizgi çekmiş, düşlerini kâbusa çevirmişti. Yalnızlık iliklerine işliyordu. Lakin, yapacak bir şey yoktu. Pişmanlık için çok geç, "keşke"ler anlamsızdı. Tevekkül etmeliydi… sabretmeliydi. Ediyordu da zaten...
Düşüncelerini bölen, hafta arası her gün evin önünden geçen, DSİ’de görevli iki üç memurla, birkaç işçiden ibaretti. Bugün de öyle olmuştu. Hacı Amcanın çalışkanlığına gıpta ediyor, geçerken takılmadan duramıyorlardı. Her selamın ardından illâ ki tebessüme sebep kısa bir sohbet olurdu. Tanıyan herkes Hacı Amcasını çok severdi. Mahalle çocuklarının kalbinde ise ayrı bir yeri vardı. Minik ellerini öpüp alnına götürmesi çok hoşlarına gidiyordu. Adı "El öpen Amca"ya çıkmıştı. İçtendi. Misafirperverdi. Evde yemek olup olmadığına bakmaz, yoldan geçerken selam veren herkesi sofraya davet ederdi. Zülbiye Hanım eşinin bu huyunu bildiğinden, pek hazırlıksız yakalanmaz, „yarım elma gönül alma“ babından da olsa sofrayı donatır, lokmalarını bölüşürlerdi...
Yapraklar toplanıp binanın önü temizlenmiş, güneşin ilk şuaları şehri ısıtmaya başlamıştı. Lütfü Bey, nedense bugün her zamankinden daha durgundu. Biraz da baş ağrısı vardı. "Tansiyondur yine" diye geçirdi içinden. Tam eve yönelmişti ki, büyük bir gürültüyle irkildi. Uzaklardan gelen bir Kangal köpeği az ötede komşusu Fatma Hanımın bekçi köpeğini altına almış, adeta parçalıyordu.
--- Yetişiiin... yetişiin!
Oysa tek tük evlerin bulunduğu bu mahallede etrafta Lütfü Beyden başka kimsecikler yoktu. Lütfü Bey yaşından beklenmeyen bir çeviklikle koşup, süpürge sapıyla müdahele etse de, hayli geç kalmıştı. Kangal köpeğinin açtığı yaralar oldukça derindi. Cesur, hayli hırpalanmış, perişan bir halde topallaya topallaya gözden kaybolmuştu.
Gururlu bir köpekti. İşaretlediği bölgesini ölümüne savunur, kendinden iri ve güçlü hemcinslerine kafa tutardı. Her sabah bu vakitlerde zincirden çözülür, ihtiyacını görsün diye dışarı salınırdı. Son zamanlarda uzaklardan getirilip, gizlice mahalleye bırakılan başıboş köpekler rahatsızlık verse de, şikâyetler yetkililer tarafından dikkate alınmıyordu. Bu dalaşma ne ilkti, belli ki ne de son olacaktı. Lakin, bu kez yaraları ağır, kan kaybı fazlaydı. Yenilginin utancından olsa gerek, çağırmalara aldırış etmemiş, kulübesine girmemişti. Fatma Hanım iki gözü iki çeşme ağlayarak işinin başına geri döndü. Gün içinde geri geleceğini umuyor, yaralarının yine iyileşeceğine inanıyordu. Daha doğrusu buna inanmak istiyordu...
Lütfü Bey, süpürgesini yerine koyduktan sonra kapıları ardından kilitleyip dairesine çıktı. Üzerinde daha önce hiç olmadığı kadar bir ağırlık, bir yorgunluk vardı. Her gün olduğu gibi tulumunu yine merdiven başında soyunup lavaboya yöneldi. Zülbiye Hanım da çoktan uyanmış, kahvaltı hazırlamakla meşguldü.
Aniden bir inilti ile irkildi. Elindeki çaydanlığı aceleyle ocağa bırakıp seri adımlarla sesin geldiği yatak odasına ulaştığında Lütfü Bey iç çamaşırlar içinde yere yığılmış, gözleri kaymıştı. Kendinden geçmek üzereydi. Vücudu, döktüğü soğuk terden sırılsıklam olmuştu. "Hacı" diye hitap ederdi kendisine Zülbiye Hanım. "Hacı!" dedi yalvarırcasına; "Elini sırtıma koy, seni banyoya götüreyim, ne olursun kendini bırakma!"
Narin bedeni bu koca cüsseyi taşıyamazdı ki!
Lütfü Bey anlamış olsa gerek ki, söyleneni yapmaya çalışarak az ötedeki lavaboya kadar birlikte adeta süründüler. Oraya kadardı. Kendinden geçmiş, bayılmıştı…
Telaş içindeydi Zülbiye Hanım. Nasıl olmasın ki? Daha önce hiç böyle bir durumla karşılaşmamıştı. Aklına komşusunu aramak geldi hemen. Titrek parmaklarıyla adres defterini karıştırıp bulduğu numarayı çevirdi;
--- İshak Abiiii, n’olur yetişin, Hacıya bir şey oldu!
Hacıya bir şey oldu!
Ancak bu kadar diyebilmişti. Gerisini getiremeden ahizeyi bırakıp eşinin yanına koştu. Nefes alıp veriyor, ancak sesi çıkmıyordu. Zülbiye Hanımın gözlerinden yaşlar süzülürken, bir yandan da kuru bir havlu ile eşinin terini siliyordu.
İshak Beyler bu civarda en yakın dostları, güvenilir komşularıydı. Durumun ciddiyetini anlamıştı.
Kapıdan çıkar çıkmaz hemen bahçede çalışan oğluna seslendi;
--- Keriiim... Kerim!
Koş oğlum. Lütfü Amcan fenalaşmış. Acele gitmemiz gerek.
Kerim üzerindeki tulumunu değiştirmeden arabaya yöneldiğinde İshak Bey arabaya binmişti bile.
Zülbiye Hanım yerde hareketsiz yatan eşinin üşümemesi için giyindirmeye çalışmış, başaramayınca da üzerini bir battaniye ile örtmüştü. Dizleri üzerinde, terini silmeye devam ederken, bir yandan da -belki duyar ümidiyle- teselli etmeye çalışıyordu. Kendisini ilk kez bu kadar yalnız ve çaresiz hissediyordu…
İshak Bey, eve gelirken ilk yardımı aramış, bu arada Lütfü Beyin Ankara’daki büyük oğlu İbrahim Beyi de durumdan haberdar etmişti. Ambulansın sireni acı acı çalarak yaklaşırken İshak Beyler de eve ulaşmıştı.
Zülbiye Hanım o telaş içinde ne yaptığını, ne yapması gerektiğini bilecek durumda değildi. İshak Bey gelenleri karşılayarak hemen Lütfü Beyin yanına getirdi. İlk müdahele yapılırken, bir yandan da Zülbiye Hanıma hazırlanmasını, birlikte hastaneye gideceklerini söyledi.
Gürültüye komşular da kapıya yığılmış, endişeli bakışlarla olan biteni anlamaya çalışıyorlardı.
--- Hayırdır! Ne oldu İshak Abi?
--- Hacı amca bu sabah aniden fenalaşmış. Geldiğimde baygın haldeydi. Durumu hiç iyi görünmüyor. Hastaneye götürüyoruz.
Lütfü Bey bir ara gözlerini açmış, Zülbiye Hanımın elini sımsıkı tutuyor, lakin ne konuşabiliyor, ne de söylenenlere tepki verebiliyordu. Acele ile tüm kapıları kapatarak en yakın hastanenin yolunu tuttular. Zülbiye Hanım eşinin başucunda sürekli dua ediyor, elini bırakmıyordu...
Ambulans yolu yarıladığında İshak Beyin telefonu çalmaya başladı. Arayan İbrahim Beydi;
--- İshak Bey, az önce hastane yetkilileriyle görüştüm. Hiç vakit kaybetmeden İstanbul’a GATA’ya götürecekler. Babamın tansiyon problemi vardı. Beyin kanaması geçirmiş olabilir.
--- Haberleri varsa mesele yok. Hiç endişe etmeyin İbrahim Bey.
Kısa bir tereddütten sonra;
--- Ben de birlikte gideceğim.
İshak Bey oğlu Kerim’i Yalova’da bırakarak Zülbiye Hanıma refakat etti. Ambulans hastaneden içeri girer girmez süratle ilk tetkikler tamamlanmış, tahmin edildiği gibi, Lütfü Bey beyin kanaması teşhisi ile hemen ameliyata alınmıştı.
Bu arada İbrahim Bey de bir an önce hastaneye yetişmeye çalışıyordu. Yollar her zamankinden uzun, tükenmek bilmiyor gibiydi. Yolda İstanbul’daki kız kardeşini aramış, gelişmelerden haberdar ederek hastaneye gitmesini tembihlemişti.
İbrahim Bey öğlene doğru hastaneye vardığında ter içinde kalmıştı. Önce annesinin yanına koştu. Kardeşi Hülya Hanım da oradaydı. Annesine sarılarak teselli etmeye çalıştı. Arada bir yanaklarını öpüyor, avcuna aldığı ellerini okşuyordu. Bir süre sonra doktorla görüşmek için oradan ayrıldı.
Ameliyat henüz bitmişti. Fakat haberler hiç de iyi değildi. Anlatılanlara bakılırsa, kurtulması mucizelere kalmıştı. Odasına girdiğinde bir ara gözlerini aralamış, İbrahim Beyin gözlerine sabitlenen sevgi dolu anlamlı bakışlarıyla adeta "Anneniz size emanet!" der, veda eder gibiydi. Bu, hayli çileli geçen ömründe hayata son bakışıydı. Ardından, kapanan gözleri bir daha hiç açılmayacaktı...
Beyin kanaması, sonuçları önceden kestirilemeyen zor bir vakaydı. Dua ve sabırdan başka yapılabilecek bir şey kalmamıştı. Bir de acilen kalabilecek bir yer ayarlanması gerekiyordu tabi. Hülya Hanım, hastaneye bir saat mesafede, küçük sayılabilecek bir evde ikamet ediyordu. Uzak olmasına rağmen, ne kadar süreceği belli olmayan bu sıkıntılı durumda evde kalmak, otel odasında sabahlamaktan daha iyiydi. Abisini ikna etmek zor olmamıştı...
Her sabah yeşeren umutlar akşam yerini endişeye bırakıyordu. İbrahim Bey, İstanbul’a gelirken Almanya’daki kardeşlerini de haberdar etmiş, -gelişmelere göre- gelmeleri gerekebileceğini, hazırlık yapmalarını belirtmişti. Lütfü Beyin komada geçirdiği on uzun günün ardından herkesin uykusuzluktan çehreleri solmuş, yorgun ve hayli perişandılar.
O gün, annesini ve kardeşlerini evde bırakan İbrahim Bey, hastaneye girdiğinde, koridorda doktorla göz göze geldi. Doktor, hemen sağ taraftaki odasını işaretle "buyur" ederek birlikte içeri geçtiler. Hâl ve bakışlarından bir olağanüstülük sezmişti İbrahim Bey. Sebebini tahmin etmiş, lakin kabullenmek istemiyordu. Kendisine gösterilen koltuğa yığılırcasına oturduktan sonra doktor hayli üzgün bir ses tonuyla;
--- Lütfü amcamızı kaybettik maalesef. Başınız sağolsun.
Eli İbrahim Beyin omuzundaydı. İşittiği cümleler beyninde yankılanıyor, başı uğulduyordu. Gözleri buğulanmış, ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu. İkram edilen sudan iki yudum aldıktan sonra babasını son bir kez görmek istediğini belirtti. Birlikte morga giderlerken ayakta güçlükle duruyordu. Metanetli olmak zorundaydı. Ailenin sorumluluğu artık onun omuzlarındaydı.
On dakika kadar sonra morgtan çıktığında doktor kapıda kendisini bekliyordu. Yapılması gereken işlemler konuşulduktan sonra İbrahim Bey yıkılmış vaziyette eve doğru yola koyuldu...
Vardığında hemen yukarı çıkmamıştı. Kapının önünde bir süre dalgın dalgın gezinip durmuş, özellikle de annesine bu acı haberi nasıl vereceğini düşünüyordu. Zili çaldığında kapıyı kardeşi Kenan Bey açmıştı. Doktor ve ağabeyi ile yapılan konuşmalardan, babalarının sağlık durumunun umut verici olmadığını sezerek, ağabeyi Metin Beyle birlikte Berlin’den gelmişlerdi. Bu arada Metin Bey de kapıya yönelmiş, ağabeyinin kızaran gözlerinden tutundukları son umut dalının da kırıldığını anlamıştı. Zülbiye Hanım son günlerin yorgunluğuna yenik düşmüş, yan odada uyumaktaydı.
"Gelin!" dedi sessizce kardeşlerine. Birlikte koridorun sonundaki odaya girdiler, kapıyı kapattılar. İbrahim Beyin dudakları titriyor, bir türlü söze başlayamıyordu. Bir şey söylemesine gerek de kalmamıştı zaten. Hıçkırıklar yükselmeye başladığında İbrahim Bey müdahele etme gereği duydu. Annelerinin yanında metin olmalarını, daha fazla üzülmemesi için teselli etmelerini sıkı sıkıya tembihledi. Sakinleşene kadar beklemelerini belirtip odadan çıktığında annesi ile karşılaştı. Hıçkırıklara uyanmış, durumu anlamıştı. Metanetini korumaya çalışsa da, kolay olmuyordu. Yanağından süzülen gözyaşlarını örtüsünün ucuyla siliyor, İbrahim Beye yaslanarak destek almaya çalışıyordu. Kolay değildi tabi. Yaklaşık elli senelik birliktelik nihayet bulmuş; hayatını paylaştığı, lokmasını bölüştüğü, sitemine alıştığı eşi hayata ve kendisine veda etmişti.
Keşke basit sebeplerden olay çıkarıp kızsaydı... küsseydi yine... Naz etseydi. Gitmeseydi yeter ki...
Acı haber tez duyulurdu. Çok geçmeden akraba ve dostların da vefattan haberi olmuş, bir gün sonra herkes hastaneye akın etmişti. Son senelerini Yalova’da geçirse de İstanbul’da önceden oturduğu muhitteki aile kabristanına defnedilmesini vasiyet etmişti. Semtin en eski esnaflarından ve yakın dostlarından Emrullah Bey mezar işini üstlenmiş, çalışmalara ön ayak olmuştu. Mezar yeri oldukça sert bir zemine denk geldiğinden, çalışanlar kan ter içinde kalmıştı. Bu arada Lütfü Beyin naaşı yıkanmış, kefenlenmişti.
Gasilhaneden çıktıklarında Metin Beyin gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Cenaze arabası mahallenin Merkez Camiine vardığında öğlen ezanı okunuyordu...
Sanayi Mahallesi, zenginlerin gözde semtleri Etiler ve Levent’e çok yakın olmakla birlikte, yetmişli yıllarda henüz imar ve iskâna açılmamış, halk arasında "varoş" tabir edilen bir muhitti. En yükseği üç katlı, çoğunlukla gecekondulardan oluşan bir kaç mahallesi vardı. Çevredeki Çeliktepe, Gültepe gibi semtlere nisbeten henüz gelişmemiş sayılırdı.
Lütfü Bey iki katlı gecekondusunu yaparken hayli sıkıntı çekmiş, yüklüce bir borca girmişti. Ödemede zorlanınca, „Misafir İşçi“ statüsünde Almanya’ya gidebilmek için müracaatta bulunmuş, olumlu haber geldiğinde çok sevinmişti. Konsolosluk yetkilileri, sadece imtihana tabi tutmakla kalmamış, sağlık taramasından geçirirken dişlerine kadar da kontrol etmişlerdi. Geçimini sağlamak için binlerce kilometre ötelere, yaban ellerine gitmek zorunda kalan Lütfü Bey, ihtiyacı olan parayı biriktirir biriktirmez geri dönecekti. Oysa gurbet mahiyeti bilinmeyen bir "Kara Delik" gibiydi. İçine giren kayboluyor, çıkışı bulanlar ise yılların çehreye bıraktığı nakışlardan, ağaran saçlardan tanınmaz hâle geliyordu.
Lütfü Bey de ömrünün en güzel senelerini gurbette geçirmişti. Gidişinin daha ikinci senesinde elim bir trafik kazası sonrası ağır yaralanmış, yerel basında haber olmuştu. Haftalarca komada kalmış, ameliyatların ardından, kırılan çene kemiği ve dişlerinin tedavisi de aylarca devam etmişti. Kesin dönüş yaptığında hiç bir şey eskisi gibi değildi tabi. Bunda yadırganacak bir durum da yoktu aslında. Ama, gördüğü manzara, umduğunun ötesinde şaşırtıcı, ondan da öte; üzücüydü.
"Vatanım" dediği topraklar… İnsanlar… Komşular...
Giderken bıraktığı o sessiz, sakin muhit seneler içinde sürekli göç almış, gürültü had safhaya ulaşmıştı. Gecekonduların yerinde on-on iki katlı binalar, az ötesinde gökdelenler, Avrupai markaların şubeleri vardı. "Var"ların çok olduğu sevgili semtinde, yokluğunu hissettiği ne varsa içini sızlatıyordu;
Dostluklar… Komşuluklar… Samimiyet… Huzur.
Hele de kadim dostları! Ne, -muziplik olsun diye- kuruması için asılı halısını balkondan alıp gizleyen İnegöl’lü Keresteci Mahmut vardı artık, ne de kıtlık ve karaborsanın hüküm sürdüğü senelerde geride bıraktığı ailesine büyük boy yağları, kesme şekeri, Aygaz tüpü tedarik eden bakkal Salih Efendi.
Çoroş Niyazi… Gudu Bayram… Pala Memmed... Daha niceleri.
Kimi, bozulan düzene dayanamayıp çekip gitmiş, çoğu da rahmetli olmuştu. Lütfü Bey de Yalova’ya o yüzden gitmemiş miydi... Dönmemek üzere... Kaçarcasına!
Metin Bey, öğleyi müteakip musallaya doğru yaklaşırken uzun zamandır göremediği, görüşemediği akraba ve dostları da cenaze namazı için saf tutmuştu. Kılınan namazın ardından Lütfü Beyin naaşı akraba ve çocuklarının omuzlarında mezara taşınırken yağmur da şiddetini artırmıştı.
Defin işlemi tamamlanmış -bir kişi hariç- herkes dağılmıştı. Metin Bey ailenin belki de en duygusal bireyiydi. Ayrılmak zor geliyordu. Babasının asabiyetinden sayısız kereler nasibini almış olsa da asla kırılmamış, kin gütmemişti. Yedikleri her dayaktan sonra gittikleri dondurmacı, Metin Beyin nezdinde bir pişmanlık ifadesi, özür mahiyetindeydi. Çorak dağlar arasına sıkışmış dar bir alanda kurulan küçük bir köyde, zamanın şartları ilkokulu bile bitirmesine müsade etmemişti. Babasının sorumlusu olmadığı cehaleti, affedilmeye değer bir mazeretti nazarında. Bir tokata babanın, bir azara annenin satılmadığı devrin adamıydı Metin Bey. Saygıda asla kusur etmemiş, sevgisi eksilmemişti.
Herkes araçlara yöneldiğinde kardeşinin eksikliğini farkeden İbrahim Bey geri döndü. Metin Bey yağan yağmurun, ıslanan toprağın farkında değildi. Dizlerinin üzerine çökmüş, başı önüne eğilmişti. Ayrılık zor geliyordu. Bir süre sonra İbrahim Bey kardeşinin koluna girerek birlikte araca doğru ilerlediler...
Vefalı dostları cenaze namazından sonra da İbrahim Beyi yalnız bırakmamışlardı. Bunlardan biri de elli yıllık çocukluk arkadaşı Tamer’di. Yalova’ya kadar refakat etmekle kalmamış, giderken tedarik ettiği yiyecekleri de beraberinde getirmişti.
Yalova’ya vardıklarında hava çoktan kararmıştı. Binanın buz gibi oluşu sadece sonbaharın soğuğundan kaynaklanmıyordu. Zülbiye Hanım hiç vakit geçirmeden bir kova dolusu odunla sobayı tutuşturdu. Ev müsait olmasına rağmen, birlikte yenen yemeğin ardından misafirler izin isteyerek, gecenin geç vaktinde yeniden İstanbul’a hareket ettiler...
Dört kardeş annelerini yatırdıktan sonra da hemen uyuyamamışlardı. Kenan Beyle Hülya Hanımın durumları uzun süre kalmaya müsait olmadığından, yapılması gerekenlerin bir an önce konuşulmasında fayda vardı. En öncelikli mesele de, annelerinin nerede ve kiminle kalacağıydı. Koca binada tek başına yaşaması mümkün olamazdı. Her biri sırayla söz alarak düşüncelerini söyledi. Herkes annesi ile birlikte kalabilmeyi arzu ediyor, ancak hiç biri Yalova’ya yerleşmek istemiyordu. Herkesin kendine göre haklı sebebi, gerekçeleri vardı.
Başka çare olmadığı anlaşılınca, Metin Beyin teklifi kabul edilerek Zülbiye Hanımın Berlin’e götürülmesine karar verildi...
Vakit gece yarısını çoktan geçmiş, sabah ezanı okunmak üzereydi. Kardeşler dinlenmeye çekilirken, Metin Bey hemen uyumamıştı. Namazdan sonra ise artık göz kapaklarına yenik düşmüş, koltuğun üzerinde öylece uyuyakalmıştı.
Saatler sonra oturma odasından gelen sesler üzerine uyandığında vakit öğleye yaklaşmış, kardeşleri Yalova’dan ayrılalı epey olmuştu. Kapı aralığından, annesinin komşu Fatma Hanımla sohbet ettiğini gördü. Rahatsız etmemek için arka kapıdan balkona çıktı. Seracı Sezgin Beyin Kangal köpeği yine salıverilmiş, bir kaç gün önce onmaz yaralar verdiği Cesur’u aşağılarcasına ağaç diplerine mührünü vuruyor, bölgeyi sahipleniyordu. "Belli ki Cesur yakınlarda değil, olsaydı, gerekirse ölümü göze alır, bu istilaya müsade etmezdi" diye geçirdi içinden Metin Bey. Az daha ilerleyip, boynunu uzattığında yanıldığını anlamıştı. Cesur, Kangal köpeğinin üç-dört adım arkasından aksayarak ilerliyor, sesini çıkarmıyordu. Onun gibi onurlu bir köpek için hazmı kolay bir durum değildi bu. Ya yeterince ağaç dibi mühürlenmiş, ya da "mürekkep" bitmiş olacak ki, Kangal on adım kadar ötede yola boylu boyunca uzanmıştı. Küstah tavırlarına bakılırsa öyle hemen gidecek gibi de görünmüyordu. Cesur, belalısını bir süre daha hareketsiz şekilde izledikten sonra, bahçe kapısından girerek kulübesine doğru gözden kayboldu.
Metin Bey odaya girdiğinde Fatma Hanım da gitmek üzereydi. Annesi ile birlikte komşularını kapıya kadar uğurladıktan sonra geriye döndüler. Sofrayı kurmak üzere mutfağa daha yeni girmişlerdi ki, kulakları sağır edercesine bir çığlık ile irkildiler. Sesin sahibini hemen tahmin etmişlerdi. Bu Fatma Hanımdan başkası olamazdı. Kaz ve tavukları kümeslerine sokarken çıkardığı gürültüsüne alışmış olsalarda, bu bağırtı öncekilerine pek benzemiyordu. Hemen balkona koştular. Kangal henüz sokaktan gitmemiş, lakin, korktukları gibi yeni bir it dalaşı da yoktu. Metin Bey Fatma Hanıma sesleniyor, bir türlü cevap alamıyordu. Aceleyle ayağına bir çift terlik geçirip karşıya koşuşturduğunda kulübesinin önünde Cesur’un cansız bedenini gördü. Aldığı yaralara ve kan kaybına bir de aşağılanmak eklenince daha fazla dayanamamıştı muhtemelen. Fatma Hanım feryadı bırakmış, dizlerinin üzerinde sessizce ağlıyordu.
Bir insan ailesinden birini kaybetse ancak bu kadar üzülebilirdi...
Müteakip günlerde de işe başlarken her sabah gözleri şiş, akşam evine dönerken yine ağlamaklıydı. Gözyaşlarına engel olamıyordu. Bu durum yaklaşık bir hafta kadar böyle devam etmişti.
...
Lütfü Beyin ölümünün ardından geriye kalan o derin boşluk ve eksiklik anbean hissediliyordu. Hiç bu kadar garip kalmamıştı bu bina. Havaların günden güne daha da soğuması, bir an önce Berlin’e gitmelerini gerektiriyordu. Hem, geniş aile ortamında Zülbiye Hanım bu zor günleri buraya nisbeten daha kolay atlatabilirdi. İşlemlerin tamamlanması üç hafta kadar sürmüş, vizenin hallinden sonra biletler de alınmıştı.
Berlin’e gitmeden önce bina terastan zemin kata kadar yıkanıp, iyice temizlenmişti. Komşular, yapılan hazırlıktan durumu anlamış, imkânı olanlar yardıma gelmişlerdi. Çok sevdikleri komşularından ayrılık hüzün verse de, yalnız kalmayacağını bilmenin mutluluğu vardı.
Ayrılık günü gelip çatmıştı. Karşılıklı iyi temenniler ve dualar arasında taxi hareket ettiğinde dönüşü meçhul bir seyahat başlamıştı.. Feribotla İstanbul’a geçerken de, havaalanına giderlerken de derin bir sessizlik hakimdi. Belli etmemeye çalışsa da; evinden, yuvasından ayrılık Zülbiye Hanıma zor geliyordu. Yolculuk tahmin edilenden uzun sürmüştü. Öyle ki, evden erken çıktıklarını düşünürken uçağa son anda yetişebilmişlerdi...
Vardıklarında Berlin’de akşam üzeriydi. Önceden haber verdiği için Metin Beyin büyük oğlu Ahmet karşılamaya gelmişti. Babaannesinin, babasının boynuna sarılıp valizin birini de kendisi aldı. Sıradaki taxinin bagajına eşyaları da yükleyip birlikte eve hareket ettiler. Oturdukları yer havaalanına yakın mesafedeydi. On beş dakika içinde eve vardıklarında Berrin Hanım da yemekleri hazırlamış, sofrayı kuruyordu. Gelenleri kapıda karşılayıp kayınvalidesinin boynuna sarılırken göz kapakları hüznün ağırlığına dayanamamıştı. Çok hassas yürekliydi.
--- Başımız sağolsun anneciğim, Allah rahmet eylesin.
--- Sağol kızım. Allah razı olsun.
Pardesüsünü çıkarmasına yardım etti. Yol boyunca pek bir şey yenmemişti. Zaruret haricinde kimse konuşmuyor, konuşamıyordu. Yemek bittikten sonra birlikte oturma odasına geçtiler. Zülbiye Hanımın odası önceden itinayla düzenlenmişti. Metin Bey de, ilk günlerin garipliği geçene kadar annesi ile aynı odada kalmaya karar vermişti. Üçlü kanepe de kendisi için hazırlandı.
Nisbeten sessiz ve sakin geçen ilk günlerin ardından, biraz da çocukların muzipliğinden olsa gerek, evin kasvetli havası dağılmış, Zülbiye Hanım da suskunluğunu bozmuştu.
Zaman, acıları tümden yok etmese de, dayanılır hâle getiriyor hatta bazen unutturabiliyordu. Bu da hayatın başka bir gerçeği, büyük bir nimetti. Birlikte sohbetler ediliyor, yürüyüşler yapılıyor, ağız tadıyla yemekler yeniyordu. Bunda, Berrin Hanımın içten gelen ilgi ve gayretinin payı büyüktü elbet.
Berrin Hanım, okumaya çok hevesli, gayretli, hafızası çok güçlü bir kadındı. Öğrendiği bir şeyi bir daha kolay kolay unutmazdı. Ailesinin ilgisizliğine biraz da ihmalkârlık eklenince, çok arzu ettiği halde, liseden sonra üniversiteye müracaat etmemiş; evlilik, ev işleri, çocukların eğitimi derken bu özlemini bir türlü gerçekleştirememişti. Yıllar sonra da olsa, nihayet eşinin teşviki ve desteğiyle çok arzu ettiği Tamamlayıcı Tıp Bölümüne kaydını yaptırmış, Akupunktur, Hacamat ve Sülük tedavisi derslerine devam ediyordu. Kolay olmamıştı tabi. Özellikle de dokunmaktan ürktüğü sülüklerle dostluk kurması hayli zaman almıştı. Öğrenmekten büyük mutluluk duyuyor, yorgunluğu umursamaz görünüyordu. Günden güne şekillenen, kimileri için uçuk sayılabilecek idealleri vardı. Mesleğini öğrenip, diplomasını aldıktan sonra, açacağı muayenehanesinde ekonomik durumu iyi olmayanları ücretsiz tedavi edecek, seminerler verecekti. Ailesine, topluma, ihtiyaç duyan insanlara elinden geldiğince faydalı olabilmenin hayalini kuruyordu. En büyük üzüntüsü, annesi Pakize Hanımın demenz hastalığına yakalanmış olmasıydı.
Pakize Hanım, eşinin vefatından sonra annesini de kaybetmiş, yalnız yaşayamayacağı anlaşılınca da kızı Berrin Hanımlarda kalması münasip görülmüştü. Lakin, zamanla demenz hastalığına diz ağrıları da eklenince, üç kat merdiven inip çıkmak yaşlı kadın için işkenceye dönüşmüştü. Asansörü olmayan binada özellikle de merdiven çıkarken defalarca soluklanmak zorunda kalıyordu. Yapılması gereken belliydi. Ya asansörlü dairelerde yaşayan üç evladından birine gidecek, ya da ayrı bir daireye taşınacaktı. Herkesin halletmekle yükümlü olduğu sorumlulukları vardı elbet. Ancak söz konusu anne olduğuna göre herkesin özveride bulunması gerekiyordu. Gün o gündü. Metin Bey bu beklentisinde en çok da kayınbiraderi Behzat Beye güveniyor, konuyu görüşmek için fırsat kolluyordu. Meselenin ivedilikle çözüme bağlanabilmesi için de bir an önce karar verilmesi gerekiyordu.
Nitekim haftasonu bu mevzuyu görüşmek için uygun bir zamandı. Metin Bey kayınbiraderine giderken, yapacağı teklifin kabul edileceğinden son derece emindi. Bulduğu çözümün asgari ücretle geçinmekte zorlanan biri için bulunmaz nimet, değerlendirilmesi gereken önemli bir fırsat olduğun inanıyordu.
Güzel bir sohbetin ardından konu nihayet asıl meseleye gelmişti. Metin Bey, kayınvalidesinin bozulan sağlık durumunu kısaca özetledikten sonra düşüncesini açıkladı;
--- Biliyorsun, severek ve büyük bir gayretle anneye baktık. Onu her zaman mutlu ve huzurlu görmek bizi de çok memnun etti. Beş senedir olduğu gibi, bundan sonra da hizmetini yapmayı, yapabilmeyi arzu ederdik elbette. Lakin, belirttiğim gibi, artık üç kat merdiveni çıkıp inebilecek durumu kalmadı. Çok şükür ki alternatif çözüm imkânlarımız da var. Nihayetinde senin de annen. Genişçe bir eve taşınarak yanınıza almanız en makul çözüm olur kanaatimce. Hem, annenin emekli maaşıyla dul aylığını bütçenize katar daha da rahat geçinebilirsiniz. Hatta... hatta gerekirse taşınmanıza da yardımcı olurum tabi.
Behzat Beyin az önceki neşeli hâlinden hiç eser kalmamıştı. Endişeye bürünen bakışlarından böyle bir teklif beklemediği açıkça belli oluyordu. Sessizlik uzadıkça Metin Beyin şaşkınlığı da artıyordu. Cevap gecikince hayret ve hayalkırıklığını hissettirme gereği duymuştu;
--- Öyle uzun uzadıya düşünecek ne var ki Behzat? Teklifimin olumsuz sayılabilecek bir yanı varsa söyle ben de bileyim. Evine alacağın kişi annen... Öz annen!
Bu sessizlik karşısında söylenecek daha çok şey vardı. Lakin yutkunmayı tercih etmişti Metin Bey. Bu arada Behzat Bey de nihayet endişesinin sebebini açıklamaya karar vermiş görünüyordu;
--- Annem tabi... bakarım da...
Ya öldüğünde evin kirasını ödeyemezsem?
Ya taşınacak kirası uygun bir daire bulamazsam?
Zor durumda kalırım.
İnanılır gibi değildi. Behzat Beyi annesinin rahatı, huzuru ve mutluluğundan ziyade, tarihi meçhul muhtemel ölümü, çıkabilecek zorluklar ve kurulu düzeninin etkilenip etkilenmeyeceği ilgilendiriyordu.
Hissettirmemeye çalışsa da, Behzat Bey Metin Beyin kızdığını anlamıştı. Daha fazla konuşmanın da anlamı yoktu... durmanın da.
Kapıya doğru yöneldiğinde Metin Bey de yine fevri davranmış, kararını vermişti. Bir evlada yakışmayan bu tavır karşısında bu eve son gelişi olacaktı...
Baldızları ile görüşmeye gittiğinde alabileceği muhtemel olumsuz cevaplara hazırdı Metin Bey. Nitekim yanılmamıştı. Öz kızları da farklı gerekçelerle annelerine bakamayacaklarını belirtince geriye bir tek çözüm yolu kalmıştı. Yakınlarında zemin katta bir daire bularak Pakize Hanımı oraya yerleştirmek, bakımına ve hizmetine devam etmek...
...
Uzun arayışların ardından nihayet bir daire bulunduğunda herkes derin bir nefes almış, çok sevinmişti. Metin Beylere iki yüz metre kadar yakınlıktaki bu dairenin iki odası bir de balkonu vardı. Balkon önündeki küçük bir bahçesiyle tam da aradıkları nitelikte ve güzellikteydi. Kısa sürede badana-boyası yapılmış, masaj koltuğuna, elektrikli ortopedik yatağa kadar her şey düşünülmüş, tüm gerekenler alınmıştı.
Ev ikamete hazır hâle gelince geriye cevap bekleyen bir tek soru kalmıştı;
"Yanında kim kalacaktı?"
Hayat şartlarının zorladığı yeni düzenden en çok etkilenen çocuklar olmuştu. İlk aylarda geceleri annesinin yanında kalan Berrin Hanımın gidişleri özellikle evin küçük delikanlısı Yusuf’u çok üzüyor, boynunu yana büküyordu. Akşamları ayrılırken annesinin ardından hüzünlü bakışları dayanılır gibi değildi. Hayatın hengâmesinde zaman süratle akmış, bu durum dayanılmaz hâl almıştı. Sekiz ay kadar sonra, görevi üniversiteye giden büyük oğlu Ahmet’in devralmasıyla biraz rahatlama olsa da, Berrin Hanım özellikle de dersler sebebiyle her geçen gün daha da zorlanmaktaydı. Üstelik; gelişmeler, Ahmet’in evden, ailesinden ayrı yaşamasının özellikle de eğitimine olumsuz yansımaları olacağını gösteriyordu. Ne yazık ki Metin Bey de, Berrin Hanım da bu tehlikenin tam olarak farkında değildi.
Zorluklara rağmen, Berrin Hanım neşesini kaybetmiyor, hayata yine hep olumlu tarafından bakmaya çalışıyordu. Başarıyordu da... Derslerinin zorluğu ve yoğunluğuna rağmen, en ufak bir bezginlik belirtisi göstermeden, şikâyet etmeden annesinin de, kayınvalidesinin de mutlu olması için çırpınıyordu. Yoruluyordu tabi...
...
On-on beş dakikalık yürüme mesafesinde genişçe bir parkın olması büyük şanstı. Havaların durumuna göre, Metin Bey hemen her gün annesini geziye çıkarıyor, hareketsiz kalmamasına dikkat ediyordu. Zülbiye Hanım evde kaldığı sürelerde ibadet ederek, Kur’an okuyarak vaktini değerlendiriyordu. En mutlu olduğu anlar ise; mısır gevreği, dilimlenmiş meyveler eşliğinde bilgisayar odasında izlediği Hz. Yusuf dizisiydi. Çok arzu etse de -aşırı sigara içtiğinden- Pakize Hanımı ziyaretten pek hoşlanmıyordu.
İstemeyerek de olsa, bu akşam yine Pakize Hanıma misafir olmuşlardı. Daha girişten itibaren kesif bir nikotin kokusu hissediliyor, müthiş bir rahatsızlık veriyordu.
Başkasına nasihat mizacına uygun olmasa da, bu kez Zülbiye Hanım kapıdan girerken kararını vermişti. Pakize Hanımı sigara alışkanlığından vazgeçirecekti. Daha doğrusu, öyle umuyordu. Alışkanlık sandığı bu durumun bağımlılık olduğunun farkında değildi. Nereden bilebilsin ki? Hayatında ağzına hiç sigara koymamıştı ki!
Dumanın yoğunlaştığı, sohbetin dem aldığı bir anda;
--- Neden şu sigarayı bırakmıyorsun Pakize Hanım? Üstelik sağlığına da çok zararlı!
Eyvah ki ne eyvah! Yanlış kişiye, çok yanlış bir zamanda çok da yanlış bir soru sormuştu. Her şeyine karıştırırdı da, Pakize Hanım sigarasına laf ettirmezdi. Asabiydi de! Sözünü hiç esirgemezdi.
Çehresi değişmiş, bakışları sertleşmişti. Başkası olsa, ağzına gelen, dilinden çoktan dökülmüştü.
Hayret! Bu kez öyle olmamıştı. Ama, damarına çok kötü basıldığı belliydi. Konuşacaktı da, sanki nereden, nasıl başlayacağını düşünüyor gibiydi. Sinirle parmakları arasında ezerek tuttuğu sigarasını göstererek;
--- Bu... Bu benim arkadaşım... Bırakmam! Ölsem de bırakmayacağım!
Konuşurken, gözleri yuvalarından çıkacak gibi hiddetliydi.
Pakize Hanım, altmışlı yıllarda Almanya’ya gelen ilk nesil gurbetçilerdendi. Eşiyle beraber yaptıkları müracaatta öncelik kendisine verilmiş, gelirken ardında eşini ve küçük bebeğini bırakmak zorunda kalmıştı. Sigaraya başlamasının tek sebebi de muhtemelen o günkü hayat şartlarının zorluğu ve yalnızlığıydı. Dilini bilmediği, kültürüne yabancı olduğu insanlar arasında yirmili yaşlarda genç bir kadın olarak yaşam mücadelesi vermek bugünkü kadar kolay değildi tabi. Zaman içinde ailece bir arada yaşama imkanı bulsalar da, birikimlerini doğru değerlendiremedikleri için bir türlü rahat yüzü görememişlerdi. Yıllarca güneş görmeyen, bakımsız, iki odalı küçük bir dairede beş, bazen altı kişi birlikte yaşamak zorunda kalmışlardı. Aile bütçesine katkı amacıyla değişik fabrikalarda, bazen de temizlik işlerinde çalışmıştı. Eşinin, anlamadığı işlere girişmesi sebebiyle, para biriktirmek bir yana, borca dahi girmişlerdi. Her evlenip ayrılan çocuğu, kendisini içine düştüğü bu çarkın dişlerinden kurtarmış sayıyor, seviniyordu.
Pakize Hanımlar Türkiye’ye kesin dönüş yaptıklarında yeni bir hayat kurmak için artık çok geçti. Her fırsatta dile getirdiği zor hayat şartlarını, sıkıntıları unutamıyor, hatırladıkça da o günleri sanki yeniden yaşarcasına öfkeleniyordu. Hayatı ıskalamış, gençliğini yaşayamamıştı. Alevli "eyvah"ları, sayısız "keşke"leri vardı...
Saygısı öfkesinden baskın çıkmış, Zülbiye Hanımı incitecek bir söz söylememişti. Sigarasından derin bir nefes daha aldı... daldı, gitti.
Uzayan sükût sohbetin tadını bozmuştu. Zülbiye Hanım gereken dersi almış, biraz da alınmıştı. "Hiç bir mazeret sağlığa zararlı kötü bir alışkanlığa dayanak olamazdı… Olmamalıydı" diye düşünüyordu. Yaşanan bu hadiseden sonra bir daha ziyarete gelecek gibi de görünmüyordu. Nitekim, Türkiye’ye dönerken dahi vedalaşma gereği duymamıştı.
…
Metin Bey, zaman geçtikçe annesinin Berlin’e alışacağını umuyordu. Oysa aile bireylerinin tüm çabalarına rağmen Zülbiye Hanıma Yalova’yı unutturmak mümkün olamamıştı... Olacak gibi de görünmüyordu. Almanya’da sürekli kalma düşüncesi hiç işine gelmiyordu Zülbiye Hanımın. "İlle de Yalova" diyor, başka bir şey demiyordu. O’na göre "insanın evi gibi yok"tu.
Israr ve yalvarmalar sonuç vermeyince, üçüncü ayın sonuna doğru Metin Bey annesini yeniden Yalova’ya götürmekten başka çaresi olmadığını anlamıştı. Bir akşam eve elinde biletler ile geldiğinde Zülbiye Hanımın gözlerinin içi gülüyordu. İki gün sonra "yuvam" dediği evine dönebilecekti.
Berlin’den ayrılmadan önce babaannesini son kez gezdirme sırası ortanca torundaydı. Yunus, annesinin omzuna yerleştirdiği sırt çantasında ne olduğunu dahi sorma gereği duymamıştı. Her zamanki gibi; bir termos dolusu çay, nefis bir kaç dilim börek, sandviç, dilimlenmiş elma, biraz kuruyemiş, bir kaç dilim de havuçtu muhtemelen. Şayet şansı yaver giderse bir tane de çikolata! Yükten ziyade umut taşır gibiydi. Desteğe gerek duymasa da, babaannesinin koluna girerek yavaş yavaş merdivenlerden inip, minyatür bir orman niteliğindeki parka doğru yola koyuldular...
...
Yunus, Metin Beyin çocukları içinde en vicdanlı, en merhametlisiydi. Yirmi yaşına yeni girmişti. Yaşıtları arkadaşlarıyla vakit geçirip oyun oynarken, anneannesi Pakize Hanımla da o ilgileniyor, fırsat buldukça gezdiriyordu. Mazinin derinliklerinden çıkan aynı hikâyeleri sayısız defalar duymuş olsa da, bıkkınlık belirtisi göstermeden dinliyordu. Hatta, arada bir pişti oynuyor, yaptığı sohbet ve espirilerle anneannesine yalnızlığını unutturuyor, unutturabiliyordu. Bu yüzden olsa gerek, diğer torunlar ziyaretine gelse dahi, Pakize Hanımın gözü sürekli Yunus’u arıyordu...
Bu kez de öyle olmuş, daha sokağa ilk adımı atar atmaz sohbeti başlatmıştı. Üstelik merak ettiği, bilmek istediği çok şey vardı;
--- Babaanneciğim! Babam küçükken seni çok üzdü mü?
Konuşmaktan ziyade dinlemeyi tercih eden Yunus için, akıllıca bir soruydu. Cevabını da merak ediyordu doğrusu. Önlerinde parka doğru uzanan uzunca bir cadde vardı. Zülbiye Hanım, sol taraftan geçen araçlara bir göz attıktan sonra başını yine öne eğdi. Kısa bir sessizlik olmuştu. Semanın sağnak öncesi bulut toplamasına benziyordu sessizliği. Nitekim;
--- Üzmüştür tabi, üzmeyen çocuk mu olur?
Dedi önce... Fısıldarcasına. Cevabı bu şekilde bırakamazdı. Bırakmadı da;
--- Eskiden yokluk vardı, fakirlik vardı. İstanbul’a ilk geldiğimiz seneler üç katlı eski, ufak bir ahşap binada kayınvalidem, kayınpederim, diğer çocukları, gelinler, torunlar yirminin üzerinde nüfus yaşıyorduk. Bir tek deden çalışıyordu. Karnımız zor doyuyor, kavga eksik olmuyordu. Baban o zamanlar daha beş-altı yaşlarındaydı. Sofraya oturunca isterdi ki istediğinden arzu ettiği kadar yesin. O kadar nüfus içinde bu mümkün değildi tabi. Zeytine, peynire uzandığında ya eline vurup engelleyerek, ya da peynirin üstüne çay otu koyup "karınca var" diyerek önünden almaya çalışıyorduk. Ağlıyordu tabi. Dövmek, susturmak için en kolay yoldu. Öyle bilirdik. O da dayağı yedikten sonra karyolanın altına girer, yorulana kadar ağlamaya devam ederdi. Bazen de içini çeke çeke orada uyurdu.
Yoksulluk kötü bir şey Yunus. Az daha ucuz olur diye, pazar yerine tezgâhlar toplanırken gider, alışverişimizde kaliteden ziyade cüzdanımızın durumuna bakardık. Hatta bazen katık bulamadığımız günlerde ekmek arasına toz şekeri serpiştirip babanın eline tutuşturduğumuz da olurdu.
Yoksulluk kötü bir şey Yunus. Ama, cahillikle birleşince çok daha kötü oluyor. Çocuk peynire el uzattı diye dövülür mü?!
Allah kimseyi yoklukla sınamasın. Cahil de etmesin...
Biliyor musun Yunus; baban da yürümeyi çok sever. Çocukken bile Sanayi Mahallesi’nden Beşiktaş’a babaannesine kadar yürüyerek gider gelirdi. Az mesafe değil ha! Nereden baksan, yaya olarak iki saatlik yol!
Biraz soluklandı. Nasıl olsa aceleleri yoktu. Yol üzerindeki bir banka oturdu. Yunus da yanına ilişmişti. Yüzündeki tebessümden anıları anımsadığı anlaşılıyordu. Tam „yeri geldi“ diye düşünmüş olacak ki yine gülümseyerek;
Baban bazen huysuzluk yapardı Yunus. Kızdığında da kapıyı çarpar, Beşiktaş’a doğru yola koyulurdu. Hiç unutmam; bir keresinde de yine bir şeye kızmış, kapıyı çarpıp çıkmıştı. Anladım. Yine Beşiktaş’a gidecekti. Hava kararmaya yüz tutmuş, akşam üzeriydi. Bende endişe başladı tabi. Hem de ne endişe! Ne yapsam ne etsem diye düşünürken dayısı geldi. Kardeşim o zamanlar ailesiyle henüz İstanbul’a taşınmadığından, işleri sebebiyle bizde kalıyordu. Bendeki telaşı görünce sordu tabi. Sebebini öğrenir öğrenmez;
"Sen hiç merak etme, ben onu bulur getiririm."
dedi. Hafriyat işleri yaptığından, tanıdık arkadaşlarının kamyonları vardı. Hemen bir kamyonu yoldan çevirip Beşiktaş’a doğru hareket etmişler. Zincirlikuyu denen bir yere yaklaştığında bir de bakmışlar ki baban koşarak Beşiktaş’a doğru gidiyor. Belli ki hedefe kilitlenmiş. Ne sağa bakıyormuş, ne de soluna! Dayısı, biraz daha gittikten sonra kamyonu durdurmuş, inmiş. Yakında bir ağacın arkasına güzelce saklanmış. Son sürat hızla yanından geçerken de aniden kollarını açarak hooop yakalamış. Baban, hiç beklemediği bu durum karşısında tabi şok olmuş. Allah’tan ki, sadece kulaklarını çekmekle yetinmiş.
O gün bu gündür, ne zaman bir araya gelsek, o günü hatırlar... güler... gülümseriz. Hey gidi günler...
Anlatılanlar Yunus’un ilgisini çekmiş, çok hoşuna gitmişti. Babasının kulaklarının çekilişini hiç tasavvur edemiyordu. Zülbiye Hanım da, Yunus’un ilgisini fark edince neşelenmiş, yeni bir anıyla devam etmek istemişti;
Babanın böyle hikâyeleri çoktur Yunus! Bir köprü hikâyesi var ki anlatsam gülmekten kırılırsın.
Yunus bu fırsatı kaçırmak niyetinde değildi. Babaannesinin beklediği ısrar gecikmemişti;
--- Anlat babaanneciğim. N’olursun anlat!
Yetmişli yıllardı. Sene 1973. Yöneticiler 30 Ekim Bayramı törenlerine denk getirmişlerdi. Baban daha on bir, Kenan Amcan da on yaşındayken yani. İbrahim amcan, babanla Kenan amcanı alıp, Boğaziçi Köprüsü’nün açılışına gitmişti. Giderken de, babanın cebindeki beş lira harçlığını kaybolmasın diye almış. Önce Beşiktaş’a gitmişler, ardından da vapurla Üsküdar’a geçmişler. Oradan da açılış töreninin olacağı köprünün başına! Her taraf hıncahınç dolu tabi. Aşırı kalabalık yüzünden köprü başlamış sallanmaya.
Yunus’un gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
--- Köprü mü sallanmış?
--- Evet.
Sallanınca büyük bir panik olmuş. Bu arada, boyları da kısa olduğundan babanla amcan nefes alamayacak duruma gelmişler. Çok sıkıştıklarını ve kalabalıkta nefes almakta zorlandıklarını görenler İbrahim amcana çıkışmışlar;
"Bu çocukları buradan çıkarsana! Görmüyor musun, nefes alamıyorlar... Neredeyse boğulacaklar!"
Ön tarafa yakın bir mesafede uygun bir yer bulabilmek için verilen onca uğraştan sonra geri gitmenin amcanın hiç hoşuna gitmediğini tahmin edebilirsin. Lakin, söyleneni yapmaktan başka çaresi de yokmuş tabi. Kıza homurdana babanı ve Kenan amcanı ellerinden çekerek kalabalığın dışına, sakin bir tarafa götürmeye çalışmış. Ama ne mümkün! O hengâmede daha bir kaç adım ilerlemeden İbrahim amcan kardeşlerini kaybetmiş.
Bir de baktım ki İbrahim amcan perişan bir halde geliyor, diğerleri yok! Yaşananları öğrenince bende yine bir telaş başladı. Ama, beklemekten başka yapabileceğimiz bir şey de yoktu.
Yunus heyecanla ve hayretler içinde dinliyordu. Dayanamadı;
--- Eeee... Nasıl geldiler?
Ondan sonrasını da babandan öğrendik. Hayatlarında yalnız olarak hiç gitmedikleri, tanımadıkları bir semt Üsküdar. Üstelik denizden karşıya geçtiklerinden, yine denizden geçerek bu tarafa gelmek mecburiyetindeler. Baban bakıyor ki abisi yok. Gözden kaybolmuş, gitmiş. Kalabalık ne tarafa doğru akıyorsa, başlamışlar onlar da o yöne doğru gitmeye. Baban bu arada eve gitmek için Üsküdar’dan karşıya geçmek gerektiğini öğrenmiş. Lakin üzerlerinde vapur için bilet alacak paraları yok! Bir yandan kalabalıkla iskeleye doğru ilerlerken, bir yandan da baban bir çare düşünmeye başlamış. Uzun uzadıya düşünmeye gerek yoktu tabi. Yapılması gereken tek şey, tek çare vardı. O da birinden para istemek. Dilenmek yani!
Yabancı birinden para istemek kolay değil tabi. Baban utandığı için bu işi Kenan amcana yaptırmaya karar vermiş. Yaklaşmış Kenan amcanın yanına. Önce yumuşak dille denemiş;
"Eve gidebilmemiz için para gerek. O da bizde yok biliyorsun."
Sözün burasında Kenan amcanın yüzüne bakmış. Durumu çakmadığını görünce, eli ile kalabalığı göstererek cümlesini tamamlamış;
"Bu insanlara durumu anlat, burada mahsur kaldığımızı söyle, yardım iste! Birisi gereken parayı verir.”
Kenan Amcan ihalenin kendisine kalmasından hiç mutlu olmamış tabi. Bunu da açıkça belli etmiş. Baban amcanı ikna etmenin kolay olmayacağını anlayınca bu kez de tehditle sonuç almayı denemiş;
"Ya birinden para istersin, ya da...
Bir an tereddüt ettikten sonra;
"Ya da ben başımın çaresine bakarım. Sen burada kalırsın!"
demiş.
Kenan amcan bu tehditin kendisini para istemeye zorlamak için olduğunu anlamamış tabi. Amcanın içini korku sarsa da önce yanaşmamış. Babanın iki adım arkasında iskeleye doğru devam etmişler. Tehditin beklenen etkisi görülmeyince baban bu kez dozu daha da artırmış;
"Ya birinden para bul, ya da beni takip etme!"
Kenan amcan başlamış ağlamaya. Bir yandan ağlarken, öte yandan para isteyecek birilerini araştırıyormuş. Baban da bu arada gizlendiği bir aracın arkasından amcanı izliyormuş.
Biliyorsun, bizim insanımız merhametlidir. Fazla sürmemiş, adamın biri bir adet iki buçuk lira uzatmış amcana.
İki bilete iki lira verince artan elli kuruş otobüsle eve gelmelerine yetmemiş tabi. Baban yolu ezbere bildiğinden, bu sefer dilenmek yerine, artan para ile çekirdek alıp, çıtlata çıtlata eve gelmişler.
Onları karşımda görünce ne kadar sevindim bilemezsin. İbrahim amcan bana hiç farkettirmedi ama, sonradan öğrendim ki o da çok endişe etmiş...
Banktan kalkıp yeniden yola koyuldular. Zaten parka az bir mesafe vardı. İçeriye girdiklerinde, farklı bir dünyaya adım atmış gibiydiler. Yemyeşil ağaçlar, pırıl pırıl bir hava! Az önceki araba homurtularının yerini kuş cıvıltıları almıştı. Az ötede göl kenarında ördekler ile bir ağaç kütüğü üzerinde güneşlenen iki kaplumbağa gelenlere huzur telkin ediyordu. Çok geniş bir alanı kaplayan parkın en güzel yerine doğru ilerlerken Zülbiye Hanım, anlattıklarını can kulağıyla dinleyen birini bulmanın hazzıyla anılara anlam katmaya devam ediyordu;
--- Fakirdik, ama mutluyduk Yunus. Azla yetinmesini, şükretmesini bilirdik. Aynı yerde uzun süre kalamadık. İki göz bir daire bulup oraya taşındık. Derme çatma bir yerdi. Öyle ki, bazı sabahlar babanın yattığı yer minderinin altında fare ölüsü buluyordum.
Yunus’un gözleri yine faltaşı gibi açılmıştı. Hayretler içindeydi.
--- Fare ölüsü mü?
Soruyu sorarken bir yandan da babaannesinin yüzüne bakıyordu. Acaba kendisiyle kafa mı buluyordu. Mimikler, anlatılanların pek öyle uydurma olmadığını gösteriyordu.
--- Yaa... Ne zannettin. Baban sizin gibi rahat yaşamadı. Ne mutlu size. Her şeyiniz var. Kıymetini bilin! O zaman şimdiki gibi televizyon, telefon, çamaşır makinası gibi şeyler bile yoktu.
Sözün tam burasında şüpheye düşmüştü. Düzeltme ihtiyacı hissetti;
--- Belki de vardı da... biz alamıyorduk. Buzdolabı bile yoktu. O zamanlar buz satan dükkânlar vardı. Paramıza göre kestirir, alırdık. Gelene kadar erimesin diye de talaşa koyarlardı.
--- Talaş ne babaanne?
--- Marangozların odunlara şekil verirken, keserken çıkan atıklara denir yavrum.
Gölün kenarında güneşi cepheden gören güzel bir yerde kısa mesafelerle üç bank vardı. Hafta arası olduğundan parkta çok ziyaretçi yoktu. Boş olan banklardan en temiz olanına oturdular. Yol boyunca dinledikleri dikkatini çekse de Yunus’un aklı hâlâ taşıdığı sırt çantasındaydı. İlk işi çantayı sağ tarafına koyup, içindekileri özenle babaannesiyle arasında bıraktığı boşluğa dizmekti. Önce termos, bardaklar... Dilimlenmiş havuçlar, elmalar, salatalık... Peynir ve domatesle takviye edilmiş sandviçler... Az kuruyemiş. Hayal kırıklığı yüzünü buruşturmak üzereydi ki, çantanın ön cebindeki sertliği fark etti. Aceleyle fermuarı açtığında aradığını bulmuştu. Oradaydı! Tam ağzına layık çikolata! Hem de fındıklısından! Keyfine diyecek yoktu. En sevdiği şeyi en sona saklardı. Bugün de öyle yaptı. Çayları doldurup, birini babaannesine ikram ederken sandviçin dörtte biri çoktan dişlerinin arasındaydı. Sohbet kaldığı yerden devam edebilirdi. Yapması gereken tek şey, yeni bir soru ile sohbetin fitilini ateşlemekti;
--- Kenan amcam neden seni hiç arayıp sormuyor babaanne?
Zülbiye Hanımın birden yüzü değişmiş, gözleri buğulanmıştı. Farkında olmadan babaannesinin yüreğine dokunmuş, kabuk bağlayan yarasını kanatmıştı. Yunus artık çocuk değildi. Münasebetsiz bir soru sorduğunu anlamış olsa da yapacak bir şey yoktu.
Kenan amcası, Berlin’de bulunduğu üç ay içinde bir kez olsun annesini aramamış, hal-hatırını sormamıştı. Diğer kardeşlerinden farklı bir mizacı vardı. Başından beş nikâh, iki evlilik geçmesine rağmen hayatta bir türlü dikiş tutturamamıştı. Evlendiği son eşinden de boşanmış, yalnız yaşıyordu. Rüzgâr önünde uçuşan yaprak gibiydi. Ne zaman nereye düşeceği, ne zaman ne yapacağı belli değildi. Dağılan yuvasından payına düşen eşyaları götürecek yer bulamayınca babasının yanına getirmiş, terasa yerleştirmişti. İlk eşinden olan çocuklarını Berlin’de annelerinin yanında bırakmış, Türkiye’ye dönmüştü. Turizm işinde başarısız olunca, bir arkadaşıyla ortak olarak içki satış bayiliğine başlamıştı. İş yaptığı dönemlerde bile Yalova’ya çok nadir uğrar, geldiğinde de fazla kalmazdı.
Son ziyareti bir Ramazan ayına denk gelmişti. Aniden karşılarında görünce çok sevinmişler, bir ay boyunca yalnız kalmayacaklarını düşünerek mutlu olmuşlardı. Oysa Kenan Bey, bu sefer de gelir gelmez teras dairesine geçmiş, vaktinin çoğunu ya dışarıda, ya da odasında internet başında geçirmişti. Üstelik fazla kalmayı da düşünmüyordu. Dört gün kadar sonra gitmek için hazırlandığında yine önce annesi haberdar olmuş, yine çok endişelenmişti. Lütfü Beyin bu hayalkırıklığını kolay kolay hazmedemeyeceğini biliyordu. Ricasının faydası olabileceğini ummuş, adeta yalvarmıştı. Aralık olan kapıdan Lütfü Bey odaya girdiğinde durumu anlamış, yıkılmıştı. Bir evlat nasıl bu kadar sevgisiz, bu kadar vicdansız olabilirdi? Ne umutlarla yetiştirmişti oysa çocuklarını. Ne hayaller kurmuştu gelecek için! Böyle mi olmalıydı sonu düşlerinin... son demleri ömrünün?
Üzgündü. Öfkeliydi de aynı zamanda! Saklamaya da hiç gerek görmemişti Lütfü Bey. Zülbiye Hanım endişeden tir tir titrerken olabilecekleri tahmin etmişti.
Yalnızlığı iliklerine kadar hisseden Lütfü Beyin sakin halinden eser kalmamış, ağzına geleni söylemişti, Her sözü kurşun gibiydi. Yaralıydı… Acımadan da yaralamıştı. Ne Zülbiye Hanımın araya girmeleri... ne yalvarmaları... Duyulmamıştı bile!
Kenan Bey, hakâretler arasında evden kaçarcasına hızla uzaklaşırken babasını dünya gözüyle bir daha göremeyeceğini nereden bilebilirdi! Kavgalı ayrılmışlar, ölümüne dek bir daha görüşememişlerdi...
Sorunun yanıtı gecikmiş, sessizlik uzamıştı. Yunus, dilimlenmiş elmalardan bir tanesini uzatırken, Zülbiye Hanım peçeteyle gözyaşını siliyordu. Yunus da üzülmüştü. Bu güzel günün böyle olmasını hiç istememişti. O kadar sevdiği çikolatanın bile tadı kaçmıştı artık. "Konuyu nasıl değiştirebilirim" diye düşünürken, Zülbiye Hanım;
--- Kenan amcan bizi çok üzdü Yunus, çook...
Dedi, derin bir iç çekerek.
--- Küçükken de çok yaramazdı. Derslerine çalışmaz, kırık notlar alırdı. Deden de babana kızar, "Neden yardım etmiyorsun?" diye sürekli çıkışırdı. Hevesi olmayana zorla ders çalıştırılmaz ki! Biz Türkiye’ye kesin dönüş yaptıktan sonra da yanlış işlere girişmiş, babana çok sıkıntı vermiş.
“Şimdi kim bilir nerede, ne haldedir”
derken Zülbiye Hanımın gözleri ufka sabitlenmiş, uzaklara bakıyordu. Bir süre sessizlikten sonra derin bir nefes alarak sözünü tamamladı;
--- Sağlığı yerinde olsun da varsın annesini aramasın...
Bu arada çayı da soğumuş, buz gibi olmuştu. Yunus hemen bardağı elinden alıp çimlere serpti. Termostan sıcacık bir çay daha doldurup yeniden babaannesine uzattı. Dersini almıştı. Şimdilik yeni bir soru sormaya niyetli görünmüyordu. Cep telefonundan babaannesinin sevdiği bir Bayburt türküsü ile kara bulutları dağıtmanın tam zamanıydı;
"Bayburt dağlarında tabakam kaldı
Şen ol Bayburt, şen ol sende nem kaldı..."
Ardı ardına gelen güzel türküler kasvetli havayı dağıtmış, yerini Yunus’un esprilerine bırakmıştı. Hal böyle olunca çikolatanın canına okumanın tam zamanıydı. Allah’tan ki babaanne şekerli yiyeceklere mesafeliydi. Tadımlık bir parçanın gerisi kendisine kalmıştı.
Hâlinden şikâyetçi değildi tabi. Tamamını bitirecekti. Mecburiyetten!
İkisi de, sandviçten arta kalan kırıntıları ördeklere atarken çok mutluydular. Bu arada vakit ilerlemiş, hava kararmaya yüz tutmuştu.
Yunus, artan malzemeleri çantasına doldurup sırtına alırken babaannesi de ayaklanmıştı. Bu kez parkın en kestirme yolundan çıkarak caddeyi karşıya geçtiler. Köprünün altından ilerlerken elli altmış metre ötelerinde, kaldırım kenarındaki hareketli bir "cisim" dikkatlerini çekmişti. Yaklaştıklarında o cismin kirli ve eski bir yorganın altında uyuyan birine ait olduğunu fark ettiler. Yüzü tam görünmese de, uzamış sakallarından, dışarı sarkan bir elin kırışıklıklarından ileri yaşlarda biri olduğu anlaşılıyordu. Belli ki binlerce, belki de on binlerce evsizden biriydi. Avrupa’nın en zengin devletinin başkentindeki bu hazin manzara inanılır gibi değildi. Üzücü, bir o kadar da düşündürücüydü. Düşenin dostu olmuyordu maalesef. Bir anne kucağında başlayan hayatlar, bazen köprü altında sahipsiz bir "cisme", ya da titrek bir "gölge"ye dönüşebiliyordu.
"Allah kimseyi bu hâle düşürmesin",
diye mırıldandı Zülbiye Hanım...
Kaldırım kenarını mesken tutan bir düşküne yardım edememenin hüznü vardı içinde. Bir şey yapamadan çekip gitmek gücüne gidiyordu... Herkes gibi. Umursamadan! Hiç olmazsa bu günü, bu gecesi, bir gecesi farklı olabilirdi, karnı doyabilirdi belki. Düşüncesini gerçekleştirebilmek için Yunus’un yardımı gerekiyordu;
--- Yunus! Düşündüm de... Hani diyorum, eve gidince annene söylesen de... Yiyecek bir şeyler hazırlasa... Getirip bu adamın yanına bıraksan. Nasıl olur?
Şehrin muhtelif yerlerinde bu türden manzaralar artık sıradan vakaydı. Zamanla herkes gibi Yunus da kanıksamıştı bunu. Babaannesinin önerisine şaşırmış, aynı zamanda sevinmişti;
--- Olur babaanne. Eve gidince anneme söylerim.
Elinde poşetle marketten çıkan yaşlı kadını görünce aniden duraksadı Yunus. Az kalsın unutuyordu. Annesi sipariş vermiş, parktan dönerlerken tedarik etmesini tembihlemişti. Babaannesine kısa bir izahattan sonra birlikte dükkâna girdiler. Zülbiye Hanım tezgâhlara ve raflara bakarken aklı hâlâ kaldırım kenarına uzanmış yaşlı adamdaydı. Elini cebine atıp kırışık bir kaç kağıt paradan ikisini Yunus’a uzattı;
--- Yunus! Yavrum, eve kadar gitmemize gerek yok ki. Şunlarla buradan yiyecek bir şeyler alıp da, götürüp yanına bıraksan nasıl olur. Sen gelene kadar ben burada beklerim. Ne dersin?
Geldiği yolu geri gitme mecburiyeti pek hoşuna gitmemişti Yunus’un. Kendisi de hayli acıkmış, bir an evvel eve dönmeyi arzuluyordu. Yine de bozuntuya vermeden uzatılan paraları alıp raflara yöneldi. Fazla incelemesine gerek yoktu zaten. Evin ihtiyaçlarını karşılarken, bu arada evsiz adam için de bir poşet dolusu yiyecek almıştı.
Kasada sıra beklerken önlerindeki bir kadının bağırtısıyla tüm dikkatler bir anda sesin geldiği o noktaya çevrilmişti. Zülbiye Hanım söylenenleri anlamasa da, bağıran kişinin mimiklerinden öfke ve nefret kustuğunu farkediliyordu. Ama kime? Daha fazla dayanamayıp sordu;
---. Yavrum, ne oldu, bu kadının derdi ne ki delirdi, böyle böğürüyor? Ne söylüyor?
--- Alışveriş yapan şu göçmen kadın var ya... Bu kadının kıyafeti hoşuna gitmemiş. "Burası Afganistan mı!" diyor.
Zülbiye Hanım, bakışların çevrildiği noktaya dikkatle bakınca kırk-elli yaşlarında peçeli bir kadının raftan aldığı malzemeleri biraz da aceleyle çocuk arabasının arka sepetine yerleştirmekte olduğunu farketmişti. Son zamanlarda savaş sebebiyle ülkesinden kaçıp, Almanya’ya sığınan mültecilerden biriydi muhtemelen. Yöresel giysilerinden Afganlı olma ihtimali büyüktü. Hâlinden hayli mahçup olduğu anlaşılıyordu. Belli ki, senelerce ülkesini sömüren devletlerden birine sığınmakla hata etmişti. Refahında payı olduğu insanlar kin kusarken ne kadar da "hümanist"tiler (!)
Yunus, kadının hakarete varan bağırmalarından çok rahatsız olmuştu. Sessiz ve içine kapanık mizacı olsa da haksızlığa gelemezdi. Nitekim daha fazla dayanamamıştı. Kasa kuyruğundan kadına doğru başını uzatarak sert bir ses tonuyla;
--- Hastasınız galiba! Kimin nasıl giyeceği sizi niye ilgilendiriyor bayan... Size ne?
Yabancı düşmanlığının rağbet gördüğü bir zamanda böyle bir tepki beklemiyor olacak ki, kadın birden afallamış, hayretle Yunus’a bakıyordu. Yunus’un çıkışıyla insaf sahibi bazı Almanlara da cesaret gelmiş, tasvip etmedikleri bu terbiyesizliğe karşı seslerini yükseltme gereği duymuşlardı.
Bu kez ummadığı bir tepkiyle karşılaşsa da, Yunus ve babaannesi marketten ayrılırken kadın hâlâ söylenmeye devam ediyordu. Öfkesi geçmemiş, lakin arzu ettiği desteği bu kez bulamamıştı...,
Zülbiye Hanım marketin önünde beklerken Yunus’un gidişiyle dönüşü on-on beş dakikayı geçmemişti. Babaannesini fazla bekletmemek için koşarak gidip geldiği anlaşılıyordu. Döndüğünde Zülbiye Hanım hayretler içinde bir Yunus’a bir de elindeki poşete bakıyordu. Giden yiyecekler yerine ulaşmamıştı. Eve doğru giderlerken Yunus da o kısa süre içinde yaşadıklarını anlatmaya devam ediyordu;
--- Gittiğimde uyanmıştı. Yiyecek getirdiğimi söyleyip, yanına bırakıyordum ki, kızarak; "İstemiyorum, al götür bunları!" dedi. İçeceği yanına bırakıp diğerlerini aldım. Tam dönüp gelirken onu da arkamdan bana fırlattı. Yardım kabul etmeyen biri babaanne.
Zülbiye Hanım beklemediği bu davranış biçimini yadırgasa da, yardım edememenin üzüntüsü içindeydi. Lakin, yapacak bir şey olmadığını anlamıştı...
...
Bu akşam diğer günlerden oldukça farklıydı. Zülbiye Hanım, her zaman geç vakitlerde uyumasına rağmen, bugün yemekten sonra, televizyon dizisini dahi izlemeden odasına çekilmişti. Metin Beyin de dikkatini çekmiş olacak ki, kapısını tıklayıp odaya girdiğinde annesini uyumaya hazırlanırken gördü. Gelirken getirdiği valiz de karşı kanepenin üzerinde duruyordu. Göz göze geldiklerinde Zülbiye Hanım mahçup bakışlarını önüne indirirmiş,
"Oğlum, Allah sizlerden razı olsun. Ama... oraları yalnız bırakmak olmaz, bahçeye birşeyler ekmem gerek."
deme gereği duymuştu. Oysa mevsim artık sonbahardı.
Sabah, tahmin edilebileceği gibi, herkesten önce Zülbiye Hanım uyanmış, akşamdan hazırladığı elbiselerini giyinmişti. Mümkün olsa uçağın önünden gidecek, pilota yol tarif edecek gibi görünüyordu. Yolculuk öncesi fazla yemeyi pek sevmezdi. Bir bardak çay ile bir kaç lokma atıştırmak yeterli gelmişti. Ailece havaalanına giderlerken sevinçten içi içine sığmıyordu. Alan hıncahınç dolu olmasına rağmen, Zülbiye Hanım bu kalabalığın farkında bile değildi. Yolculuk sevincinin gölgesinde kalsa da, yine de bakışlarında, aylar içinde iyice alışıp çok sevdiği torunlardan ayrılığın hüznü vardı. Gözlerinden süzülen incileri bunun sesssiz şahidiydi...
...
Gece fazla uyuyamamış olsa gerek ki, uçağın tekerlekleri piste değdiğinde Zülbiye Hanım da yeni uyanmıştı. Bagajlık bavulları olmadığından, fazla beklemeden pasaport kontrolünden geçip Yalova otobüsüne bindiler. Geçen her an, Zülbiye Hanımı özlemini duyduğu yuvasına biraz daha yaklaştırmaktaydı. Son iki gündür yağan şiddetli yağmur yollarda birikintilere sebep olmuş, yer yer göletler oluşmuştu. Aracın içinin sıcaklığıyla buharlanan camı elinin tersiyle silip, dışarıyı seyre koyuldu.
On dakika kadar sonra araçtan indiklerinde yağmur yeni durmuştu. Etrafa kısa bir göz attığında çok geçmeden gideceği yönü hatırlamıştı. Metin Bey, annesinin kendinden emin, iki adım kadar önde minibüslere doğru gidişini büyük bir mutlulukla, tebessüm ederek izliyordu.
Buradan sonrası Zülbiye Hanımın ezbere bildiği bir yoldu.
Evlerine en yakın durakta minibüsten indiklerinde hiç beklenmedik bir şey olmuştu. Zülbiye Hanım, ters yöne doğru bir kaç adım gittikten sonra durup, geri dönmüştü. Tereddüt içindeydi. Yardım istercesine bir Metin Beye, bir de etrafına bakınıyordu. Metin Bey, beklemediği bu durumun şaşkınlığı geçtikten sonra, annesini rahatlatmak için hemen doğru yönü göstermiş, üzerinde fazla durmamıştı. Yol üzerinde bakkala uğrayarak acil gerekli olan yağ, yoğurt, ekmek v.s. gıdalardan da almayı ihmal etmemişlerdi.
Yağmur bulutlarının kasvetli gölgesine rağmen hava henüz iyice kararmamıştı. Uzaktan ev göründüğünde Metin Bey yine annesini izliyordu. Yanılmamıştı. Adımları daha da sıklaşmış, yuvasına bir an önce kavuşma arzusunun telaşını yaşıyordu. Sağ tarafta belediyenin çöp bidonu yine ağzına kadar dolup taşmış, başıboş köpekler dişe dokunur yiyecek aramakla meşguldü. Ayak seslerini işitir işitmez sağa sola dağılsalar da, mesafe açılınca yine gerisin geriye, çöp bidonunun başına dönmüşlerdi.
Dikkati ilk çeken binanın önündeki yaprak yığınlarıydı. Asırlık çınarlar yapmıştı yine yapacağını...
Bahçe kapısından içeri girdiklerinde gördükleri manzara hüzün vericiydi. Üç ay gibi kısa bir sürede dahi her taraf tozlanmış, kirlenmiş, bakımsız bir haldeydi. Bahçe içi ise çalılarla, kırık ağaç dallarıyla doluydu. Bina virane haldeydi yani. Kapılar ve pencereler sıkı sıkıya kapalı olduğundan odalar temizdi. Yapılması gereken ilk iş belliydi; soba yakılacaktı!
Sahipsiz bir binanın bu aylarda bu kadar soğuk olmasından doğal ne olabilirdi?
Metin Bey, valizleri bir kenara koyup, tulumunu giydikten sonra önce su vanalarını açtı, elektrik şalterlerini indirdi. Seri adımlarla garaja giderek istiflenmiş odunlardan koca bir çuval doldurdu. Bir kaç çıra almayı da ihmal etmedi. Sobayı yakarken Zülbiye Hanım da boş durmamıştı. Allah’tan ki, evde yeterince dayanıklı kuru gıda ve acil gerekebilecek olan malzemeler vardı.
Çok geçmeden oda ısınmış, karınları doymuştu. Çay demlenirken, Metin Bey de annesine farkettirmeden teras kata çıktı. Tahmin ettiği gibi, çınar ağaçlarının dökülen yaprakları çatı çevresinde uzanan olukları doldurmuş, ızgaralar tıkanmıştı. Hortumu uzatarak, tazyikli suyun yardımıyla su borularını tamamen temizledi.
Yorulmuşlardı. Çay faslından sonra fazla oyalanmayıp istirahata çekildiler.
Metin Bey uyandığında Zülbiye Hanım mutfaktaydı. Bir yandan kahvaltıyı hazırlıyor, bir yandan da bildiği ilâhilerden birini mırıldanıyordu. Bu durum, neşeli ve mutlu olduğuna işaret ediyordu. Annesini böyle huzurlu görmek Metin Beyi de çok mutlu ediyordu. Bu mutluluk kahvaltı boyunca katmerleşerek devam etti.
Birlikte binayı baştan aşağıya gezmeye, kontrol etmeye karar verdiler. Diğer daireler ne durumda bilmek istiyorlardı.
Endişe edecek bir durum yoktu. Balkona geçtiklerinde karşı komşu Sedat Bey de kapı önünde gözüktü.
Çaykara’lı Sedat Bey seksen yaşına rağmen oldukça dinçti. Geldiklerinden en önce o haberdar olmuş, çok sevinmişti. Aksanlı konuşması Metin Beyin çok hoşuna gidiyordu.
Uzaktan, kısa bir sohbetin ardından aracına doğru ilerlerken aniden geriye döndü;
--- Haa Metin! Az kalsın unutuyordum. Kargalar çatınızın ön tarafında, lambirilerinde delik açmış, orayı bir an önce kapatsan iyi olur.
Hâlinden acelesi olduğu anlaşılıyordu. Metin Bey, tarif edilen tarafa doğru yöneldiğinde, on adım kadar ötedeki kurumuş çınar ağacının kolları üzerinde çok sayıda karganın kümelendiğini gördü. Başını yukarıya doğru kaldırdığında iki karganın önceden açtıkları deliği büyütmekle meşgul olduklarını farketti. Çıkardığı gürültünün etkisiyle tamamı uzaklara kaçarak gözden kaybolsalar da çok geçmeden geri dönecekleri belliydi. Metin Bey süratle çatıya çıkarak dairenin etrafındaki malzeme koridoruna geçti. Durum tahmin ettiğinden daha vahimdi. Kargalar tam bir faaliyet içindeydiler. Lambiride koca bir delik açmışlar, bu arada yalıtım süngerini bile parçalamışlardı. Getirdiği bir tahta parçasını bir kaç çiviyle üzerine çaksa da, tamamının elden geçmesi gerektiği anlaşılıyordu. Zira, binanın bu cephesi yazın güneşten, kışın yağmurlardan en fazla etkilenen bölümüydü. Tahtalar olabildiğince eskimiş, kısmen de çürümüştü.
Metin Bey, tam işini bitirmiş, gitmek üzereyken duyduğu bir sesle aniden irkildi. Fare endişesiyle takımların arasını kontrol ederken pırrr diye kanatlanan bir kuş başının üzerinden geçerek pencere pervazına konmuştu. Her yaklaştığında bir taraftan öbür tarafa uçuyor, arada bir pencerelerin camlarına çarpıyordu. Rahat bırakılsa açlıktan öleceği kesindi. Bu arada, pencerelere çarpmaktan, kaçmaktan yorulmuş, sonunda bir köşeye sığınmıştı. Bu fırsat kaçmamalıydı. Metin Bey elini uzattı... Bir iki kanat çırpmasına rağmen artık yakalanmıştı.
Metin Beyin avuçları arasında tuttuğu, sıradan bir kuş, ya da bir serçeye benzemiyordu. Bu bir baykuştu!
O güne kadar sadece duyduğu bir deyim hakikate dönüşmüş gibiydi. Virane evlerine baykuşlar dadanmıştı! Kim bilir... biraz daha gecikseler, belki yuva da yapacaklardı.
Metin Bey, baykuşun yüreğinin atışlarını avucunda hissedebiliyordu. Korktuğu belliydi. Hayretler içinde bakışlarını izliyor, inceliyordu. "Bülbül kadar olmasa da, söylendiği kadar fena bir kuş da değilmiş" diye düşündü. Başını arada bir geniş daireler çizerek dönderiyor, iri gözleriyle Metin Beye bakıyordu.
Alt kata indiklerinde annesiyle göz göze geldi. Metin Bey gecikince merak etmiş, yukarı çıkmak üzereydi. Avcundaki kuşu gördüğünde o da hayretler içinde kalmıştı;
--- Yavrum, uçur gitsin! Yuvası... belki de yavrusu vardır.
Metin Bey annesini işitmemişti bile. Hiç de acelesi yoktu. Hemen, genişçe bir sepeti kafes haline getirerek kuşu içine yerleştirdi. Yiyecek bir şeyler bulmak gerekiyordu. İyi de; acaba baykuşlar ne yerdi, ne ile beslenirdi?
Cep telefonundan baykuşların hayatını incelemeye başladı. Çok geçmeden çok şey öğrenmiş, ne yapması gerektiğini biliyor gibiydi. Hiç vakit kaybetmeden bahçeye indi. Son günlerde yağmurlarla ıslanıp yumuşayan toprağı eşeleyerek bir kaç solucan çıkardı, ufak bir kavanoza koyup döndü. Davetsiz misafir önceleri biraz nazlansa da, fazla direnmemiş, çok geçmeden tamamını bitirmişti.
Bu tür hayvanlar koruma altındaydı. Metin Bey, kısa bir araştırmadan sonra yetkilileri arayarak kuşu ve şeklini tarif etti. Aldığı cevap kendisini çok mutlu etmişti.
Aynen söylendiği gibi; iki görevli çok geçmeden gelerek Zülbiye Hanımın şaşkın bakışları arasında baykuşu alıp, gitmişlerdi...
...
Soğuk ve yağışlı hava, gezmelerine fırsat vermiyordu. Arada bir Metin Bey çarşıya iniyor, acil ihtiyaçları tedarik edip, fazla oyalanmadan eve dönüyordu.
Berlin’den geleli bir hafta kadar geçmişti ki nihayet güneş yüzünü göstermiş, hava diğer günlere nisbeten daha ılıktı. "Tam temizlik havası" diye geçirdi içinden Metin Bey. Mükellef bir sofra, güzel bir kahvaltının ardından babasının iş tulumunu giyerek çatıya doğru yöneldi. Zülbiye Hanım oğlunun niyetini sezmişti;
--- Sen çık, ben de bulaşıkları bitirdikten sonra gelirim.
Metin Bey, yardımına ihtiyaç duymasa da, annesinin yalnız ve meşgalesiz kalmasındansa, hareket etmesinin daha iyi olacağını düşündü. Cevap vermemesi kabul ettiği anlamına geliyordu. Koca bir kova dolusu su ve temizlik malzemeleriyle dairenin etrafını çevreleyen ara hole girdi. Yapılacak çok iş vardı. Başlamak bitirmenin yarısıydı; işin yarısı bitmiş sayılırdı. Bir yandan eşyaların yerini değiştiriyor, öte yandan tozunu alıyordu. Temizlik için boya kutularını kenara çektiğinde şaşkınlıktan öylece kalakalmıştı. Yüreğinin sızısı çehresine yansımış, gözleri faltaşı gibi açılmıştı.
Tam bu esnada Zülbiye Hanımın ayak sesini işitti. Annesinin de üzülmesini istemiyordu;
--- Anacığım! Sen alt katın balkonlarını temizle istersen. Burayı ben temizlerim.
Zülbiye Hanım için mahzuru yoktu. İtiraz etmeden alt kata inerken, Metin Bey de küçük bir poşetle yeniden hole dönmüştü. İçini sızlatan ve annesinden gizlediği şey bir kuş ölüsüydü. Üstelik bu da bir baykuştu. Daha bir hafta önce yakalayıp, yetkililere teslim ettiği kuşun aynısıydı. Belli ki, kargaların açtığı delikten birlikte içeri girmişler, arkadaşı çıkışı ararken bu o gün saklanmayı tercih etmişti. Kapanan delik ise aç kalan baykuşun sonu olmuştu. Yüreği sızlamıştı.
Annesine bu olaydan hiç bahsetmedi Metin Bey.
Çalışmalar gün boyu sürmüş, kazan dairesi dahil, her taraf temizlenmişti. Akşam yemeğe oturduklarında her ikisi de yorgundu.
Annesine hiç belli etmese de kararını vermişti Metin Bey. Vakit geçirmeden bir kiracı bulunmalıydı. Koca binanın temizliğinin zorluğu bir yana, boş tutulması da anlamsızdı. Kim bilir... Şansları yaver giderse, bulunacak kadın bir kiracı annesine arkadaş olabilir, ufak bir ücret karşılığı işlerinde yardım bile edebilirdi. Düşüncesini komşu ve tanıdıklarla paylaşmış, hemfikir oldukları bu önemli konuda onların da yardımını rica etmişti...
...
Ana oğul huzurlu ve mutluydular. Cemreler düşerken havada bahar kokusu vardı. Metin Bey sürekli hava durumlarını takip ediyor, fırsat gözlüyordu. Annesine sürpriz yapacağı gün nihayet gelmişti. Her gün bu vakitlerde olduğu gibi, yine elma dilimlerken Zülbiye Hanım da bulaşıkları bitirmiş, televizyonun karşısında yerini almıştı. Eskiden kalma alışkanlıktan olsa gerek, haberleri hiç kaçırmıyordu. En çok sevdiği ise, oğluyla birlikte, bir yandan çaylarını yudumlarken, sevdiği bir diziyi seyredip, yorumlar yapmaktı. Bu arada garip huylar edinmişti. Bunlardan biri de, filmlerde rol gereği yapılan kavga görüntülerini gerçek sanarak korkup, telaşlanması, yok yere heyecanlanmasıydı. Bu nedenle, Metin Bey dizi seçiminde oldukça titiz ve dikkatliydi. Kaygılıydı da aynı zamanda! Annesinin arada bir nükseden tuhaf davranışları dikkatini çekiyor, anlam veremiyordu.
Uzatılan elma dilimlerini iştahla yerken gözünü diziden ayırmıyordu. Metin Bey;
--- Anacığım, yarın erkenden İstanbul’a gidelim, ne dersin? Babamı ziyaret edip, biraz gezeriz.
İşittiği cümle ile aniden oğluna dönmüş, mutluluğu çehresine yayılmıştı. Dizinin önemi kalmamıştı. Sevinçten gözlerinin içi parlıyordu. Mutluluğuna sebep, sevdiği geziden ziyade, İstanbul’a gidecek olmasıydı. Artık İstanbul onun için eskiden ikamet ettiği şehir olmaktan öte bir anlam taşıyordu. Hayat arkadaşı orada medfundu;
--- Gidelim oğlum. Uzun zaman oldu, bir ziyaret edelim.
Az önceki sevinci hatıraların gözünde canlanmasıyla kısa sürede hüznün gölgesinde kalmıştı. Kim bilir aklından neler geçiyor, ne düşünüyordu... Kim bilir...
Tabiat kış uykusundan uyanmış, birkaç gün öncesine kadar kupkuru görünen ağaç dalları yeşermeye, tomurcuklar çiçek açmaya başlamıştı. Yola koyulduklarında tatlı bir meltem yanaklarını okşuyordu. Yenimahalle’nin horozları ses yarıştırırcasına yine vakitsiz ötüyor, sokak köpekleri haftalık olağan toplantıları için münasip gördükleri köşe başına geliyorlardı. Dört, beş, altı, yedi... Tam dokuz köpek! Bu sokak için biraz fazla sayılsa da, kimse ses çıkarmıyordu. Ta ki arada bir birinin azı dişleri, geçen bir yabancının baldırında iz bırakana kadar. Konu "başıboş gezen köpekler" olduğunda, yetkilinin adı her defasında "Marko Paşa"ydı…
Allah’tan ki feribotun fazla yolcusu yoktu. Aldıkları biletin numarası kapalı salonu gösterse de, hareket eder etmez geminin ön tarafına geçip, boş koltuklardan birine oturdular. Deniz çarşaf gibiydi. Uğurlamaya gelen martıları boş çevirmek olmazdı. İyi ki yanlarına simit almışlardı. Metin Bey ufak parçalara ayırarak annesine veriyor, Zülbiye Hanım da yanına yaklaşan martılara atıyor, uzatıyordu. Yaşlı ve yorgun yüreğinin kuytu köşesinde saklanan o küçük çocuk gönül penceresinden başını uzatmış, gökyüzüne doğru gülümseyerek bakıyordu.
Çocuklar gibi şendi... huzurluydu Zülbiye Hanım.
Feribot Yenikapı iskelesine yanaşırken manzara ne kadar da farklıydı. Her şehri, her yöresi ayrı güzellikte olsa da, İstanbul bir başkaydı. Selatin camileri, semaya şehadet parmağı gibi uzanan upuzun minareleriyle, mîmarisiyle müslümanların gözbebeği; yüzyıllardır yan yana, kardeşçe huzur içinde yaşamanın canlı şahidi kiliseleri, havralarıyla barışın gözde kentiydi. Kirlenen, kirletilen havaya inat, buram buram tarih kokuyordu...
Ulaşım imkânları geçmiş senelere göre çok gelişmiş olsa da, Metin Bey taxiyi tercih etmişti. Gün boyu gezilecek çok yer olduğundan, annesinin yorulmasını istemiyordu. Trafiğin en yoğun saatleri olmadığından çok geçmeden semtleri Sanayi Mahallesine varmışlardı. Tahmin ettiği gibi, girişten itibaren her yer kalabalık, trafik ise yine tıkalıydı. Ücreti ödeyip taxiden indiler.
Metin Bey ne zaman İstanbul’a gelse, her fırsat bulduğunda gençlik yıllarını geçirdiği bu muhite uğramadan edemezdi. En canlı anıları, sekiz yaşlarında geldikleri bu mahallede saklıydı. Çevresine bakınırken, her gelişinde olduğu gibi, bugün de, zamana yenik düşen yorgun bedenlerde tanıdık simalar arıyor gibiydi. Değişen onca şeye rağmen, uzayıp giden caddenin sağ tarafında okulu ilk günkü gibi dimdik ayakta, Başarı Kırtasiye karşısındaydı. Arada bir arkasına bakıyor, sık sık daralan yaya kaldırımında annesinin geride kalmamasına dikkat ediyordu.
Zülbiye Hanım, ilerlemiş yaşına rağmen oldukça dinç ve sağlıklı görünüyordu. Hemcinslerinin her gün diyetlerle boğuştuğu bir dünyada hiç bir zaman obezite problemi olmamıştı. Oldum olası hep ideal kilosundaydı. Metin Beyi takip ederken, o da kim bilir hangi düşünceler içindeydi. Merkez Camisinden yükselen ezan sesi vaktin su gibi aktığını gösteriyordu.
Evden çıkarken abdestlerini almışlardı. Metin Bey annesini kadınlar bölümünün kapısından içeri uğurlayarak cemaatin arasına karıştı.
Az sonra namaz bitmiş, cemaat dağılmış olmasına rağmen Zülbiye Hanım henüz hâlâ çıkmamıştı. Dakikalar ilerledikçe Metin Beyin endişesi de artmaya başlamıştı. Çaresiz, kapıdan içeriye başını uzatınca, annesinin telaş içinde olduğunu farketti. Camiye girerken dışarıda bıraktığı ayakkabılarını belli ki içeride arıyordu. Zülbiye Hanım kapıdan kendisine seslenen oğlunun elinde ayakkabılarını görünce rahatlamış, derin bir nefes almıştı.
Mezarlığın ana kapısından içeriye girmek üzereyken nihayet iki tanıdık simayla karşılaşmışlardı. Eski komşuları da Zülbiye Hanımı tanımış, hemen bırakma niyetinde değillerdi. Müsade edilse koca gün ayaküstü bir sohbetle bitebilirdi. Onca ayrılıktan sonra bunda yadırganacak bir şey de yoktu aslında. Lakin, programlarında akraba ziyaretleri de olan Metin Beylerin bir an önce ayrılmaları gerekiyordu. Bir süre daha sabırla bekleyen Metin Bey nihayet müdahele etme gereği duydu;
--- Bugün henüz halletmemiz gereken bazı işler var Abla. İnşallah başka bir gün geldiğimizde annemi size getiririm, doya doya sohbet edersiniz. Şimdilik bize müsade.
--- Estağfirullah Metin Kardeşim, müsade ne demek. Ama, bir dahaki gelişinizde mutlaka bize bekleriz. Söz mü?
--- Tabi... İnşallah.
Ayrıldıklarında, Zülbiye Hanım sohbetin bölünmesinden pek rahatsız olmuş görünmüyordu. Bilakis hayli memnun bir hâli vardı. Biraz ilerledikten sonra bu memnuniyetin sebebini anlatan soru gelmişti;
--- Oğlum, kimdi bunlar?
Son zamanlardaki şaşkınlığına yeni bir şaşkınlık daha eklenmişti Metin Beyin. Kapı komşuları Aynur Hanımla, Zeliha Hanımı hemen tanımış, annesinin de tanıdığını düşünmüştü.
--- Sinop’lular... Aynur Hanım’la eltisiydi anacığım.
Hani az ötemizde, marangozun yanındaki tek katlı iki daire vardı ya! Orada oturanlar.
Ne dese boştu. Hatırlayamamıştı Zülbiye Hanım. Üzerinde daha fazla durup üzmek istemedi. "Aradan onca sene geçmiş, hatırlayamaması o kadar da anormal değil" diye düşünmek biraz da işine gelmişti...
Bir tepe üzerine kurulan mezarlıkta, aile kabristanı yoldan otuz metre kadar içeride, yamaç bir yerdeydi. Gelişigüzel açılan mezarlar yüzünden, dikkat edilmese bulmak kolay olmayabilirdi. Rampa bir yere vardıklarında, yol kenarındaki mezar taşında yazan isimden yaklaştıklarını anlamıştı. Buradan ötesi biraz beceri, akrobasi ve özen gerektiriyordu. Yirmi santimlik bir boşluktan yol almak kolay olmadığından, çevre mezarların taşlarına basmadan yürümek mümkün değildi.
Metin Bey, annesinin elinden tutarak yardımcı oldu. Nihayet, çerçevesi betondan kapısı unutulmuş gibi duran bir mezarın önündeydiler.
Girişte hemen sol köşede Lütfü Bey yatıyordu. Orta kısımda babası Mustafa Bey ile annesi İfaket Hanım yanyana bulunuyordu. Dördüncü mezar ise Metin Beyin kanserden vefat eden Rıfkı amcasına aitti.
Dirisine saygısı olmayan insanlardan ölüye saygı beyhude bir beklentiydi. O nedenle, gördükleri manzara kendilerini üzmüş, ama şaşırtmamıştı. Bira kutularından, izmaritlerden ve kırılan mezar taşlarından, mezarlığın sarhoş gençlerin hışmına uğradığı anlaşılıyordu.
Nasılsa, Lütfü Beyin mezar taşı henüz daha sağlamdı. Toprak biraz çökmüş, üzerini ot bürümüştü.
Metin Bey okşarcasına mezarı otlardan temizlerken Zülbiye Hanım duaya başlamıştı bile. Gözleri nemli, gönlü elemliydi. Yol boyunca yüreğinde biriktirdiklerini dualarına karmış, hitap eder, cevap bekler gibiydi. Lakin, bir muamma olan ölümün sırrı, ancak ölünce çözülüyordu.
Az aşağıda uzanıp giden yolun öte tarafında yükselen yüksek binalar... Kalabalıklar... Hayatla ölüm iç içe, yan yanaydı. Acaba manzarası mezarlık olan şu binalardaki insanlar hayatın ne kadar kısa, kısır kavgaların ne kadar anlamsız, hadsiz hırsın ne kadar gereksiz olduğunun farkında mıydı? Şüpheliydi!
Mezardan ayrılırken midelerinin homurtusu hayatın devam ettiğini hatırlatır gibiydi. Susturmanın tek yolu en yakındaki bir lokantanın kapısını çalmaktı. Lakin, buraya kadar gelip de, yıllarca oturdukları evi görmeden dönmek olmazdı. Metin Bey, annesine hiç bir şey söylemeden, arka sokaktan dolaşarak dört yüz metre ötedeki evlerinin önüne kadar götürdü. Bir zamanlar bir-iki katlı evlerin tamamı yıkılmış, yerine yedi-sekiz katlı, pasajlı binalar yapılmıştı. Tüm bunların arasında iki katlı tek bir ev kalmıştı. O da Metin Beylerin yetmişli yıllardan kalan eski eviydi. Sattıkları komşusu varlıklı olmasına rağmen, bu eve nedense hiç dokunmamış, o halde bırakmıştı.
Tahta bir yer sofrasının etrafında bağdaş kurup aynı tabaktan yemeğe kaşık salladıkları bu fakirhanede kim bilir bugün kimler oturuyordu. Yıllar içinde kazanıp, tahta döşemenin budak deliğinden içeri atarak biriktirdiği misketler duruyor muydu acaba? Hayalleri, heyecanları saklıydı orada... Tozpembe düşler kurmuştu gıcırdayan karyolasında... Metin Bey yanında annesinin olduğunu unutmuş, dalıp gitmişti. Zülbiye Hanımın telaşlı sesi ile kendine geldi;
--- Oğlum, biz neden buraya geldik?
Haydaaa... Sorulacak sorumuydu bu da! Annesini yıllarca oturduğu evin tam karşısına getirmiş, senelerce çamaşır astığı balkonun önünde durduğu halde; "Biz neden buraya geldik?" diye soruyordu. Acaba şaka mı yapıyordu?
Annesinin yüzüne baktı. Bakışlarında büyük şaşkınlık vardı. Biraz da hayalkırıklığı tabi. Sözde sürpriz yapmak istemişti... Parmağıyla göstererek;
--- Evimiz anam! Eskiden oturduğumuz evimiz! Hatırlamadın mı?
Zülbiye Hanım, oğlunun gösterdiği yere doğru kafasını çevirdi. Baktı... baktı... Bir şeyler hatırlamak ister gibiydi. Ama olmuyor, olmuyordu. Bakışlarından hayret, üzüntü ve biraz da endişe seziliyordu. Kaşları çatılmış, inanmak istemez gibiydi;
--- Biz önceden burada mı oturduk?
--- ? ? ?
Üzülmek sırası Metin Beye geçmişti. Zorlamanın gereği yoktu. "Belki de etrafına yapılan binaların yüksekliği kafasını karıştırdı. Ya da babamın ölümünden sonra yaşadıklarının etkisi olsa gerek" diye düşündü.
Fazla vakit geçirmenin anlamı yoktu. Zaten çok da acıkmışlardı. İstikamet, çocukluğundan beri tanıdığı, damak tadı meşhur Salim amcanın kebap dükkânıydı. Nesil değişmiş olsa da kaliteden ödün vermemiş, gönül rahatlığıyla yemek yenebilecek nadir lokantalardandı.
Siparişleri vermişlerdi ki Metin Beyin telefonu çaldı. Ne zaman telefonu çalsa, elinde değil, tedirgin olurdu. Yıllar önce, Berlin’e dönüş yolundayken Yugoslavya’da ailesinin geçirdiği trafik kazasından da, dedesinin vefatından da telefonla haberdar edilmişti. Babasının beyin kanaması geçirdiğini de bu şekilde öğrenmişti. O nedenle, mecbur kalmadıkça yanında telefon bulundurmazdı.
Endişe etmeyi gerektirecek bir durum olmasa da, aldığı haber pek hoşuna gitmemişti. Gelen mektuba göre, malulen emeklilik için Almanya’da yaptığı müracaat kabul edilmemiş, iş hayatına yeniden kazandırmak için Rehabilitasyon Merkezine gönderilmesi uygun görülmüştü. Emeklilik yaşının yetmişlere dayandığı bir ülkede, elli iki yaşındaki bir insanın emekliliği elbette kolay değildi. Her ne kadar eklemlerdeki kronik hastalıkla ilgili mücbir sebepler belgelense de, yapılan müracaatlarda öncelik bir Rehabilitasyon Merkeziydi. Dağılan aracı toplar gibi, bir-bir buçuk ay kadar bir bakıma alacaklar, mümkünse yeniden iş hayatına kazandıracaklardı.
Ücretsiz ve mükemmel bir tatil niteliğindeki bu tür kliniklere gidebilmeyi arzu eden çok kişi vardı. Metin Beyi üzen de zaten haberin niteliğinden ziyade sonuçlarıydı. İki hafta içinde Berlin’e dönmesi gerekiyordu. Oysa annesi ile birlikte ne kadar da huzurlu ve mutluydu. Yalnız bırakıp da nasıl gidecekti?
Zihninden cevabını arayan onlarca soru geçerken yemeği de soğumuştu.
Zülbiye Hanım, Metin Beyin değişen yüz ifadesinden hoş bir haber almadığını hissetmiş, sormaya cesaret edememişti. Metin Bey de bu güzel günün tadını bozmamak için hiç bir şey söylememeyi tercih etti.
Lokantadan ayrılırken belediye otobüsü de durağa yaklaşmaktaydı. Şirintepe - Eminönü arasında sefer yapan yirmi yedi numaralı bu araç mahellenin yegâne belediye otobüsü, adeta sembolüydü. Programda Beşiktaş’taki akrabaları ziyaret olduğundan, taxi beklemektense binmeyi tercih ettiler.
Tüm koltuklar doluydu. Metin Bey etrafa bakınırken, genç bir delikanlı ayağa kalkarak annesine yer vermişti. Rahatlamıştı Metin Bey. Mütebessim bir çehreyle gence teşekkür etti.
Zülbiye Hanım oturduğu cam kenarından cadde boyunca insanları, binaları izliyordu. Geçtiği bu güzergâh, sıra sıra dizili dükkânlar muhtemelen kendisine pek yabancı değildi. Sayısız kereler bindiği bu otobüslerle kim bilir kaç kez Beşiktaş’taki Et ve Balık Kurumuna gitmiş, şafak sökmeden kuyruğa girmiş, sabırla saatlerce bekledikten sonra sırası gelince bir kilo kıyma ve bir kilo kuşbaşıyla eve dönmüştü. O da şansı varsa tabi... Bazen ya kıyma, ya kuşbaşı erkenden biter, hatta eve eli boş döndüğü bile olurdu. O zamanlar kasaptan et alabilmek bütçelerinin boyunu aşıyordu. Nisbeten ucuza alınan bu etler yemeklere tadımlık olarak konur, uzun süre idare edilirdi.
Hatırası hüzün veren zor zamandı o yıllar. Yaşı müsait olan herkesin yüreğini sızlatan o günlere dair bir çok anısı vardı muhtemelen. Önünden geçtikleri dükkânın Metin Beyin hafızsında silinmeyen anısı gibi mesela;
Kırk beş dakikalık mesafedeki Yeni Levent Lisesine yürüyerek gittiği günlerden bir gündü o gün de. Terörün en yoğun olduğu seksen öncesinde, bir sabah yine buradan okula giderken ilk kez bir cinayete tanık olmuştu. İki adım önünde, yirmili yaşlarda suratsız bir adam silahını doğrultmuş, caddenin karşısındaki hasmını tabancayla yere sermişti. Daha da üzücü ve tuhaf olan, katilin kaçmaya gerek duymadan, ağır adımlarla geldiği sokaktan yürüyerek gözden kaybolmasıydı.
Ne zaman buradan geçse zihnindeki o eşkal beliriyor, gördüğü manzara hafızasında yeniden canlanıyordu...
Vakit geç olmuştu. Akraba ziyaretlerini ertelemekten başka çare yoktu. Annesinin de aynı düşüncede olduğunu öğrenince daha fazla oyalanmadan evin yolunu tuttular...
Yalova’ya vardıklarında kararmaya yüz tutan hava, verdikleri kararın doğruluğunu gösteriyordu. Yine de minibüsten bir durak önce inerek, çınar ağaçları boyunca, kuş cıvıltıları arasında yürümeyi tercih etmişlerdi. Buna ihtiyacı da vardı zaten. Gelen telefon, bir an önce Berlin’e dönme mecburiyeti huzursuz etmiş, canını sıkmıştı. Aniden gelen sesle düşüncelerinden sıyrıldı.
--- Oooo Abi, anneyle gezmeden mi geliyorsunuz?
Sesin sahibi, yolun kenarında kurulan Tabiat Cafe’nin sahibinden başkası değildi.
Coşkun Bey, çalışkan, becerikli, espirili, dürüst ve mert bir Karadeniz delikanlısıydı. Aslen Rize’liydi. Esen ekonomik rüzgâr ve umutları, onları da önce İstanbul’a, ardından buraya sürüklemişti. Metin Beyin mahalledeki en yakın dostuydu aynı zamanda. Fırsat buldukça gelir, sohbet ederlerdi;
--- Merhaba Coşkun . Bu sabah annemle birlikte babamın mezarını ziyarete, İstanbul’a gitmiştik. Nasılsın, her şey yolundadır inşallah.
Bu soru abesti aslında. Coşkun Beyi az çok tanıyan herkes bilirdi ki, yolunda giden bir şey varsa o da şanssızlığıydı. Şu dükkânı işletmeye açtı açalı, tüm gayretlerine rağmen arzu ettiği sonucu bir türlü alamamıştı. Oysa mahallenin en temiz, en nezih Cafe’siydi. Tek başına koca bir tarlayı bu hâle getirene kadar az masraf etmemişti. Köy halkının ilgi ve desteği olmayınca bütün gayreti boşa gidiyordu.
--- Abi, buyrun bir çayımı için, az önce demledim.
Metin Bey annesine baktı. Bakışlarından itiraz sezilmiyordu;
--- Bir çayını içelim öyleyse
On adımlık hafif rampa yolu çıktıklarında Coşkun Bey çayları hazırlamıştı bile. Açık alandaki asmanın altında kahvelerini yudumlayan genç çifti saymazsak, Cafe yine boş görünüyordu. Arada bir düzenlenen özel günlerde gelen gruplar da olmasa hiç çekilecek gibi değildi.
Coşkun Bey çayları getirmiş, kendisi de masada yerini almıştı. Yine kederli görünüyordu. Dokunmadan bin âh etmeye hazır bir hâli var gibiydi. Nitekim sormaya gerek kalmadan, fazla bekletmeden anlatmaya başladı. Bu kez, sıkıntısının baş rolünde komşusu, figüran olarak da arıları vardı;
--- Ya Abi, olacak iş mi yani! Şurada dükkân açmış üç beş kuruş kazanmaya çalışıyoruz. Adam az ötemde kovan kurmuş, bir iki kilo bal için ekmeğimle oynuyor. Bugün kaç müşterim geldiyse arıların verdiği rahatsızlıktan dolayı, kalkıp gittiler. Rica ettim, olmadı, ikaz ettim... olmadı. Bu sabah yetkili mercileri aradım. Tanıdıkları için işi ağırdan alıyorlar. Arılara zarar vermek de istemiyorum. Ne yapacağımı bilemez hâldeyim.
Daha sözünü bitirmesine fırsat vermeden arılardan biri Zülbiye Hanımın bardağının kenarında erimek üzere olan şekerine konmuştu bile.
Serzenişinde haklıydı Coşkun Bey. Ne yazık ki bize özgü birçok güzel hasleti olduğu gibi, empati yapabilme özelliğimizi de yitirmiştik maalesef.
Uzun zamandır görüşemediklerinden, fırsat olsa anlatacak çok şeyi vardı Coşkun Beyin. Zaman yine su gibi akmış, akşam ezanı okunuyordu. Müşterinin hesap ödeme talebi kalkmak için iyi bir fırsattı. Müsade isteyerek yanından ayrıldılar…
…
Gelen telefon olmasa ne kadar da mutlu ve huzurluydular. Yapacak bir şey yoktu. Emanet edebileceğini düşündüğü en yakın komşuları; "Merak etmeyin, gözünüz arkada kalmasın, Zülbiye Hanımı asla yalnız komayız" deseler de, Metin Bey annesini ilk kez yalnız bırakmak zorunda kalmanın hüznü ve burukluğu içindeydi.
Komşu Fatma Hanım, kiralık daire arayan bir kadın olduğundan bahsetmişti. Eşi vefat etmiş, yirmi yaşlarında üniversiteye giden bir kızı ile birlikte yaşayacaktı. Annesi açısından düşünüldüğünde, koca binada yalnız kalmasındansa, katın birinde bir kiracı olması çok daha mantıklıydı. Hatta gerekliydi de. İyi anlaşabilirlerse, annesine yardımı olur, yalnızlığını da giderebilirdi. Istanbul’da kiracılardan çok sıkıntı çektiğinden olsa gerek, Zülbiye Hanımı buna ikna etmek hiç de kolay değildi. Müsait bir zamanda konuyu açarak fikrini sorduğunda aldığı cevap kendisini üzmüş, lakin hiç şaşırtmamıştı. Kararlı ve tavizsizdi;
Binada kimseyi istemiyordu! Yapacak bir şey yoktu...
Metin Bey, çok geçmeden biletini almış, her ihtimale karşı da, dayanıklı tüketim gıdalarından uzunca bir süre yetecek kadar tedarik ederek mutfaktaki raflara dizmişti. Bu arada gelişmelerden abisini de haberdar etmiş, acil gitmesi gerektiğini sebepleriyle birlikte belirtmişti. Olağanüstü bir durum olduğunda Coşkun Bey de gereken yardımı esirgemezdi zaten...
...
O sabah erken kalkan yine Zülbiye Hanımdı. Oğlunun varlığına çok alışmış, gideceği için hayli üzgün ve durgundu. Çok hassas yürekliydi. Böyle anlarda gözyaşları göz kapaklarının ardında iğreti duruyordu. Dokunsalar ağlayacak gibiydi.
Kahvaltı boyunca Metin Bey, annesinin yüreğindeki endişeleri almaya, en azından azaltmaya gayret ediyordu.
"En kısa sürede işlerini halledecek, hiç gecikmeden yine dönecekti. Hem zaten kısa süre sonra abisi de gelecekti. Üzülmeye ne gerek vardı ki?"
Duygularını belli etmemeye çalışıyordu. Gider gitmez endişe ve üzüntülerle başbaşa kalmaması için de komşusu Fatma Hanım yanına gelecekti.
Metin Bey, annesinin tüm ısrarlarına rağmen, kendisi ile Yalova’ya kadar gelmesine izin vermemişti. Evin yolunu şaşırdığını unutmamış, dönüşte sıkıntı yaşama ihtimalinin endişesini taşıyordu.
Beklendiği gibi, uğurlama vakti geldiğinde, Zülbiye Hanım kirpiklerine yenik düşmüş, yüreğinde biriken tüm üzüntüsünü yanağından salıvermişti. Zaten fazla direnme gereği de duymamıştı. Metin Beyi de en çok yoran, yıpratan bu vedalar, ayrılık anlarıydı.
Taxinin kapısı kapanıp hareket ettiğinde, kararlaştırıldığı gibi, Fatma Hanım Zülbiye Hanımın yanında, kolu omuzundaydı.
Yol boyunca hayli durgundu Metin Bey. Kim bilir kaç kez Türkiye’ye gelip gitmiş, kendisini şimdiki kadar huzursuz ve üzgün hissetmemişti. Adını koyamadığı, tarifi zor duygular içindeydi. Öyle ki, bir kaza sonrası yol kenarında hurda yığınına dönmüş otomobilin etrafına yığılmış kalabalığı dahi farketmemişti. Ağabeyi gelse dahi, uzun süre kalamayacağını biliyordu. Daha Berlin’e varmadan kararını vermişti. Yapılması gereken işleri bir şekilde erteleyip dönmeliydi…
...
Zaruretten olsa da, Metin Beyin Berlin’e ani dönüşü İbrahim Beyi de huzursuz etmişti. Bursa’daki teyzelerinden yardım istemeyi düşündü. Emekli ve dul olmaları kısa süreliğine kardeşlerinin yanına gelebilmelerine müsaitti. Zaten önceden de arada bir gelip kaldıkları olmuştu. Telefon açıp görüştüğünde yanılmadığını anlamıştı. Nitekim telefondan bir gün sonra Rukiye ile Nuriye Hanım ablalarının yanında, Yalova’daydılar.
İbrahim Bey geçici olsa da güzel bir çözüm bulmanın rahatlığını yaşarken bu mutluluğu uzun sürmemiş, daha bir hafta geçmeden gelen telefon tüm sevincini kursağında bırakmıştı.
Anlatılanlara göre annesi yeni huylar edinmiş, kardeşlerini bunaltmıştı. Serin havalarda bir yorganı, bazen bir çift çorabı kardeşlerinden esirgiyor, huzur vermiyordu.
Bir sabah kardeşlerine farkettirmeden, gizlice evden çıkıp bakkala gitmesi büyük endişeye sebep olmuş, bir başka gün de, kaybettiği ev anahtarları yüzünden evde iki gün ekmeksiz, mahzur kalmışlardı. Öyle ki, sabırlı olduğu bilinen Rukiye Hanımın takati tükenmiş, son telefon görüşmesinde düşüncelerini olanca açıklığıyla itiraf etmişti;
--- Paşam, ne desen yaparım biliyorsun. Benden her şeyi iste de, daha fazla burada kalmamı isteme. Ablam çok değişmiş, hastalığı çok ilerlemiş. Bu iş bize göre değil.
Sağlık durumu elvermese de, İbrahim Beyin hiç gecikmeden annesinin yanına dönmesi gerekiyordu.
Nitekim teyzeleri Yalova’dan ayrıldıkları günün akşamı Yalova’ya hareket etmişti. Aklı sürekli annesindeydi. İki kardeşin üstesinden gelemediği bir işi, hasta haliyle kendisi tek başına nasıl başaracaktı? Beyninde çengel gibi asılı duran, cevap bekleyen sayısız soru vardı.
Düşünceler yerini endişeye bırakmış, dikkati iyiden iyiye dağılmıştı. Yanından hızla geçen koca bir aracın sarsmasıyla kendine geldi. Geniş otobanda farkına varmadan tıra yaklaşmış, tam altına girmek üzereyken şoförün dikkati sayesinde son anda kurtulmuştu. Sürtünmenin etkisiyle hasarlı sağ tarafın tekerlek cantı yerinden fırlamış, ikiyüz metre kadar öteye savrulmuştu.
İbrahim Bey aracını durdurduğunda henüz kazanın şokunu atlatamamıştı. Tır şoförü de aracını durdurmuş, koşarak İbrahim Beyin yanına gelmişti.
--- Geçmiş olsun kardeşim.
Verilmiş sadakanız varmış.
Dalgındınız galiba?
İbrahim Bey henüz daha ucuz atlattığı kazanın şoku içindeydi. Şoförün son cümlesi ile kendini toparladı;
--- Teşekkür ederim. Haklısınız, biraz düşünceliydim, farkedemedim. Aracınıza hasar verdiysem, gereği neyse yapalım.
--- Bendeki birkaç çiziğin önemi yok. Asıl hasar sizin araçta görünüyor. Kaporta da epey dağılmış. Size tekrar geçmiş olsun. Bana müsade. Hayırlı akşamlar.
--- Hayırlı akşamlar.
Şoför uzaklaştıktan sonra İbrahim Bey uzunca bir süre daha arabada hareketsiz kalmış, kazanın vahamettinden ziyade, kendisine bir şey olması durumunda annesinin durumunu düşünüyordu. Cevabını bulamadığı daha bir sürü soru vardı. Annesi evde yalnızdı ve bir an önce yanına ulaşmalıydı.
Araçtan inerek kopan, dağılan parçaları toplayıp bagajına koydu. Yoluna devam ederken kendisini çok yalnız hissediyordu. Oldukça üzgün ve hâlâ düşünceliydi.
...
...
Yalova’ya gelen İbrahim Bey, çok geçmeden, verdiği kararın ne kadar isabetli olduğunu anlamıştı. Zira Zülbiye Hanımın sağlığı geçen süre içinde dikkat çekici şekilde bozulmuştu. Götürdüğü doktorlar ve yapılan tetkiklerin neticesi durumun vahametini gösteriyordu. Teşhis alzheimerdi ve tedavisi mümkün değildi. Tarifsiz bir üzüntü içindeydi.
İbrahim Bey, her gün hastalığın özellikleri ile ilgili dergi ve kitapları inceliyor, internet üzerinden araştırmalar yapıyordu.
Kısa sürede çok bilgi edinmesine rağmen, içinde bulunduğu duruma adapte olmakta zorlanıyordu tabi. En yıpratıcı olan ise, annesinin sürekli gözetim altında bulunma mecburiyetiydi. Zira Rabia teyzesi de aynı hastalığa yakalanmış, evde yanlışlıkla içtiği çamaşır suyu sebebiyle günlerce komada yatmış, kurtarılamayarak vefat etmişti.
Sonbaharın serinliği gün geçtikçe yerini sert rüzgârlara, soğuklara bırakmış, İbrahim Beyi zorlu bir kış bekliyordu.
…
Metin Bey, Berlin’e döneli daha bir ay olmadan gereken işlerin neredeyse tamamı halledilmişti. Emekliliğin ön koşulu olan rehabilitasyonun ertelenmesi için yaptığı müracaatın cevabını bekliyordu.
Berrin Hanım, eşinin annesinin yanına dönme mecburiyetini anlayışla karşılıyor olsa da müracaata cevabın gecikmesine içten içe seviniyordu. O güne dek girdiği her iki imtihanı da birer puanla kaybetmişti. Yaradana eksiksiz tevekkülüne rağmen etkilenmemek, üzülmemek mümkün değildi. Hevesinin kırılma ihtimalinden endişe ediyordu. Bu zor zamanlarında tek tesellisi, çamaşır-bulaşık yıkamaktan, ütü yapmaktan şikâyet etmeyen eşinin varlığıydı. Zira, çocuklar büyüdükçe idaresi de zorlaşmıştı. Üç kardeşin de -arada bir geçimsizliğe sebep olan- farklı karakterleri vardı. Yabancı bir ülkede doğup büyüyen gençlerin öz benliklerinden, kültüründen kopmadan, içinde yaşadıkları topluma adapte olabilmeleri zordu. Bu zorluk, entegrasyonu asimilasyon olarak uygulamaya çalışan devletlerde daha da belirgindi. Teknoloji çağının olumlu birçok kazanımı yanında, olumsuz yansımaları da vardı. Özellikle, medya kanalıyla gelişen sürekli ve hızlı bilgi akışının doğru analizi ve kontrolü gerekiyordu. Aksi taktirde, bugün olmasa da bir gün, kültür çatışmalarının ortasında kalacakları açıktı. Bunun işaretleri daha şimdiden görünmeye başlamıştı bile…
…
Bu sabah Metin Bey her zamankinden geç uyanmıştı. Son zamanlarda işlerinin yoğunluğundan, ailesiyle birlikte gezmeye fırsat bulamamanın üzüntüsü içindeydi. Çocuklar evde olmasa da, masmavi gökyüzü, güneşli pırrıl pırıl bir hava vaktin uygun olduğunu gösteriyordu. Aklına güzel bir fikir gelmişti;
--- Berriiin!
--- Efendiiim!
Evet. Tam da tahmin ettiği gibi Berrin Hanım yine her zamanki yerinde, mutfaktaydı. Her gün altı kişinin beslenmesi gereken bir ortamda anne başka nerede olabilirdi ki?
Mutfağa gittiğinde eşi günlük yemeği hazırlamakla meşguldü. Takılmadan edemezdi;
--- Hâlâ bitiremedin mi?
Tahrik etmeye müsait bu tür sorularda Berrin Hanım genellikle tuzağa düşer, kendisini savunma ihtiyacı hisseder, illa ki bir kaç cümle ile hakkını müdafa gereği duyardı. Metin Beyin niyetini sezmiş olacak ki, önce sadece gülümsemekle yetindi. Yine de altta kalmak olmazdı;
--- Daha çabuk yapabiliyorsan, bundan sonra yemekleri sen yap istersen. Bir itirazım yok!
--- Yok canım, o kadar da değil. Hem, biraz uzun sürmesinin mahzuru yok. Ne yapalım, bekleriz. Demem o ki, eskiden buzdolabı, çamaşır makinesi, ütü, bulaşık makinesi... yokken bile ev işlerini bitirmenin yanı sıra salça yapar, turşu kurar... sohbete bile vakit bulurlardı. Sen mutfaktan hiç çıkamıyorsun. Çok mu yavaşsın ne!
Berrin Hanımın bakışları "Şansını fazla zorlama!“ der gibiydi.
--- Bak ne düşündüm. Bu işlerin kısa sürede biteceği yok. Öylece bırak istersen. Kahvaltılık bir şeyler hazırlayıp yakındaki parka gidelim, ne dersin?
Ne diyebilirdi ki? Uzun zamandır annesinin bakımı, ev işleri, derslerinden dolayı dinlenmeye fırsat bulamamıştı. Dinlendirici her türlü değişiklik kabulüydü. Yeterli olmasa da, bir pikniklik bir nefes bile fena sayılmazdı. Olağanüstü bir teklifmiş gibi sevindi. Gözlerinin içi gülüyordu. Çok bunaldığı anlaşılıyordu. Taşıdığı sorumluluk ve yapmak zorunda olduğu işler, kanaatkâr ve mütevekkil olmayan birinin üstesinden gelebileceği bir yük değildi. "Cennete açılan kapım" deyip hizmetini severek yapsa da, alzheimer hastalığı her geçen gün belirgin hâle gelen annesinin bakımı belini bükmeye başlamıştı.
Birlikte, bir kahvaltı için gerekli her şeyi çabucak hazırlayıp çıkmışlardı. Bu arada çocuklara telefonla ulaşıp öğle yemeğini bu günlük dışarıda, bir lokantada yemelerini tembihlemişlerdi.
Berrin Hanım yine çok mutluydu. Hayata olumlu bakışı üzücü olaylardan olumsuz etkilenmesini büyük ölçüde önlüyordu. Güzel bir hava, açan bir çiçek, uçan bir kelebek tebessüme kapı aralayabiliyordu. Bardağın dolu tarafını görme becerisi vardı. Çevresinin, doğanın, sahip olduğu nîmetlerin farkındaydı. Bu mizaçta bir insanla evli olmak büyük şans, büyük mutluluktu...
Hafta içi olduğundan, etrafta koşu yapan gençler haricinde pek kimse görünmüyordu. Göle yakın bir yerdeki boş banklardan birine oturdular. Burası Metin Beyin annesiyle geldiği, gezdirdiği, bazen çocukların babaanneleri ile vakit geçirdikleri yerdi.
Berrin Hanım, piknikten ziyade, uzun zamandır kendisini rahatsız eden konuları dile getirme fırsatı yakaladığına seviniyordu. Metin Bey çayları doldururken, o da söze nereden başlayacağını düşünüyordu.
Bu arada, az ötelerinde oynayan çocukların topu yanlarına kadar gelmişti. Metin Bey gençlik günlerini aratmayacak bir çeviklikle topu ayağında birkaç kez sektirdikten sonra, düzgün bir şutla çocuklara geri gönderdi. Biraz da gururla yerine otururken;
--- Top oynamayalı hayli zaman geçmiş hanım. Ne güzel günlerdi o günler. Gençken bizim buralardaki gibi modern, geniş alanlar, çim sahalarımız yoktu. Hatta hatırlıyorum da... çoğu kez oynayacak top bile bulamazdık. Bulduğumuz top ise yıpranmış, yamulmuş, hava kaçıran cinsten olurdu çoğu kez. Sokak aralarında, bazen de boş bir arsada karanlık bastırıncaya kadar oynar, yine de yorulmazdık. Eve döndüğümüzde, karanlıkta yediğimiz tekmelerin yaralarını sayar, pansuman ederdik. Hiç de umursamazdık ama. O zamanki arkadaşlıklar çok farklıydı biliyormusun!
Geçmiş günlere süratli bir yolculuk yapmış, oradan eşine seslenir gibiydi. Söyleyecekleri pek bitecek gibi görünmüyordu. Berrin Hanım dikkate alınmayacağından emin olsa da hatırlatmadan edemedi;
--- Şu çayını soğutmasan iyi olur. Al, şuradan da bir sandviç ye!
--- Biliyor musun Berrin, çok şey değişiyor, gelişiyor, modernleşiyor ama, kolaylaşan hayatla birlikte çok şeyi de yitiriyoruz. İnsanlar artık eskisi kadar sosyal değiller. Arkadaşlıkların, dostlukların o eski tadı yok maalesef. Biz eskiden arkadaşlarımızla randevulaşır, beklemenin heyecan ve hazzını yaşardık. Bayramlarda, özel günlerde kartpostal tezgâhlarının önü hıncahınç dolardı. Sevdiklerimiz, değer verdiklerimiz için en anlamlı kartpostalları seçer, postanelere koşardık. Hasretin önemi, anlamı ve -ne tuhaf di mi- tadı vardı. Şimdiki sanal alem dostlukları gibi yüzeysel, samimiyetten uzak, yapmacık değildi.
Berrin Hanım eşinin huyunu biliyordu. Tekrar „Çayını soğutma“ demesinin faydası olmayacaktı. Hem, zaten o günleri yeniden yaşarcasına özlemle, heyecanla yâd etmesi hoşuna da gidiyordu.
Soluklanma gereği duymuştu Metin Bey. Çok iştahlıydı. Şansını zorlamak istemiyordu muhtemelen. Nihayet banka oturmuş, çayını yudumlarken, bir yandan da sandviçin hatırını soruyordu. Berrin Hanım, tam zamanı diye düşündü. Ağır ağır anlatmaya başladı;
--- Biliyor musun Metin, uzun zamandır beni rahatsız eden bir problemimiz var. Çocuklar büyüdükçe idareleri zorlaşıyor. Üçü de farklı karakterdeler. Ayrıca, annemin bakımı sırasında uzun süre birbirlerinden ayrı yaşamalarının da etkisi var. Psikolog desteğinin de pek faydası olmadı maalesef. Son zamanlarda sık sık tartışıyor, hatta bazen kavga bile ediyorlar.
Metin Bey hiç şaşırmış görünmüyordu. O da çocuklardaki bu değişikliği sezinlemiş, bu yaşların özelliği olarak algılayarak önemsememişti. Aslında önemsese de, bu vakitten sonra yapacak fazla bir şey yok diye düşünüyordu.
--- Anlaşamama sebepleri neymiş?
--- İnanır mısın, dinlediğimde her defasında fındık kabuğunu doldurmayacak cinsten, ipe sapa gelmez basit nedenlerin kavgaya, tartışmalara yol açtığını görüyorum. Hangisine sorsam kendisi haklı. Aç, açıkta değiller. En ufak bir eksikleri yok. İhtiyaç duydukları ne varsa tedarik ediliyor. Anlaşılır, affedilir gibi değil yani!
--- İyi de, mutlaka somut bir sebebi vardır. Sence ne olabilir?
--- En büyük problem kıskançlık ve tabi bir de internet oyunları! Abisinin ve kardeşinin üniversiteye gidiyor olmaları, kendisinin ise liseyi dahi zorlukla başarabilmesi belli ki Yunus’u psikolojik olarak çok olumsuz etkilemiş. Çevresindeki arkadaşlarının da çoğu üniversiteye gidiyor. Hatta çalışıp para kazananlar, yuva kuranlar bile varmış. Yunus’u çok seviyorlar. Gezecekleri zaman mutlaka onun da yanlarında olmasını arzu ediyorlar. O ise, gün geçtikçe içine kapanıyor. Hareketsizlikten aldığı kilolar da bu rahatsızlığını artırıyor tabi. Arkadaşlarının telefonlarına bile çıkmaz oldu.
--- Neden?
--- Neden olacak. Onlar da Yunus’un bir işe girmesini arzu ediyorlar. Hatta yardım da ediyorlar. Ne yazık ki, şimdiye kadar yaptığı müracaatların hiç birinden olumlu cevap gelmedi. Her buluştuklarında, arkadaşlarının aynı sorularına muhatap olmak, aynı cevapları vermek mecburiyetinde kalmak zoruna gidiyor. Özgüveni örselendi.
--- İyi de, henüz hâlâ kardeşler arasındaki tartışmaların sebebini tam olarak söylemedin!
--- Dedim ya! Kıskançlık. Yunus, kardeşlerini kıskandığından, söylediklerini, sıradan cümleleri, kelimeleri yanlış yorumluyor. Kendisine saldırı olarak algılıyor. Hemen savunma ve saldırı pozisyonu alıyor. Görünen sebep ise ya birlikte oynadıkları oyunlar, ya da tuttukları takımlarla ilgili tartışmalar.
--- Peki Ahmet’le Yusuf’un arası neden açık?
--- Yusuf da Ahmet abisini kıskanıyor.
--- Kimden, neden kıskansın ki?
--- Benim Ahmet abisini daha çok sevdiğim gibi bir saplantısı var. Bu saplantı, ne yazık ki ona karşı bir öfkeye dönüşmüş durumda.
--- Vakit ayırıp bunları etraflıca konuşmadın mı?
--- Konuşmaz olur muyum. Kim bilir kaç kez konuştum, anlattım, izah ettim. Hâl, hareket ve tavırlarımla gösterdiğim sevgimi ayrıca teyit etmeme gerek olmadığı halde, hepsini çok sevdiğimi defalarca da söyledim. Hiçbir faydası olmadı. Bir ara bana açıldı. İlkokula gittiği yıllarda, daha küçükken, mültecilerin çocuklarından oluşan bir grup, Yusuf’u rahatsız etmiş. Öyle sıradan bir rahatsızlık da değil yani! Diz çöktürüp başına silah dayamışlar! Çok, ama çok korkmuş!
Metin Bey hayretler içindeydi.
--- Peki neden bana haber vermemiş?
--- Bilmiyorum. Benim de yeni haberim oldu. Kardeşlerinin bu olaydan haberi varmış. Kendi aralarında halletmeye çalışmışlar. Aynen Ahmet’in olayında olduğu gibi.
Berrin Hanım anlattıkça Metin Beyin hayreti biraz daha artıyordu.
--- Ahmet’in hangi olayı?
--- Ahmet de Orta Okula giderken onun da sınıfında gruplaşmalar, çocuk çeteleri varmış. Tabi Ahmet hiç bir gruba dahil olmamış. Derslerinde de çok başarılı olunca, haliyle bu durum kıskançlığa sebep olmuş. Tehditle yetinmeyip, önünü kesmişler. Bıçaklamaya teşebbüs etmişler. O da senin gibi gurur yapmış. Belirledikleri yere gitmiş. Çok kötü kapışmışlar. Sınıf öğretmeni olaydan haberdar olunca müdahele etmiş. Ahmet’le hesaplaşmak için dışarıda bekledikleri bir gün, Ahmet’i sınıftan çıkarmamış. Polisi çağırmış. Olay emniyete intikal ettikten kısa bir süre sonra da bir daha görünmemişler zaten.
--- Peki, tüm bu olaylar yaşanırken neden benim hiç haberim olmadı?
--- Ahmet’in yüzünde gizlenmesi zor morartılar, kavganın izleri vardı. Çok kızacağını düşündüğünden, anneannesinde kaldı o günlerde. Sorduğunda sana başka bir sebebi gerekçe göstermiştik.
Metin Bey söyleyecek söz bulamıyordu. Bu olayların kendisine intikal etmeyişine kızmakla birlikte sebebini anlayabiliyordu. O günlerde yaşadığı sağlık problemleri ve biraz da tez canlı oluşu bu tür hadiselere soğukkanlılıkla ve gerektiği gibi müdahele etmesine pek müsait sayılmazdı. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, belli ki Yusuf o travmayı henüz daha atlatamamıştı. Hatta haber vermediği bu olaydan dolayı, yardım etmediklerini düşündüğü anne ve babasını bile suçluyordu.
--- Ben çocuklarla ayrı ayrı görüşürüm. Sen de bir araştır, Yusuf’u ikna et de, yine psikolojik destek alsın!
Kabul etmek gerekir ki; bilerek olmasa de, doğru eğitim metodudur düşüncesiyle biz de çok hatalar yaptık hanım. Anımsadıkça kendime çok kızıyor, affedemiyorum.
Hatırlıyor musun... Bir keresinde evden çıkmış, birlikte gezmeye giderken karanlık sokakta Ahmet su birikintisine girdi, ayakkabıları kirlendi diye kızmış, eve dönmüştük. Sanki bilerek yapmış gibi! Bunun gibi birçok yanlış hareket... Keşke zamanı geri alabilmek mümkün olabilseydi... Keşke.
Bu esnada Berrin Hanım da kendi yanlışlarını düşünüyor, pişmanlığını yaşıyordu.
--- İstemeyerek de olsa yaptığımız hataların bazıları affedilir gibi değil yani. Sayısız müracaatlardan aldığı olumsuz neticelerin psikolojik rahatsızlığı yetmezmiş gibi, zorlanırsa daha kolay iş bulur düşüncesiyle Yunus’a uzun süre harçlık vermedim. Arkadaşlarıyla buluşup gezerlerken yavrumun cebinde beş kuruşunun olmadığı günler oldu yani. Birlikte bir yere oturup bir iki lokma birşey yediklerinde hep arkadaşlarının hesabından geçinmesi kendisini kim bilir ne çok yaralamış, üzmüştür. Hatırlıyorum da... Bir keresinde arkadaşı zile basıp aşağıda kendisini beklerken, istediği iki döner parasını prensip gereği uygun görmemiştim. Ne kadar yanlış bir hareket... Doğru bir iş yaptığımı sanarak!
Özeleştirileri geleceğe dair planlar takip etmiş, vakit ilerlemişti. Berrin Hanım, kısa sürede fazla bir değişiklik olmayacağını bilmesine rağmen, sıkıntısını eşiyle paylaşmanın rahatlığı ve huzuru içindeydi. Üstelik yapılması gereken de belliydi.
Top oynayan çocuklar çoktan gitmiş, hava da serinlemişti. Kalan çayı da bölüşüp bitirdikten sonra yine sohbet ederek evin yolunu tuttular.
Vardıklarında postacı da bisikletiyle yeni ayrılıyordu. Zaten, ne zaman dışarıdan gelseler, Pazar günü olsa dahi -alışkanlıktan- önce posta kutusuna göz atmadan edemezlerdi. Bugün yine dolu gözüküyordu. Mavi zarflı olan önemli bir mektuba benziyordu. Metin Bey aceleyle açtı. Beklediği cevap nihayet gelmişti. Rehabilitasyon için yaptığı erteleme talebi kabul edilmişti. Okurken, Berrin Hanım da yan taraftan göz ucuyla bakmış, durumu anlamıştı.
Metin Bey için yine yol görünmüştü.
Beklediği ve arzu ettiği cevabı almasına rağmen, buruk bir sevinç içindeydi Metin Bey. Ailesinin de kendisine ne kadar ihtiyaç duyduğunu biliyor, eşinin üzüntüsünü anlayabiliyordu. Zorlu bir imtihan içindeydiler ve her ikisi de bunun farkındaydı. Her zaman hep aynı duayı ediyorlardı;
„Allah bu günlerimizi aratmasın!“
Eve çıktıklarında Metin Beyin ilk işi ağabeyini aramak olmuştu. Çok bunaldığını ve yolunu gözlediğini tahmin edebiliyordu. Yanılmamıştı. Tam da o günlerde İbrahim Beyin acil olarak Ankara’ya dönmesi gerekiyordu. Eşinin, uzun süredir devam eden kronik rahatsızlıkları sebebiyle annesine bakamayacağını bildiğinden beraberinde götürebilmesi de mümkün değildi. Kaldı ki, Zülbiye Hanımın, evinden ayrılmak gibi bir niyeti de yoktu zaten. O nedenle, ayrılmadan önce, annesinin hayatını kolaylaştırabilecek önemli düzenlemeler yapmış; lambaları harekete duyarlı hâle getirmiş, dolaplarda bulunan giysilerin, yiyeceklerin isimlerini iri harflerle görünür yerlere yapıştırmıştı. Faydası olmasa da, ilaçlar için bile özel bir kutu ayarlanmıştı.
Yalova’dan ayrılırken İbrahim Beyin tek tesellisi, kardeşi gelene kadar komşuların annesiyle ilgilenecek olmasıydı. Kendileriyle uzun uzadıya konuşmuş ve dikkat edilmesi gereken önemli hususları belirtmiş olmasına rağmen, annesinin uzun süre bu binada yalnız kalamayacağının farkındaydı. Metin Bey, Türkiye’ye geleceğini söylediğinde abisinin mutluluğu ses tonundan dahi rahatlıkla hissedilebiliyordu.
Berrin Hanım konuşulanlara kulak misafiri olmuş, seyehatin mecburiyetten kaynaklandığını bilse bile üzüntüsüne engel olamıyordu. Yine de elinden geldiğince duygularını perdelemeye, belli etmemeye çalışıyordu.
Çocuklar her an gelebilirdi. Hiç oyalanmadan mutfağa geçerek yiyecek bir şeyler hazırlamaya koyulduğunda Metin Bey de valizini toplamaya başlamıştı bile.
Kısa süre sonra çalan telefon ve ardından yükselen bağırtılar Metin Beyi telaşlandırmıştı. Koşar adımlarla mutfağa daldı. Sesler mutfağa bitişik olan küçük odadan geliyordu. Berrin Hanım kapıyı kapatmış, telefonla görüşüyor, konuşmuyor, adeta muhatabını paylıyordu. Metin Bey eşini hiç bu denli öfkeli görmemişti. Kapıyı açıp açmamakta tereddüt ederken işittiklerinden eşinin ablası ile konuştuğunu anlamıştı. Kardeşleri ne kadar gayret etse de, ablalarına kendilerini sevdirememişlerdi. Bunda, babadan üvey olmalarının yanı sıra, Mine Hanımın hayata küskün mizacının da büyük etkisi olduğu kesindi. Tebessüm çehresine uzak, neşe gönlüne yabancıydı.
Konuşma bu hararet ve tempoda devam ettiği taktirde Berrin Hanımın tansiyonunun yine yükseleceği açıktı. Müdahele etmeliydi.
Kapıyı yavaşça açarken mimikleriyle de eşini sakinleştirmeye çalışıyordu. Berrin Hanım eşine bakarken görmüyordu bile. Artık ablasına olan saygıyı kenara itmiş, duyduklarına en ağır sözlerle yanıt veriyor, o güne kadar kırılmasın diye yutkunduğu ne varsa telefonda yüzüne haykırıyordu;
--- Anneme iyi bakmadım öyle mi?
Daracık evden buraya taşınmanın heyecan ve mutluluğunu yaşamamıza fırsat vermeden annemi bize bırakıp bir sürü bahaneyle kenara çekildiniz. İki odada beş kişi yıllarca idare ederken sizin umurunuzda değildi. Dile kolay, tam on yedi sene! Büyük bedeller ödesek de, hiç şikâyet etmeden, en güzel şekilde anneme baktım, bakmaya çalıştık.
Anneme iyi bakmadım öyle mi?
Berrin Hanımın öfkesinin sebebi anlaşılmıştı. Belli ki kardeşinin on sekiz senedir özveriyle, büyük gayretle hizmetini yaptığı annesinin bakımından memnun kalmamış, haksız ithamlarda bulunmuştu..
Metin Bey eşinin öfkeli konuşmasını tasvip etmese de, Berrin Hanım bu çirkin ithamın cevabını vermekte haklıydı.
Fırtına dinmek bilmiyordu;
--- Yaa sen ne kadar nankörmüşsün. Annene bakmak istedin de, bakmak isteyen oldu da engel mi olduk? Ben gece gündüz imtihanlara çalışırken neredeydiniz? İşten yorgun argın geldiğim halde, evin işlerini bitirip her gün anneme giderken, gece yarılarında sürünürcesine evime dönerken nerelerdeydiniz? Yıllarca iftarı evimde, sahuru annemde yaparken neredeydiniz? Bir evden diğerine koşuştururken, Yusuf’un ardımdan hüzünlü bakışları içimi kanatırken... Nerede... Neredeydiniz?
Ahmet senelerce bizden ayrı yaşarken sesiniz çıkmasın... şimdi utanmadan "Annem iyi bakılmıyor... Ne yaptın ki?" de, öyle mi?
Yazık... Çok yazık! Nankörlük olur da bu kadar olmaz!
Haksız ithamda haddi aştığını farkeden Mine Hanım konuşmaya teşebbüs etse de, Berrin Hanım dinlemiyor, hiddeti bir türlü geçmiyordu.
--- Madem iyi bakılmıyor, madem iyi bakamıyorum; buyur, al biraz da sen bak! Bak da alzheimerli bir insana bakmak nasılmış gör!
Metin Bey, özellikle son aylarda biraz daha belirginleşen hastalığı sebebiyle Pakize Hanımın kızına karşı kırıcı tavırlarını biliyor, çok üzülüyordu. Allah rızası için annesinin her acı sözüne, kaprisine hatta hakâretine katlansa da, yanına her gidişinde öfke ve nefret dolu bakışlarla, azarlarcasına;
"Nerde kaldın kııız!"
Ya da, karnını doyurup temizliğini yaptıktan sonra gece yarısı evine dönerken;
"Nereye gidiyorsun, beni yalnız mı bırakıyorsun?"
serzenişleri, sitemleri artık dayanılır gibi değildi. Yorulmuş, yıpranmış, takati tükenmişti Berrin Hanımın...
Sinirleri boşalmış ağlıyordu.
Metin Bey artık müdahele etme gereği duymuştu. Sert bir yüz ifadesi ile telefonu kapatmasını işaret etti. Berrin Hanım;
--- Tamam abla. Nasıl istiyorsan öyle yap. Konuşup birbirimizi daha fazla kırmayalım.
Telefon kapanmış, nihayet fırtına dinmişti.
Metin Bey ne olduğunu tam olarak bilmek istiyor, eşinin önce iyice sakinleşmesini, soluklanmasını bekliyordu. Eşinin uzattığı bir bardak sudan iki yudum aldıktan sonra Berrin Hanım eksik kalan kısmı tamamladı;
--- Duyduğun gibi...
Anneme iyi bakmıyormuşum.
Alıp kendisi bakacakmış.
Metin Bey de nankörlükten az çekmemişti. Ne demek olduğunu ve yüreği nasıl sızlattığını defalarca yaşayarak tecrübe etmişti. Eşinin nasıl büyük fedakarlık göstererek, sabırla, özveriyle annesine hizmet ettiğini biliyor, bu ithamı çok haksız buluyordu. Sözlerinde, Mine Hanımın teklifinden duyduğu memnuniyet farkediliyordu;
--- Geç de olsa güzel bir haber. Zaten hayli yoruldun. Biraz dinlenmen, kendine vakit ayırman iyi olur. Madem annenize daha iyi bakabileceğine inanıyor, buyursun alsın. Eminim ki çok geçmeden yaptığının nankörlük, ithamının da haksız olduğunu anlayacaktır. Bu arada, boş yere kira ödememek için de bir an önce ev bürosuna müracaatta bulunalım, daireyi geri verelim...
Çok geçmeden Mine Hanım annesini kendi dairesine götürmüş, tüm sorumluluğu, evrakları, banka kartı ile birlikte üzerine almıştı. Götüremediği ya da gerekmeyen eşyalar ise şimdilik Metin Beylerin bodrumuna koyulmuştu.
Ablasına çok kırgın olmasına rağmen Berrin Hanım arada bir annesini ziyarete gidiyor, tekerlekli sandalyesine oturtarak yakındaki parkta temiz havada gezdiriyordu. Her gidişinde ablasının yorgunluktan öte perişanlığını görüyor, yanlış tavırlarına rağmen yine de üzülüyordu. Öyle ki, bazı günler bir kaç saat uykusu bölünmeden uyuyabilsin diye annesini sabah evden alarak, saatlerce dışarıda vakit geçiriyordu.
Gururu itiraf etmesine müsait olmasa da, çok geçmeden Mine Hanım da hatasını anlamış, annesinin durumundaki bir insanın bakımındaki zorluğu iliklerine kadar hissetmişti. Kısa sürede zayıflamış, rengi solmuştu.
Ani gelişen bu önemli olay sebebiyle Metin Bey Türkiye’ye gidişini bir süreliğine ertelemiş, bu arada çocuklarla da uzun uzadıya görüşmeler yaparak düşüncelerini öğrenmeye, anlaşmazlık sebebini bulmaya çalışmıştı. Düne kadar hesapta olmayan bir konu, acilen çözülmesi gerekli en önemli mesele hâline gelmişti. Acele etmek yanlışı da beraberinde getirebilirdi.
Metin Bey planladığı işi bir an önce halletmeden huzur bulamazdı. Bu kez de öyle olmuş, ilk haftasonu kahvaltı sonrası sıra mevcut problemlerin çözümüne gelmişti. Herkes kendisini rahatsız eden durumları anlatacak, duygu ve düşüncelerini ifade edecek, yapılan eleştirileri sabırla dinleyecekti.
Söz alan sonunu getiremiyor, mevzular derinleşiyordu. Belli ki herkes böyle bir fırsat ve bu ânı beklemişti. Metin Bey, ara ara notlar alıyor, konuşmaların bölünmesine izin vermiyordu.
Dinledikçe, duyduklarından hayrete düşüyor, üzülüyordu. Anlatılanlar arasında önemli sayılabilecek tek bir sebep göremiyordu. Anlaşmazlıkların temelinde, Berrin Hanımın aynen önceden belirttiği gibi; bencillik, kıskançlık, düşüncesizlik, tahammülsüzlük, sabırsızlık vardı.
Kızılacak, ayıplanacak bir durumdu.
Eskiden olsa, Metin Bey sabredemez kızar, herkesi kırardı. Belli ki yaş alıp yaşlandıkça insan olgunlaşıyordu. Ailenin en sabırlısı Berrin Hanım işittiklerine tahammülde zorlanırken, Metin Bey sakin şekilde dinlemekle ve not tutmakla meşguldü. Hayret etmemek mümkün değildi.
Herkes eteğindeki taşları döktükten sonra, ithamlar muhatapları tarafından cevaplandırılmış, son sözler Berrin Hanım ve Metin Beye kalmıştı. Kıskançlık, kin gibi yapısal, karakteristik meseleler kolay çözülemezdi. Metin Bey de bunun farkındaydı. Yapılması gereken, küslüğü sonlandırarak, karşılıklı saygı çerçevesinde daha dikkatli davranmaktı. Bunun manasının konuyu zamana yaymak olduğunu herkes fark etmişti. Yapılan nasihatların kimde ne kadar tesiri olacağı bilinmiyor, herkeste yeteri kadar olması ümit ediliyordu.
Toplantı bittiğinde başlangıca göre oldukça farklı bir hava olduğu kesindi. Herkes bir yöne dağılırken, Metin Bey Almanya gibi bir ülkede yetişkin üç erkek evladın eğitimi sırasında yaptığı yanlışların muhasebesiyle meşguldü. Bir şeylerin yanlış yapıldığı kesindi. O "bir şeyler"e bazen kendi hatalarının sebep olduğu da...
Evde huzurun yeniden tesis edilmiş olması yeterli değildi. Kalıcı hâle gelebilmesi için dikkat edilmesi gereken hususlar vardı. Metin Bey, severek yaptığı uzun yürüyüşler sırasında sürekli düşünüyor, yapılması gereken önemli bir işi eksik bırakmak istemiyordu.
Kıskançlık zor olsa da, kin ve küslük halledilmesi gereken, çözebileceğini tahmin ettiği problemlerdi. Ne zaman küslükten laf açılsa Berrin Hanım "Sana çekmişler" der, çocukların bu zaafına sebep olarak öne sürerdi. Tamamen haksız da sayılmazdı aslında. Metin Bey kırılgan, çabuk küsen bir mizaca sahipti. Eşinin bu ithamına her defasında;
"Haklısın da... küslüğü benden alan çocuklar neden temizliğimi, titizliğimi, özeleştiri yeteneğimi, incitici olmaktan imtina eden huyumu almamış?"
dese de sonuç değişmezdi. Çıktığı uzun yürüyüşlere Yunus’u, bazen de Yusuf’u alarak sohbet ediyordu. Özellikle de özeleştiriler yaparak, çocuklarının hem böyle bir meziyet kazanmalarına, hem de her şeyi rahatlıkla konuşabilecek ortam sağlamaya çalışıyordu. Anne ve baba olarak çocuklarını çok sevdiklerini sadece hissettirmemiş, aynı zamanda her fırsatta da söylemişlerdi. Eşit derecede sevildiklerini bilmeliydiler. Senelerin birikimi problemler öyle bir kaç görüşme ile ve bir kaç hafta içinde çözülebilecek gibi görünmüyordu.
"Bir dahaki gelişimde bu durumu etraflıca konuşup çözmem gerek."
diye düşündü.
...
Yolculuk vakti gelmişti. Çocuklar okula, Berrin Hanım ise annesi ile doktora gideceği için önceden vedalaşmışlardı. Valizine, eşinin gitmeden pişirdiği böreklerden iki dilim yerleştirerek evden ayrıldı.
Gidiş gelişler sıklaşınca ülkeler arası seyahatler semt değiştirir gibi sıradanlaşmış, heyecanlı ve hüzünlü vedalara mahsus o eşsiz tat da artık mazide kalmıştı. Bunda cep telefonlarıyla, üstelik görüntülü görüşme imkânlarının da etkisi büyüktü tabi. Mesafeler kısalmış, dünya adeta küçülmüştü. Modern hayata uyarlanan teknolojik yenilikler, sanal âlem duyguları da olabildiğince etkilemiş, örselemişti. Hayat kolaylaştıkça yaşamak zorlaşmış, duygular değer kaybına uğramıştı sanki...
…
Hava trafiğindeki yoğunluk sebebiyle iniş izni gecikince, pilot alçak irtifadan geniş daireler çizerek İstanbul tanıtımına başlamıştı. Ilık bir bahar akşamına hazırlanan İstanbul, ışıl ışıl parıldayan köprüleri, selatin camileri, devasa kuleleriyle, hisarlarıyla muhteşem görünüyordu. Uçağın tekerlekleri piste değdiğinde, uçuş süresinin yaklaşık yarım saat uzamış olmasının önemi kalmamıştı. Yolcu yoğunluğuna rağmen, pasaport kontrol işlemleri kısa sürmüş, Metin Bey havaalanından çıktığında otobüs kalkmak üzereydi.
Şoförün arkasındaki boş koltuğa otururken saatini kontrol etti. Şayet trafiğe takılmazsa, son Yalova feribotuna yetişebilecek gibi görünüyordu. Zamanın önemini şoföre hissettirmenin zararı olmaz diye düşündü. Hafif öne eğilerek;
--- Afedersiniz... Yalova’ya en son feribot saat kaçta, biliyor musunuz?
--- Yanılmıyorsam saat sekizde olacak.
Bu esnada göz ucuyla saatini kontrol eden şoför beyin dikiz aynasından verdiği cevap, tam da Metin Beyin umduğu gibiydi;
--- Bir aksilik olmazsa yetişirsiniz, merak etmeyin.
Feribota son anda yetişmiş olması, aşırı hızdan ziyade şoförün gayretindendi muhtemelen.
Metin Bey ne zaman Yalova’ya gelse telefonla annesini arar, evde bir eksik olup olmadığını sorardı. Her defasında da istisnasız "yok oğlum" cevabını alırdı. Bu kez aradığında ilk kez bir istekte bulunmuştu Zülbiye Hanım. Birkaç tane kibrit istiyordu! İhtiyaç duyulabilecek şeyler listesi olsa, kibrit o listede kendine yer bulamazdı muhtemelen. Çok sayıda çakmağın çekmecelerde bulunduğu bir evde kibritin kullanımını gerektirecek ne olabilirdi ki?
Kibritleri tedarik ederek eve vardığında tuhaflığın sadece siparişle sınırlı olmadığını anlaşılmıştı Metin Bey. Her gelişinde ışıl ışıl aydınlanmış balkonun bir köşesinde hasretle yolunu gözleyen annesine aşina bakışları bu kez hüzünle yere inmişti.
Sokak lambasının aydınlığında kapıya yöneldi. Kilitliydi. Telefonla, geldiğini haber verip, kapıyı açmasını söylemesine rağmen dakikalar geçiyor... görünmüyordu. Tekrar telefon etmek üzereyken nihayet Zülbiye Hanım elinde genişçe bir tablayla kapıda belirmişti. Oğluna kavuşmanın sevinci, bahçe kapısının anahtarını bulamayınca telaşa dönüşmüştü. Eski ve yeni onlarca eski anahtarın bulunduğu tepsiyi demir parmaklıklar altından oğluna uzatırken bir yandan da söyleniyordu;
--- Yavrum, hangisi olduğunu bulamadım. Sen bir bakıver.
Çehresine mahcubiyet yayılmıştı. Tüm anahtarlarla yapılan denemeler sonuç vermeyince, eve giriş için tek çare kalmıştı; Çitin üzerinden atlamak! Dikenli teller zorlasa da, Metin Beyin girişine engel olamamıştı.
Anasına sarılıp öperken, bir yandan da elinin kanadığını farkeden annesini teselli etmeye çalışıyordu;
--- Önemli değil anacığım. Ufak bir çizik sadece.
Birlikte oturma odasına geçtiklerinde evin anahtarları yemek masasının üzerinde duruyordu.
Neşe içinde akşam yemeği yenmiş, sohbet edilmiş ana-oğul istirahata çekilmişlerdi.
Gece yarısını hayli geçiyordu. Zülbiye Hanım oğlunun odasına girmiş, incitmekten imtina edercesine bir eliyle omuzunu hafifçe okşayarak;
--- Oğlum... kalk, akşam namazını kılacağız.
Metin Bey yatakta usulca doğrulurken bir yandan da masanın üzerine bıraktığı telefonun saatini kontrol ediyordu. Şaşkınlık içinde annesinin yüzüne bakıyor, hareketine anlam veremiyordu;
--- Anacığım akşamı da, yatsıyı da kıldık ya.
İki saat sonra sabah ezanı okunacak, gel seni yatırayım!
Koluna girip odasına götürürken Metin Beyin şaşkınlığı hâlâ üzerindeydi. Yatağına yatırıp, itinayla üzerini örttükten sonra tekrar odasına geri döndüğünde uykusu tamamen kaçmıştı. Şaşkınlığın yerini bu kez tarifi imkânsız büyük bir hüzün almış, hıçkırarak ağlıyordu.
Geçmişte şahit olduğu tuhaflıklar aklına gelmiş, o güne kadar anlam veremediği davranış bozukluklarlarının sebebi anlaşılmıştı.
Zülbiye Hanım alzheimerdi ve sağlık durumu hayli endişe verici boyutlara ulaşmıştı. Durumu tahmin ettiğinden kötü görünüyordu. Yemeklerin aşırı tuzlu, bazen de çok tuzsuz olmasının da, bulaşık suyunun yatağın altına saklanmasının da... sebebi anlaşılmıştı.
Annesinin burada bu şekilde tek başına yaşaması artık mümkün değildi.
Endişe ve ürperti arasındaki git geller sabaha dek sürmüş, gözüne uyku girmemişti Metin Beyin. Namazın ardından sofrayı kurarken olabildiğince sessizdi. Uyanana kadar annesinin başucuna oturmuş, derin düşüncelere dalmıştı. Gördüğü rüyanın etkisinden olsa gerek, Zülbiye Hanımın göz kapaklarının ardında gözleri, yastığın üzerindeki elinin parmakları sürekli hareket halindeydi.
Gözlerini açtığında karşısında oğlunu görünce tebessüm çehresine yayılmıştı. Mutlu ve huzurlu görünüyordu. Metin Bey annesinin kuru ve kırışmış ellerini avuçlarının arasına alarak okşarken, ocağın üzerindeki demliğin buhar sesi anne ile oğlunu kahvaltıya çağırıyordu.
Mükellef bir sofrayı önünde gören Zülbiye Hanımın gözlerinin içi gülüyordu. Bakışlarında biraz da, vazifesi olduğunu düşündüğü bir işe geç kalmanın mahcubiyeti var gibiydi.
Metin Bey, kahvaltı boyunca olabildiğince neşeli ve mutlu görünmeye, hüznünü, yüreğindeki fırtınayı annesine hissettirmemeye çalışıyordu. Yine de bir şeylerin eksik olduğu belliydi ve o eksiğin çay şekeri olmadığı kesindi.
Kahvaltı bitince anacığının yanağına bir öpücük kondurup Allah’a emanet ettikten sonra soluğu komşusunda almıştı. Sebebini kısaca izah ettikten sonra, Fatma Hanımdan bir bakıcı bulunması hususunda yardımcı olmasını rica ederek evde eksikliğini farkettiği gıda malzemelerini tedarik için marketin yolunu tuttu...
Köy yerinde herkes birbirini tanıyor, her türlü haber süratle yayılıyordu. Fazla beklemelerine gerek kalmamış, Zülbiye Hanım için aranılan niteliklere uygun bakım elemanı dört gün kadar sonra bulunmuştu.
Ümmühan Hanım, kapı komşusunun çok yakından tanıdığı orta yaşlarda, mütebessim, güvenilir biriydi. Kendisine haber verilmiş, o da hiç vakit geçirmeden gelmiş, çalışma şartlarını görüşmek için Fatma Hanımlarda bekliyordu.
Akşam ezanı okunmaya yakın Metin Bey Yalova’dan ancak dönebilmişti. Annesinin durumunu ve beklentilerini etraflıca anlatmış, ücrette de mutabık kalmışlardı. Hemen işe başlamaması için sebep yoktu.
Her gün sabah sekiz-dokuz gibi gelip, akşam ezanı okunurken gidecekti. Evler arasındaki mesafenin yakın olması da özellikle kış aylarında büyük avantaj ve kolaylık sağlıyordu. Vazifesi genel olarak, Zülbiye Hanıma arkadaşlık etmek, günlük yemeklerini pişirip, alışverişini yapmaktı. Fırsat bulduğunda da bahçe ile uğraşacaktı.
Önemli bir işi başarmanın mutluluğuyla Metin Bey eve geldi. Bir koku vardı. Kesif, kötü bir koku. Gaz kokusuna benzemese de, ihtiyaten önce ocak tüpünü yokladı. Bir problem yoktu. Odalara teker teker girip çıkıyor, nereden geldiğini bulmaya çalışıyordu. Zülbiye Hanımın yatak odasına girdiğinde artık dayanılmaz hâle gelmişti. Yatağın altına bakınca torbalar dolusu elmanın çürümüş olduğunu, akan suların da etrafa yayıldığını fark etti. Ayağa kalktığında annesi kapıda duruyor, olan bitene bir anlam veremiyordu. Metin Bey annesine bakıyor, söyleyecek söz bulamıyordu. Kızamıyordu da.
Bu hastalık böyle bir şeydi. İnsana olmadık işler yaptırabiliyordu.
Vakit gece yarısını geçmişti. Metin Bey annesini bir koltuğa oturttuktan sonra ocakta su kaynattı. Kurtlu ve küflü elma artıklarını büyükçe bir naylon poşete doldurduktan sonra her tarafı sabunlu su ile bir güzel yıkadı, temizledi. Göz göze geldiklerinde Zülbiye Hanım hayli mahçup, yaptığının yanlışlığını anlamış gibiydi. Başı öne eğikti. Metin Bey;
--- Anacığım, bundan böyle çürük elmaları evin içine sokma, ağaçlarda yeterince sağlam var, onlardan getiririz.
Zülbiye Hanımdan çıt çıkmıyordu. Söylenenleri anlamış olsa da az sonra unutacağı kesin gibiydi. "Kayıt cihazı" bozuk, beyin hücreleri hasarlıydı. Metin Bey annesini yatağına yatırdıktan sonra yine yanaklarından öperek odasına çekildi. Hayli yorulmuştu. Başını yastığa koymasıyla uyuması bir olmuştu.
Sabah saat 8:30 gibi Ümmühan Hanım gelmişti. İlk günler biraz yadırgama olsa da, çok geçmeden ikisi de birbirlerine ısınmış, sevmişlerdi. Hatta öyle ki, Zülbiye Hanım her sabah balkona çıkıyor, Ümmühan Hanımın yolunu gözlüyordu. Akşam da yine balkona çıkarak uğurluyor, gözden kayboluncaya kadar arkasından bakıyordu...
...
Güvenilir ve çalışkan bir bakım elemanı bulmanın mutluluğu içinde yeniden Berlin’e, ailesinin yanına dönen Metin Bey, imtihanlara hazırlanan eşine yardımcı olabilme fırsatı bulmanın mutluluğu içindeydi.. Sık sık annesini arıyor, her aradığında Ümmühan Hanımla da görüşerek gelişmeler hakkında sürekli bilgi alıyordu.
Çok geçmeden Ümmühan Hanım da Zülbiye Hanımın rahatsızlığını farketmiş, gördüğü tuhaflıkları Metin Beye de anlatmıştı. Tedirginliği gün geçtikçe Metin Beyi de huzursuz etmeye başlamıştı. Uzun yürüyüşler boyunca mevcut durumdan daha iyi bir çözüm, başka çare bulma arayışı başlamıştı.
Yine bir Cuma vaktinde sesini duyup annesinin hayır duasını almak için aradığında telefona bu kez önce Ümmühan Hanım çıkmıştı. Biraz heyecanlıydı. Çok geçmeden sebebi anlaşıldı. Temizlik yaparken oturma odasındaki halının altında yüklüce bir para bulmuş, ne yapması gerektiğini soruyordu. Metin Bey, kendi hesabına yatırıp annesinin ihtiyaçları için oradan harcamasını söylese de, içine sinmiyor, bir an önce elinden çıkarmak istiyordu. Sonunda, Metin Beyin hesabına havalede mutabık kalmışlardı.
Gelen haberler Zülbiye Hanımın hafıza kaybının süratle ilerlediğini gösteriyordu. Ümmühan Hanımın tüm iyi niyetine ve gayretine rağmen Metin Bey ancak yedi ay kadar dayanabilmişti. Annesinin yanında, yakınında olmayı arzu ediyordu. Kendisi ailesinden uzun süre ayrı kalamayacağına göre, yapılması gereken şey belliydi. Zülbiye Hanımı Berlin’e getirmek! Kesin kararlıydı. Annesinin Berlin’de kalabilmesinin hukuki bir yolunu bulmak için ne gerekiyorsa yapacaktı...
...
Günün yorgunluğunun ardından evden ayrılmak üzereyken karşısında Metin Beyi gören Ümmühan Hanım en az Zülbiye Hanım kadar sevinçliydi. Telefonda söyleyemese de, vazifesinin zorluğu ve sorumlulugu kendisini yormaya başlamıştı. Eve giderken aklı hep Zülbiye Hanımdaydı. Geceleri de olsa, artık yalnız bırakılacak durumda değildi.
Kısa bir sohbetin ardından, bulduğu ilk fırsatta düşüncelerini Metin Beye anlatarak, uzun zaman sonra nihayet ilk kez huzur içinde evin yolunu tuttu.
Metin Bey, farkında olduğu bu durumun Ümmühan Hanım tarafından dile getirilmesine şaşırmamıştı.
İbrahim Bey hastalığın teşhis edildiği ilk günden itibaren annesinin alması gereken ilaçlar konusunda oldukça titizdi. Yalnız yaşadığı günlerde dahi, Ankara’dan annesini arıyor, ilaç vakitlerini hatırlatıyordu. Ümmühan Hanımın işe başlamasıyla buna gerek kalmasa da, arada bir uyarmayı önemsiyordu. Geçen seneler içinde Zülbiye Hanım tüm ilaçlarının isimlerini de alınacakları vakitleri de ezberlemişti.
O sabah da, gereken ilaç Metin Beyin kontrolünde alınmış, Zülbiye Hanım televizyonun karşısındaki koltuğa kurulurken telefon çalmıştı. Arayan yine İbrahim Beydi. Sohbet nihayet bulurken, mutfakta annesi için elma dilimlemekte olan Metin Bey konuşulanlara kulak misafiri olmuş, annesini izleme gereği duymuştu. Aynen endişe ettiği gibi; az önce ilaç aldığını unutan Zülbiye Hanım oğlunun hatırlatması üzerine yeniden ilaç almak üzereydi. Tehlikeli bu durum bazı ilaçların neden vaktinden önce bittiğini de, arttığını da izah ediyordu. Metin Bey hemen müdahele etmese bu kez de fazladan bir hap alınmış olacaktı.
Zülbiye Hanım son anda elinden alınan hapın şaşkınlığı içinde oğlunun yüzüne bakarken, Metin Bey unutulacağını bilmesine rağmen izah etme gereği duymuştu;
--- Az önce bu ilaçtan almıştın ya anacığım.
Bak! İlaç alırken verdiğim suyun bardağı bile hâlâ burada!
--- Almış mıydım?
--- Evet.
Zülbiye Hanım pek inanmışa benzemiyordu. Böyle anlarda her zaman yaptığı gibi sessiz kalmayı tercih etmişti.
Aradan üç gün geçmeden aynı durum kızı Hülya Hanımla yaptığı telefon görüşmesinde de tekrarlanınca, Metin Beyin endişesi yerini bu kez öfkeye bırakmıştı. Ağabeyinin sağlık problemleri sebebiyle gelemeyişini anlayışla karşılasa da, kız kardeşinin annesine ilgisizliğini affedemiyordu. Metin Beyin düşüncesine göre, sağlık gerekçeleri haricindeki her türlü sebep bahane hükmünde ve geçersizdi. Söz konusu anne ise, özveride bulunmak her evladın vazifesiydi. Öyle olmalıydı. İki saatlik mesafede oturmasına rağmen kız kardeşinin annesine bu ilgisizliği, yanında kalmak bir yana, hiç yanına gelmeyişi sebebiyle kırgın, hatta çok kızgındı. Konuşmuyorlardı. Arada bir annesini aradığında telefonla annesine direktif vermesi, ilaç alımına müdahele etmesi bardağı taşıran son damla olmuştu.
Telefon kapanır kapanmaz annesine dönerek;
--- Annesini seven, sağlığını önemseyen zahmet etsin de arada bir yanına gelsin.
Uzaktan müdahele ederek yanlış ilaç almana sebep oluyorlar.
Bakışlarından ve hitabından oğlunun öfkeli olduğunu farkeden Zülbiye Hanımdan yine çıt çıkmıyordu. Karşısındaki kişinin annesi olduğunu, hastalığını unutmuş gibiydi;
--- Bundan böyle telefonlarına çıkmayacaksın!
Bahçe kapısının sesi duyulmasa öfke seli dinecek gibi görünmüyordu. Ümmühan Hanım tam vaktinde gelmişti.
Metin Bey daha odadan çıkmadan annesini üzmüş olmanın derin üzüntüsü içindeydi. Haklı gerekçesi olduğuna inansa da, alışveriş için Yalova’ya giderken hâlâ içten içe kendine hayıflanıyordu.
Yanlış ilaç alımı gözünü korkutmuştu. Bunun basite alınır yanı yoktu. Bu tür bir hataya sebep verilmemesi için ne yapmak gerektigini yol boyunca düşünmüş, çareyi annesinin telefonunu gizlemekte görmüştü.
Zülbiye Hanım olan hadiseyi daha o gün unutmuş, vize başvurusunun neticesi beklenirken günler rutin akışında geçiyordu. Ta ki, Metin Bey bir akşam yine alışverişten eve dönene kadar.
Ümmühan Hanım henüz yeni gitmiş, Zülbiye Hanım evde yalnızdı. Hayırsız olsa da, evlat hasreti yasak dinlemiyor, kural tanımıyordu. Telefonunun akıbetini soramasa da, alt kattaki sabit hattan kızını arayabilirdi. Metin Beyin evde olmadığı bu an görüşme yasağını delmek için iyi bir fırsattı.
Hızlı adımlarla bir kat aşağıya inerek, yanına aldığı telefon defterinde bulduğu kızının numarasını çevirdi. Mutlu, bir o kadar da tedirgindi. Sohbet sona erip telefon ahizesini yerine koyduğunda önemli bir yasağı delmenin, gizli bir iş başarmanın tarifsiz sevinci tebessüm olarak çehresine yayılmıştı... ki, odanın kapısını açmasıyla tüm neşesinin kaçması bir olmuştu.
Metin Bey dış kapıyı açıp üst kata çıkarken boş daireden gelen sesi duymuş, annesinin kız kardeşi Hülya Hanımla konuştuğunu anlamıştı.
Tebessümü çehresinde donan Zülbiye Hanım yanlış bir şey yapmış gibi mahcup şekilde merdivenlere yönelirken, Metin Bey kırdığı kalbin üzerinde tepinmeye devam ediyordu;
--- Sana Hülya ile görüşme demedim mi?
Annesini ziyarete gelmeyen, yanında kalmayan, hizmetini yapmayan insana evlat mı denir! Niçin arıyorsun?
Söylenenlerden ziyade ses tonundaki kızgınlık, yüksek perdeden bağırtıydı Zülbiye Hanımı üzen, ürküten... korkutan. Serçe yüreğinin titrekliği vardı ses tonunda. Sadece, "Bir daha olmaz... Aramam." Diye kekeleyebildi.
O akşam yemek yenmemiş, konuşmadan odalarına çekilmişlerdi. Annesinin ürkek bakışları, üzüntüsü Metin Beyin gözlerinin önünden gitmiyor, gözüne uyku girmiyordu. Her öfkeli anından sonra olduğu gibi, çok geçmeden tepkisinin çirkinliğini farketmiş, hedef tahtasına kendisini koyarak acımasızca taşlıyordu. Pişmanlığın ezikliği altında ezildikçe, kendisine kızgınlığı daha da artıyordu.
İki saat kadar sonra sessizce annesinin odasına girdiğinde Zülbiye Hanım mışıl mışıl uyuyordu. "Affet anneciğim... Çok edepsizlik ettim... üzdüm seni. Affet" diye mırıldandı belli belirsiz... sessizce...
Kâbus dolu bir gece geçirmişti Metin Bey. Annesinden önce uyanarak güzel bir kahvaltı hazırlamıştı. Uyandığında ilk işi boynuna sarılmak, gönlünü almak, özür dilemek olacaktı.
Az sonra Zülbiye Hanım odaya girdiğinde güleryüzlü ve neşeliydi. Bir gün önceki hadiseyi unutmuş görünse de, Metin Bey annesinin yanaklarından öperken yaptığını unutacak, kendisini affedecek gibi görünmüyordu. Daha o gece gereken dersi çıkarmış, kararını vermişti. Sebep ne olursa olsun, annesini asla bir daha üzmeyecek, sesini bir daha yükseltmeyecekti...
...
Havaların güzelliği geziler için büyük fırsattı. Her gün birlikte yürüyüşler yapılıyor, Metin Bey, Yalova’da kalan kısa süre içinde annesinin rahat ve mutluluğu için büyük gayret gösteriyordu. Başarıyordu da... Bu arada İstanbul’a da gidilmiş, Lütfü Bey mezarında bir kez daha ziyaret edilmişti.
Sabırsızlığın artmaya başladığı bir gün konsolosluktan Metin Beyin telefonuna gelen mesaj vize işlemleri için yapılan müracaatın neticelendiğini gösteriyordu. Bu durumda halledilmesi gereken bir tek iş kalmıştı.
Uyandığında oturma odasından annesinin sesi geliyordu. Üzerini giyip kapıyı araladığında, tahmin ettiği gibi, Zülbiye Hanım yine arkadaşım dediği Kur’an sofrasında ruhuna ziyafet vermekle meşguldü. Kapının gıcırtısına rağmen izlendiğini farketmemişti bile.
Metin Bey sessizce balkona geçip bakındığında yolun epey uzağında bir kadın silüeti gördü. Çehresi belli olmasa da, tempolu yürüyüşünden gelenin Ümmühan Hanım olduğunu anlamıştı. Her zamanki gibi tam vaktinde işinin başında olacaktı.
Aynı sessizlik içinde ayakkabılarını giyerek usulca bahçeye indiğinde Ümmühan Hanım da kapıya varmıştı;
--- Merhaba Ümmühan Hanım. Hoşgeldiniz.
--- Hoş bulduk Abi. Anne uyandı mı?
--- Evet. Kur’an okuyor. Yanında söyleyemeyeceğim önemli bir hususu rahat konuşabilmek için aşağıya indim.
Ümmühan Hanımın bakışlarında meraktan ziyade endişe vardı;
--- Hayırdır Abi.
--- Hayır... hayır. Biliyorsunuz. Annemin sağlık durumu yalnız kalmasına müsait değil. Burada kalıp birlikte yaşamamız da mümkün olmadığı için, annemi yanıma almaktan başka çarem yok. Vize için yaptığım müracaatın cevabı dün geldi. Birazdan bilet almaya gideceğim.
Ümmühan Hanım işittiklerinin şaşkınlığını yaşarken, Metin Bey ilave etti.
--- Her ihtimali göz önünde bulundurarak sağlık sigortasını da uzun süreli yaptım. Gider gitmez hukukî işlemleri başlatıp, annemi sürekli yanımda tutmaya, hizmetini orada görmeye çalışacağım.
--- Yani bir daha gelmeyecek mi?
--- Şayet bir aksilik çıkmazsa niyetim o yönde. İnşallah hakkımızda hayırlısı olur. Şimdiye kadar yaptıklarınız, gayretiniz için çok teşekkür ederim. Allah razı olsun. Eksik kalan ödemeyi madur olmayacağınız şekilde bugün hesabınıza yatırırım inşallah.
Sorumluluğun yükü ağır olsa da, Zülbiye Hanımdan ayrılacağını öğrenmek Ümmühan Hanımı üzmüştü. Bakışlarını çevirdiği balkona baktığında Metin Bey annesinin tebessüm ederek kendilerini izlediğini gördü.
--- Yalova’ya iniyorum anneciğim. Arzu ettiğin birşey var mı?
--- Yok yavrum.
--- Allahaısmarladık.
Ümmühan Hanım eve doğru ilerlerken farkettirmeden gözlerindeki hüznü siliyordu. "Hayırlı olur inşallah" diyebildi sadece.
Metin Bey ardından bahçe kapısını kilitleyerek yola koyuldu. Yüz adım kadar gitmiştiki dönüp baktığında Zülbiye Hanım hâlâ balkonda, oğlunun ardından bakıyordu. Oğlunun el sallamasına mukabelede bulunurken Metin Bey de çınar ağaçları arasında gözden kaybolmuştu...
Metin Bey akşam eve geldiğinde iki gün sonrası için uçuş biletleri alınmıştı. Her ihtimale karşı günlerdir hazırlık yapıldığından, halledilmesi gereken fazla iş kalmamış, her seyahat öncesinde olduğu gibi balkonlara kadar her taraf temizlenmişti.
İlerleyen hastalık, Zülbiye Hanımın evinden ayrılışını kolaylaştırmıştı. Zaman ve mesafe algısı değişmiş, değerlendirme yeteneği dumura uğramıştı. Öyle ki, evinden ayrılışı da, uçağa binişi de sıradan vaka haline gelmişti artık.
Ayrılık günü uğurlamaya gelen komşular arasında en çok üzülen yine Ümmühan Hanımdı. Metin Bey yanına yaklaşarak, bir gün önce Ümmühan Hanımın masanın üzerine bıraktığı anahtarları kendisine uzattı;
--- Buyrun Ümmühan Hanım. Bu evin anahtarları sizde kalsın.
Ani ve acil bir durum olduğunda gerekebilir.
Tekrar teşekkür ederim. Hakkınızı helal edin lütfen.
--- Estağfirullah Abi. Ne hakkım olabilir ki. Varsa helal olsun tabi. Siz de helal edin. Annenize iyi bakacağınızdan eminim.
Allah yolunuzu açık etsin.
Beklenen taxi gelmiş, kapının önündeki iki bavul da bagaja koyulmuştu. Zülbiye Hanım olan biteni tam olarak algılayamasa da, boynunu saran sımsıkı kollardan, sımsıcak bakışlardan bir olağanüstülük sezmişti. Ne olduğunu bilmiyor, sormak da aklına gelmiyordu muhtemelen.
Taxi, ardında hüzünlü bakışlar bırakıp uzaklaşırken neticesi meçhul bir seyehat başlamıştı.
...
Annesindeki unutkanlık ve algı bozukluğunun Berlin’de birlikte kalışını bu kez kolaylaştıracağını tahmin eden Metin Bey, uzun zamandan sonra ilk kez bu kadar huzurluydu. "Yeryüzündeki en değerli varlığım" dediği, çok sevdiği annesi artık yanındaydı ve sürekli yanında kalabilecekti. Geciktirmeden, gereken hukuki mücadeleyi hemen başlatmış, sonucun olumlu olacağına inanıyordu. Hastalığı üzücü olsa da endişe etmesine gerek kalmamıştı.
Her gün Berrin Hanımın özenle hazırladığı mis gibi kurabiyeleri, dilimlediği havuçları, elmaları, kuruyemişleri bir poşete koyarak, yine yakındaki parka gidiyorlar, termosla çay götürmeyi de ihmal etmiyorlardı. Göl kenarında her zamanki bankta oturup, neşe içinde çaylarını yudumluyor, kuş cıvıltıları arasında poşettekiler bitene kadar vakit geçiriyorlardı.
Birlikteyken her zamanki gibi çok mutlu ve huzurluydular. Buna hiç şüphe yoktu. Lakin zaman ilerledikçe Metin Bey tahmin ve beklentilerinde yanıldığını anlamış, Zülbiye Hanımda huzursuzluk başgöstermişti. Unutacağı sanılan yuvasına olan özlemi geçmemiş, bildik sitemleri yine ısrara dönüşmüştü. Mutlu olabilmesi için gösterilen tüm çabaya rağmen, evini hatırlamış, bir an önce geri dönmek istiyordu. Hergün boynunu bir yana bükerek, "Yavrum beni evime götür... n’olursun" diyor, âdeta yalvarıyordu. O’nun bu ısrarı, arzusu, sitemleri dayanılır gibi değildi.
Metin Bey, annesinin üzüntüsünü hafifletmek, umudunu zinde tutmak için yeni bir yöntem bulmuştu. Boş bir beyaz kağıda eksi şeklinde on çizgi çekerek anacığının yatağının yanına yapıştırmış,
"Anacığım her gün bir çizgiyi artı yapacağız, bitince seni Yalova’ya götüreceğim"
demişti. Götürüleceği günün yaklaştığını görmenin mutluluğunu yaşaması için de her gün bir eksiyi artı yapma görevini annesine vermişti. Kalemi de baş ucuna koymuştu.
Mutluydu Zülbiye Hanım. "On gün, nedir ki! Sabreder, göz açıp kapayıncaya kadar geçer" sanıyordu.
Birinci, ikinci, üçüncü... derken eksiler azalmakta, gideceği gün yaklaşmaktaydı. Artılar altı, yedi oldukça Metin Bey kağıdı değiştiriyor, ötesine izin vermiyordu. Zülbiye Hanım unutkanlığın getirdiği zaafiyetten dolayı hilenin farkında değildi. Lakin, zamanın bir türlü geçmemesinden de yavaş yavaş sıkılmaya başlamıştı.
Bir akşam Metin Bey eve döndüğünde yine anacığının yanına gitmiş, yanaklarını öperken gözü yatağın kenarında duvarda asılı kağıda takılmıştı. Sonuncusu hariç, tüm eksiler artı olmuştu! Bu hastalığın pençesine düşen insanlar, şayet hastalık son devresinde değilse, bazen mükemmel bir muhakeme yeteneği gösterip, çareler üretebiliyordu. Bunu ilk kez farketmiyordu.
Şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibiydi. Hiç belli etmeden kâğıdı değiştirdi. Üzerinde yine on işaret vardı, bunlardan da altısı artı, dördü eksiydi. Üstelik kâğıt annesinin uzanamayacağı yükseklikte duvara yapıştırılmıştı.
Biraz şakalaşma, sohbetten sonra Zülbiye Hanımın yine boynu bükülmüştü. Tükenmeyen umutla bir kez daha şansını denedi;;
--- Oğlum, hani gidecektik?
Özledim, ne olursun beni Yalova’ya götür, bahçemde yapılacak bir sürü işim var.
Zaten, ne zaman bahane gerekse, akla ilk gelen bahçe oluyordu. Başka da yoktu zaten. Oysa bahçe ekilmemiş, yapacak herhangi birşey de yoktu.
Metin Bey duvardaki kağıdı göstererek dört gün kaldığını belirttiğinde sükût etse de, annesine bu hasret acısını daha fazla yaşatmaya hakkı olmadığını düşündü. Bu şekilde ancak ikibuçuk ay oyalayabilmişlerdi. Kim bilir kaçıncı kez işittiği yakarışlara Metin Beyin kalbi bu kez dayanmamıştı;
--- Peki anacığım, sabah kalkar kakmaz biletleri almaya gideceğim.
Zülbiye Hanımın gözlerinin içi gülmüş, sevinçle oğlunun boynuna sarılmıştı.
Berrin Hanımla istişareden sonra kesin kararını vermişti Metin Bey. Annesini götürecek, emeklilik işlemlerinin neticelenmesini beklemeden Yalova’ya yerleşecek, ömrünün sonuna kadar annesine bakacaktı. Çocukların okulu ve kayınvalidesinin sağlık durumu elverse, belki ailece Türkiye’ye yerleşmeyi dahi düşünebilirlerdi.
Bu arada Berrin Hanımın imtihan günü de yaklaşmış, yoğun olarak derslerine çalışıyordu. Annesinin bakımı ve evin işleriyle birlikte süregelen çalışma temposundan hayli bunalmış olsa da, uzayan süre içinde bilgisi artmış, aldığı ilave dersler ve kurslar ile daha donanımlı hâle gelmişti. Ama yine de artık bu stres ve sıkıntı son bulmalıydı.
Metin Bey de yorulmuş, mutfak işlerinin, kendisi için eskisi gibi istisna olarak kalmasını arzu ediyordu...
...
İmtihan günü saatin çalmasına dahi gerek kalmamıştı. Kahvaltılarını yaparlarken Zülbiye Hanım da, çocuklar da uyuyordu. Bilgisinden ve kazanacağından emin olmasına rağmen, Berrin Hanımın sınav heyecanı oldukça belirgindi. Bir an önce imtihanın yapılacağı binaya ulaşmak istiyordu.
Metin Bey hazırlanırken erkenden çıktı. Nasıl olsa orada buluşacaklardı.
Metrobüs hareket ettiğinde yaklaşık kırk dakikalık bir yolculuk vardı. "Boş oturmaktansa, tuttuğum notları tekrar bir gözden geçireyim" diye düşünmüştü. Öylesine dalmıştı ki, bir ara başını kaldırıp istasyonun ismini gördüğünde şok olmuştu. Tren, her zamanki güzergâhını terketmiş, farklı bir ray üzerinden, Berrin Hanımın o güne kadar gitmediği, görmediği bir muhite gelmişti. Hareket etmeden, hemen trenden indi. Haritaya baktı. Gideceği istasyondan hayli uzaktaydı. Evden erken çıktığına sevinmişti. Aksi yöndeki tren rötar gösteriyordu. Beklese imtihana yetişmesi mümkün olmayacaktı.
Metro istasyonundan dışarıya çıktığında şaşkınlığın yerini bu kez endişe ve az da korku almıştı. Çift yönlü genişçe bir caddeden geçen tek tük araçtan başka, etrafta kimsecikler görünmüyordu. "İyi ki telefonum yanımda" diye düşündü. Bir an için rahatlamıştı. Taxi çağırmak için numarayı çevirdiğinde telefonun çekim alanı dışında olduğunu fark etti. İnanılır gibi değildi. Ne kadar aksilik varsa bu günü, bu ânı beklemiş gibiydi. Bir taxi bulmalıydı, ama nasıl. Zaman su gibi akıyor, endişesi büyüyordu. Berrin Hanım, caddenin orta kısmında bir o yana bir bu yana koştururken bir yandan da sürekli saatini kontrol ediyordu. İki istikamette de tek bir taxi görünmüyordu.
Artık panik başlamıştı. Sinirler boşalmış, ağlıyordu. O esnada epey uzakta bir benzin istasyonunun yanında park etmiş bir taxiyi farketmişti. Şoförü içindeydi. Bu son fırsat, son umuttu. Adeta kosarcasına taxiye yaklaştı. Tam kapıya yönelmişti ki Alman şoförün kaba ses tonuyla irkildi;
--- Çalışmıyorum.
Kendinize başka bir taxi bulun Bayan!
Aldığı cevap o umudunu da tüketmişti. Başından kaynar sular dökülmüş gibiydi. Kendisini hiç bu kadar çaresiz, üzgün hissetmemişti.
İmtihana yetişemeyeceği anlaşılınca ağlamayı kesmiş, gerçeği kabullenmişti. Artık ne heyecan kalmıştı, ne de az önceki panik. Bitkindi. Tek düşüncesi, bir an önce eve geri dönmekti.
Ağır adımlarla Metroya ilerlerken bir taxinin geldiğini fark etti. Saatine baktı. İmtihan başlayalı epey olmuştu. Gerçeği kabullenmiş olsa da, ayaklar o yana doğru çekiyor, gönül umudu diri tutmak, son âna kadar yaşatmak istiyordu. Taxiyi durdurduğunda kararını vermişti. Her şeye rağmen imtihanın yapıldığı o binaya gidecekti...
Bu arada Metin Bey de binanın yakınında bir banka oturmuş, eşinin imtihanda olduğundan emin bir şekilde sürekli dua ediyordu. Aradan yaklaşık kırk beş dakika geçmiş, imtihan bitmeye yakındı. Az sonra eşi mütebessim bir çehre ile kapıda görünecek, mutlu haberi verecekti. Bu kez başaracağından en ufak bir şüphesi yoktu.
Bu düşünceler içinde kapıya bakarken elli metre kadar önünde bir taxi durmuştu. İçinden ineni gördüğünde şok geçirme sırası bu kez Metin Beydeydi. Vücudu kaskatı kesilmiş, kısa süreli şaşkınlık yerini önce hayalkırıklığına, ardından öfkeye bırakmıştı. Kendisinden bir saat kadar önce evden çıkan eşi, hem de taxiyle ve bu kadar nasıl gecikebilirdi? Yaptığı onca dua boşa mı gitmişti? Bir altı ay daha ev işi, mutfak işi...
Yok... yok. Gördüğü gerçek olamazdı. Bu kadarı fazlaydı!
İmtihanın yapılacağı binadan içeri adımını attığında Berrin Hanım da asansöre girmiş, hareket etmesini bekliyordu. Kapı kapanırken son anda yetişen Metin Beyi görünce Berrin Hanım hiç şaşırmamış, olabilecekleri tahmin edebiliyordu. Eşinin hayalkırırıklığının da farkındaydı... öfkesinin de. Farkedilmeyecek gibi değildi zaten. Yaşadıkları yetmezmiş gibi, bir de bu surata katlanmak, bu Sırat’tan geçmek zorundaydı.
Nitekim yanılmamış, Metin Beyin öfkesi ifadelerine yansımış, söylediği her kelime ile eşinin kalbini kırmıştı.
Umursamıyordu Berrin Hanım. Yaşadıklarına kıyasla o kadar da önemli değildi. Susuyordu. Fırtınanın dinmesini bekler bir hâli vardı. İki kat çıkan asansörde geçen süre asır gibi gelmişti.
Nihayet asansör durmuş, inmişlerdi. Berrin Hanım uzun koridor boyunca sekreterliğe ilerlerken, her ikisinin de en ufak bir ümidi yoktu. Özellikle de Metin Beyin.
Saniyeler... dakikalar... mütemadiyen geçiyor, bitkin bir bedenin girdiği kapıdan her an aynı perişanlıkta sürünürcesine çıkması bekleniyordu. Vakit ilerliyor, Berrin Hanım gözükmüyordu.
"Acaba?" diye düşündü Metin Bey. Ruhuna fatiha okunan ümit canlanmış, kıpırdamış gibiydi sanki. Geçen her an o umudu büyütmüş, yaklaşık yarım saat sonra mütebessim bir çehre olarak karşısına dikmişti. Sabahın erken vakitlerinde başlayan mucizeler silsilesi mutlu bir sonla noktalanmış, imtihan verilmişti. Lakin verilemeyen bir imtihan vardı, o da Metin Beye aitti. Hoş vakitte dizeleriyle tevekkül, tefekkür, sabır telkin eden Metin Bey, zor vakitte tüm bunları unutmuş, öğrendiklerini öfkesine kurban etmişti.
Her zaman olduğu gibi yüreğinde hüzün, yüzünde mahcubiyet, ifadelerinde tarifi imkânsız büyük pişmanlık vardı. Az önceki kızgınlık ve öfke bumerang gibi yön değiştirmiş, kalbini kanatmıştı.
Berrin Hanım eşinin hissettiklerini tahmin edebiliyordu. Bir şey söylemesine gerek yoktu. Söylemedi de zaten. Sessiz ve çok mutluydu. Omuzlarından oldukça ağır bir yük kalkmışçasına rahat ve huzurluydu. Hak etmişti.
Bir kaç saat içinde yaşananlar her ikisine de çok şey öğretmişti. En başta da insanın acziyetini ve hedefe varışta sadece gayretin yeterli olmadığını. Ezelden ebede uzanan güzergâhta son sözü kader, takdîr-i ilâhî söylüyordu.
Vaktinden önce varmak için evden erken çıkılmasına rağmen basiretin bağlanmasının, trenin yol değiştirmesinin, telefonun devre dışı kalmasının, bulunan tek taxi şoförünün yolcu almamasının başka bir izahı yoktu. Belki de Berrin Hanımın beklenen o saatte orada olması istenmiyordu. Gecikmesi gerekiyordu. Ki, imtihanı yapacak olan asabi doçent kaza geçirip kanayan parmağını pansuman ederken, görevi devrettiği kişinin seçtiği sorular cevabını kolay bulsun.
Muhtemel başarısının önündeki tek engel olarak görülen heyecan, yaşananlardan sonra yerle bir olunca Berrin Hanım için diplomayı almak muhtemelen daha da kolaylaşmıştı.
Berrin Hanımın imtihanı vermiş olması annesini yeniden Yalova’ya götürmek zorunda olan Metin Beyi az da olsa rahatlatmıştı.
Türkiye’ye gidileceği gün Zülbiye Hanımın neşesi görülmeye değerdi. Kanatları olsa, uçağa gerek kalmaz, havalanırdı muhtemelen. Birlikte yapılan kahvaltıdan sonra Metin Bey ailesiyle vedalaştı. Hayli üzgün olan Berrin Hanımın tek tesellisi, fırsat buldukça Yalova’ya gidebilme ihtimal ve imkânının olmasıydı...
...
Yorucu bir yolculuğun ardından Yalova’ya vardıklarında bina yine toz içindeydi. Yaklaşık üç ay içinde örümcekler hayli mesai yapmış, münasip yerlere muntazam şekilde ağlarını germişti.
Dört günlük temizliğin ardından bina nefes almaya başlamıştı. Havalar henüz sıcak, her taraf yemyeşildi. Günler tek düze geçse de dayanılmaz gibi değildi. Zülbiye Hanımın biricik dostu yine Kur’an’ıydı. Hergün sayfalarca okur, huzur bulurdu. Namaz kılmayı unuttuğundan, Metin Beyin seccadesini açmasını bekler, göz ucuyla onu takip ve taklit ederek namaz kılmaya çalışırdı. Sureleri unutmuş olmasının ne önemi vardı ki. Bu derdi veren Rabbi ondan ibadet beklemiyordu. O artık imtihandan muaftı. İmtihanda olan Metin Bey ve kardeşleriydi...
Kaybolmasını önlemek için evin anahtarı sürekli dış kapının arkasında asılı durur, akşam yatılacağı zaman da ihtiyaten üstten sürgülenirdi.
O gün de öyle yapılmış, ana-oğul istirahate çekilmişlerdi. Daha uykuya yeni geçmişlerdi ki Metin Bey bir gürültüyle irkildi. Ses alt kattan, giriş kapısından geliyordu. Zülbiye Hanım da farketmiş olmalı ki, Metin Beyden önce merdivenlerden inmiş, kapının üstten sürgüsünü açmıştı. Gelen oğlu Kenan Beydi. Kimsenin evde olmadığını düşünmüş olacak ki, gelmiş, anahtarıyla kapıyı aralamış, üstten sürgü olduğundan giremiyordu.
Zülbiye Hanım gelenin kim olduğunu görmüş, kapıyı açtıktan sonra oğlunun yüzüne dahi bakmadan odasına geri dönmüştü. Metin Bey de onunla birlikte içeri girmiş, kapıyı kapatmıştı.
Kenan Bey, babasının vefatından sonra "Ben bakarım" diye böbürlenmesine rağmen annesi ile gerektiği gibi ilgilenmemiş, üstelik bankadaki yüklü miktarda parasını çektirip ortadan kaybolmuştu. Yalvarışları işe yaramamış, geri iade etmemişti.
Zülbiye Hanım, çok şeyi unutmuş olmasına rağmen henüz bunu unutmamış, oğlunun yüzünü dahi görmek istemiyordu. Bazen kendini tutamayıp beddua ettiği bile oluyordu. Kızı Hülya Hanım gibi o da hayasız ve hayırsız çıkmıştı.
Kenan Bey üç gün boyunca çatı katındaki odasından çıkmamıştı. Ne aşağıya inip annesi ile görüşecek yüzü, ne de mutfağa girip yemek yapabilecek imkânı vardı.
Nihayet bir sabah çekip gittikten sonra Metin Bey, kaldığı odaya girdiğinde kuru bir dilim ekmek, boş bir yoğurt kabı buldu. Belli ki yanında getirdiği bir kaç parça yiyecekle idare etmişti. Kızgınlığına rağmen o an acı ve acıma duygusu hissetmişti. Annesinin hizmetini yaparak hayır duasını almak varken, zillete düşüp bedduasına maruz klmak ne korkunç bir şey...
Metin Bey Yalova’da yaşama mecburiyetine kendini iyiden iyiye alıştırmaya başlamıştı ki bir akşam üzeri aniden açılan dış kapıdan içeri gireni gördüğünde şaşırıp kalmıştı. Açık televizyonun sesinden gelişini farkedemedikleri kişi İbrahim Beyden başkası değildi.
Sağlık problemlerine rağmen, vicdanı elvermemiş, zor da olsa eşini ikna ederek annesinin bakımı için Yalova’ya gelmişti. Beklenmedik bir andaki bu ziyaret Metin Beyi çok sevindirmişti. Bu vesileyle ailesine kavuşup, hasret giderebilecek, belki de yılan hikayesine dönen emeklilik işlemlerini nihayet halledebilecekti.
İstanbul ve Berlin arasında bölünmüş hayatın zorlukları yanında ödenmesi gereken bir de bedeli vardı. Yaşanan olayların hengâmesinden tam olarak fark edilmese de, Metin Beyin evden ayrı kaldığı zamanlar Berrin Hanımın yükünü artırmakta, çocukların eğitimlerini her yönüyle olumsuz etkilemekteydi.
Bir hafta kadar birlikte vakit geçirdikten sonra, Berlin’e dönerken Metin Beyin mutluluğuna diyecek yoktu.
...
Sonbahar kapıda, kış az ötedeydi. Kendisi de tedavi gördüğünden, İbrahim Bey için yine zor bir hayat başlıyordu. Öyle ki, tahmin edilenden de kısa bir süre içinde sinirleri gerilmeye, yorulmaya başlamıştı. Sabır sınırları zorlansa da Metin Beye haber vermemeyi tercih etmişti. Bazen, kendisine hakim olamayıp annesine bağırıp çağırıyordu.
Zülbiye Hanım elinde olmayan bu durumun çaresizliği içinde korkuyor, sesini çıkaramıyordu. Aradaki mesafeye rağmen komşular dahi bu bağırtıları farketmiş, İbrahim Beyi ikaz etme gereği duymuşlardı. Kültürlü insandı. O da yaptığı yanlışların farkındaydı aslında. Farklı hareket etmek elinde değildi. Annesini çok seviyor, kalbini kırdıktan sonra da kendine kızıyor, gönlünü almaya çalışıyordu. Haftalar, aylar ilerledikçe kendisinin de sağlığı bozulmakta, bunalmaktaydı. Arzularla hayatın gerçekleri her zaman örtüşmüyordu...
Mevsim kış, havalar genellikle soğuktu. Koca bir daireyi tek sobayla ısıtmak hayli zordu. Hasta olmak an meselesiydi. Yatak odasındaki portatif ısıtıcının fişini de, muhtemel bir yangın endişesi sebebiyle yatarken çekiyordu İbrahim Bey. Mümkün oldukça annesini yalnız bırakmamaya çalışıyor, gece bile yanından ayırmıyordu. Kalktığında haberi olsun diye de geceleri sırt sırta verip uyuyorlar, alışverişe dahi çoğu kez birlikte gidiyorlardı.
Bir zamanlar görevi gereği Hakkari, Şemdinli, Şırnak gibi tehlike ve terörün yoğun olduğu yerlerde en zor şartlarda görev yapmasına rağmen hiç bu kadar zorlanmamış, çaresiz kalmamıştı. Kimle ve hangi doktorla konuşsa hep aynı şeyi işitiyordu;
"İbrahim Bey, bu sizin üstesinden gelebileceğiniz bir iş değil! Bu hastalığa yakalanan insanların profesyonelce bakımı gerekir. Yapmanız gereken en doğru şey, annenizi bir bakımevine götürmeniz. Geciktirirseniz siz de hasta olacaksınız."
Tüm bu telkinlere rağmen, doğruluğunu bilse dahi annesini bir bakımevine götürüp bırakmaya gönlü bir türlü elvermiyordu. Düşüncesi dahi içini sızlatıyor, yüreğini burkuyordu. Mecbur olduğunu kabul etse de, mümkün oldukça o ayrılığı geciktirmeye çalışıyordu.
Bir gün alışverişten döndüğünde annesinin evde olmadığını gördü. Biraz ürperse de "Belki komşuya gitmiştir" diyerek aceleyle Fatma Hanımın yanına koştu. Yoktu. Çevrede kime uğradıysa bulunamamıştı. Endişenin yerini korku ve telaş almıştı. Birkaç sokak aşağı-yukarı koşuşturduktan sonra yorgun argın eve döndü. Hemen polisi ve jandarmayı aradı. Onlara da bu yönde herhangi bir ihbar gelmemişti.
Vakit akşam üzeri, hava kararmaya yüz tutmuştu. İbrahim Bey çıldıracak gibiydi. O esnada telefonu çalmaya başladı. Arayan Lütfü Beyin Yalova’daki kuruyemişçisi Menderes Beydi. Zülbiye Hanımı tesadüfen minibüs durağında telaşlı halde görmüş, kaybolduğunu anlayınca dükkâna getirmişti. Telefonu kendisine uzattığında Zülbiye Hanım ağlıyordu;
--- Oğlum...
Kayboldum oğlum...
Evi kaybettim, n’olur gel beni al!
İbrahim Bey annesini sakinleştirdikten sonra Menderes Beye de gelene kadar ilgilenmesini rica etti. Aceleyle Yalova’ya indiğinde Zülbiye Hanımın bakışlarında hâlâ korku ve endişe vardı. Sakinleştirmek epey zaman almıştı.
Birlikte eve dönerlerken İbrahim Bey her zamankinden bitkin ve çaresizdi. Bu ve benzeri durumlar sinirlerini hayli yıpratmıştı. Takati tükenmiş, perişan hâldeydi. Artık ancak aldığı depresyon ilaçları ile ayakta durabiliyordu. En son gittiğinde nörolog bu halini görmüş;
"İbrahim Bey, maç bitmiş, uzatmaları oynuyorsunuz, farkında değilsiniz!"
demişti. Gerçeği kabullenmiş olacak ki gecikmeli de olsa, hazırlıklara başlamış, gereken araştırmaları yapmıştı.
İkamet ettiği Ankara’da bir huzurevi vardı. Sahibi arkadaşıydı. Kendisiyle konuşarak annesini oraya emanet etmeye karar verdi. Yine de kardeşlerini bu durumdan haberdar edip, onaylarını almak ihtiyacı hissetmişti. İlgisizliklerini bilmesine rağmen Kenan Bey ve Hülya Hanım dahil üç kardeşine de birer mesaj gönderip fikirlerini ve varsa çözüm önerilerini sordu. Hülya Hanım ve Kenan Bey alınan kararı uygun bulmuş, Metin Bey ise asla düşünmediği ve kabullenemeyeceği böyle bir karardan vazgeçirmek için abisine alternatif olabilecek çeşitli önerilerde bulunmuştu.
Düşüncesine göre huzurevi şayet bir çözüm ise, bu en son çare olmalıydı. Öncelikle yeniden Berlin’e getirerek en azından bir üç ay daha zaman kazanmak mümkündü. Bu süre içinde de kimseden bir öneri gelmezse Yalova’ya birlikte döner, yine bir yardımcı tutarak annesinin bakımını yapabilirlerdi. Denemeye değerdi.
Oysa İbrahim Bey kararlıydı. Onca zorluğa direnmesine rağmen ancak sekiz buçuk ay dayanabilmişti. Hayli zorlansa da, verdiği kararın doğruluğuna kesin ikna edilmişti. Annesi için profesyonel bakım en ideali ve tam zamanıydı!
Metin Beyin, kırmaktan da imtinâ ederek yaptığı diğer öneriler de kabul görmemiş, her defasında aynı gerekçelerle iknaya çalışılmıştı. Sorumluluğun bedeli büyük olup, teklif ettigi önerinin yanlış olması durumunda sıkıntısını da annesi çekebilir endişesiyle daha fazla direnememiş, ağabeyinin kararına boyun eğmişti...
...
Metin Bey, Berlin’e döndükten kısa bir süre sonra, malulen emeklilik için ön koşul sayılan rehabilitasyon için belirlenen kliniğe gitmiş, sürenin dolması için gün sayıyordu. Düşüncesine göre, çalışamaz raporu vererek emeklilik başvurusunu kabul edeceklerdi. Oysa hiç tahmin ettiği gibi olmamış, yapılan test ve tetkikler sonucu yeniden iş hayatına dönebileceği sonucuna varılmıştı.
Açıklanacak karardan önceden bir şekilde haberdar olan Metin Bey büyük üzüntü içindeydi. Annesinin durumu... mevcut şartlar... Böyle bir kararı kabul edebilmesi mümkün değildi. Yapılacak tek şey vardı; mücadele etmek! Kazanamazsa da emeklilik hakkından feragat edip, Yalova’ya gitmek!
Kahvaltıdan yeni çıkmıştı. Yine dalgın ve düşünceliydi. Tam dinlenme odasının yanından geçerken aklına bir fikir gelmişti. Hemen içeriye girerek boş bir bilgisayarın başına geçip yazmaya başladı.
Odadan çıktığında öğlen yemeği vakti bile çoktan geçmiş, akşam olmak üzereydi. Saatlerce oturmaktan ayakları uyuşmuştu. Elinde on sekiz sayfalık hayat hikayesiyle odasına çekildi. Yorgunluktan uyuya kalmıştı.
Sabah ilk işi klinik şefinden randevu istemek oldu. Engel çıkarmaya çalışan doktorlarla sözlü ve yüksek perdeden atışması olay olmuş, yaşananlar klinik şefinin kulağına kadar gitmişti. Rehabilitasyonu yarıda bırakıp gitme düşüncesinden de haberi vardı.
Seminer sırasında genç bir doktor Metin Beye gelerek şefin kendisini beklediğini söyledi. Gruptakilerin meraklı bakışları arasında birlikte klinik şefinin odasına vardıklarında, Metin Beyin kavga ettiği ve kendisine "çalışabilir" raporu veren doktor da odadan çıkıyordu. Şikâyet edildiği açıkça anlaşılıyordu. Metin Beyde en ufak bir heyecan ya da endişe yoktu. Olabilecek en kötü sonuca hazır ve rahattı.
Odaya girdiğinde klinik şefi ayağa kalkmıştı;
--- Hoşgeldiniz Metin Bey. Doktor Müller’in de görüşmemize katılmasında mahzur var mı? Müsade eder misiniz?
Metin Bey böyle bir nezaket, bu şekilde bir karşılama, böyle bir soru beklemiyordu. Tam bir şaşkınlık içindeydi. Bir an içinde onlarca soru beyin süzgecinden geçmiş... cevap tek kelimeydi;
--- Hayır!
Şefle Doktor Müller bir an için göz göze gelmişler, müsbet bir tepki, beklediği destek gelmeyince de Dr. Müller arkasını dönüp gitmek zorunda kalmıştı. Klinik şefi odasındaki geniş koltuğu göstererek;
--- Buyrun, oturun lütfen.
Prof. Dr. unvanı olan klinik şefi yetmiş yaşlarında babacan tavırlarıyla dikkat çeken, sakin tabiatlı bir doktordu. Hiç beklemeden hemen söze girdi;
--- Yazdığınız hayat hikayenizi baştan sona okudum. Yaşadıklarınız ve annenizin durumu beni çok etkiledi. Çok üzüldüm. Doktorlarla kavga ve tartışmalarınızdan da haberim var. Doğru bulmasam da sizi anlıyorum. Bir ricam olacak. Bu rehabilitasyonu yarıda bırakıp gitme fikrinizden vazgeçin. Hiç endişeniz olmasın. Buradan ayrılırken size "çalışamaz" raporunu bizzat ben vereceğim. Emin olun, yazacağım bu rapor sigorta tarafından dikkate alınacak ve arzu ettiğiniz emekliliğiniz gerçekleşecektir.
Metin Bey şaşkın, bir o kadar da mutluydu. Böyle bir sonuç kesinlikle beklemiyordu. Teşekkür edip, odadan ayrılırken süre bitimine kadar kalacağı sözünü çoktan vermişti bile.
...
Gülümseyen güneşe inat kahır kokuyordu gün...
Zülbiye Hanım o gün olacaklardan habersiz tatlı bir telaş ile balkona çıkmış, Bursa’dan gelecek kardeşlerinin yolunu gözlüyordu. Kız kardeşlerine Yalova’da yanında kaldıkları dönemde verdiği rahatsızlıkları çoktan unutmuştu.
Fazla geçmeden, yeşillikler arasında kıvrım kıvrım uzanan yolun sonunda beklenen misafirler görünmüştü. Araba bahçe kapısının önünde durana kadar, o da çoktan aşağıya inmişti. Neşesine diyecek yoktu. Birlikte içeriye geçip hasret giderirlerken İbrahim Bey verdiği kararın derin üzüntüsü içinde yapılması gereken son işleri halletmekle meşguldü.
Bütün katların kapıları kontrol edilmiş, kilitlenmiş, bir tek binanın elektrik ve suyunun kesilmesi kalmıştı. Zülbiye Hanım farketmesin diye de üç-beş giysi ve zarûri eşyalar önceden küçük bir valize yerleştirilip arabanın bagajına koyulmuştu.
Lütfü Beyin yıllarca hayalini kurup, büyük emek verdiği yuva, vefatından yıllar sonra hayat arkadaşına dar gelmiş gibi, az sonra büyük bir yalnızlığa, koyu bir karanlığa gömülecekti.
Rukiye Hanım ve Celal Beyin verilen karardan haberleri vardı. -Belki de son kez- birlikte yedikleri yemekten zerrece tat alamamışlar, zoraki tebessümlerinin ardından yürekten gelen gözyaşlarına engel olamamışlardı.
Oysa ne vardı ki sanki üzülecek... ağlayacak? Şunun şurasında "az sonra oğlu ile birlikte doktora muayaneye gidecek, fazla kalmayıp geri döneceklerdi" sanıyordu Zülbiye Hanım. Ne alzheimer olduğunun, ne istikametin, ne de nereye götürüldüğünün farkındaydı.
Takvimler Temmuz ayının on yedisini gösteriyordu. Suyun vanaları kapatılmış, elektirik şalterleri de indirilmişti.
Bu bina hiç bu kadar hüzün kokmamıştı. Şayet yeterince hassas olabilseydi, gözler bahçedeki ağaçların ve çiçeklerin hıçkırıklarını duyarlardı kesin.
İçi kan ağlıyordu herkesin.
Bir veda bu kadar mı zor olurdu...
Kollar sevgiyle omuzlarda kenetleniyor, zor ayrılıyordu.
Giden ablalarıydı... Bu gidiş, dönüşü olmayan bir gidişti!
Celal Bey sözünü esirgemeyen bir mizaca sahipti. "Senin annense, bizim de ablamız, götürme, biz bakarız" derken samimiydi. Kalbindeki hüzün kadar kırgınlık da farkediliyordu.
Ne kadar gayret etse de İbrahim Beyi ikna edememişti. Gerçi İbrahim Beyin kardeşlerinin sevgilerinden ve niyetlerinden zerre kadar kuşkusu yoktu. Ancak bu normal bir hasta bakımı değildi. Üstesinden gelemezler ve annesi için durum daha da kötüleşir diye düşünüyordu muhtemelen. Hatta bundan o denli emindi ki, dayısının;
"Birgün seni de evlatların bakımevine götürünce anlarsın ne demek olduğunu"
serzenişine aldırmıyordu bile...
Dış kapı kilitlendikten sonra kardeşler Bursa’ya geri dönerken, İbrahim Bey ve annesi de Ankara’ya doğru hareket etmişlerdi..
Uzun bir yolculuğun ardından akşama doğru ömrünün son ikametgâhına gelmişti Zülbiye Hanım.
Ankara’nın gözde bir semtinde, daracık sokaklar arasında beş katlı bir binaydı bu "Huzurevi (!)". Önünde tabelası olmasa sıradan bir binadan hiç farkı yoktu. Bahçe kapısından içeriye üç dört adım atınca binanın dış kapısına varılıyordu.
İki üç basamak çıktıktan sonra bir başka kapıdan geçerek sağ tarafta bulunan müdür Muzaffer Beyin odasına girdiler.
Muzaffer Bey İbrahim Beyin Silahlı Kuvvetlerden devre arkadaşıydı. Emekli olduktan sonra, böyle bir iş ile vaktini değerlendirmeyi tercih etmişti.
Rutin işlemler zaten önceden hallolduğundan, kısa süren bir sohbet faslından sonra İbrahim Bey annesini birinci kattaki odasına götürdü.
Bu oda üç kişilikti ve içinde ayrı bir bölümde banyo ve tuvaleti de mevcuttu. İlk bakışta az sayıdaki eşyaların eskiliği dikkati çekiyordu. Oturunca ortası çöken üç yatak, zarûri ihtiyaçlar için birer ufak gardrop, yatakların başucunda kenarları dökülmüş, suntaları gözüken birer kanepe bir de koltuk vardı.
Hayatının geri kalan süresi artık bu oda ile koridorun diğer ucundaki oturma salonu arasında geçecek gibiydi.
Oturma salonu, dört duvar kenarına koyulan tekli ve bir adet üçlü koltuk ile döşenmişti. Hastalar arasında rahatlıkla yürüyüp, hareket edebilen, düzgün konuşup kendi işlerini görebilen, fizikî açıdan en iyi durumda olan Zülbiye Hanımdı. Diğerleri ya yatalak, ya koltuğa mahkum, ya da hafızasını tamamen yitirmiş hastalardı.
Zülbiye Hanım hayli şaşkın, huzursuz ve oldukça da endişeliydi. Tahmin ettiği gibi "muayene olup hemen yuvasına geri dönecek" gibi görünmüyordu. Tam olarak farkında olmasa bile, bir şeylerin arzu etmediği gibi geliştiğini sezmiş, hissetmişti. Gözlerinde kara bulutlar kümelenmiş, hassas yüreğine yağmur çiselemeye başlamıştı bile.
Bu andan itibaren yapılması gereken en önemli şey, getirildiği bu "hastanede(!), tetkikler yapılıp sonuçlar belli olana kadar" sabretmesi gerektiğine inandırmaktı.
Ardı arkası gelmeyen kâbus dolu günler, geceler başlamıştı Zülbiye Hanım için. İbrahim Bey için de kolay değildi tabi. Annesinin her sorusuna makul bir cevap, her endişesini giderecek birkaç cümle bulmak her zaman kolay olmuyordu. İlk günlerde sık sık ziyarete gelip yalnız bırakmamaya gayret etse de, yetkililerin;
"Bulunduğu yere alışmasını zorlaştırmayın" telkinlerini dikkate alarak, zamanla bu gelişlerini iki-üç günde hatta haftada bire indirmişti.
Oysa Zülbiye Hanım henüz hafızasını tamamen yitirmemişti. Yanında yegâne dostu Kur’an’ı, -kim bilir kaç kazak, kaç kilim dokuduğu- cağları... tığları, örgüsü bile yoktu ki oyalansın. Beyninde bir sürü şey silinmiş olsa da, henüz daha çok şeyin farkındaydı ve acı çekiyordu Zülbiye Hanım... Hem de ne acı!
Bu arada Metin Beyin -Almanya’dan malulen emeklilik için- yaptığı müracaat, nihayet aynen klinik şefinin söylediği gibi, müsbet sonuçlanmış, lakin ağabeyini bakımevi kararından vazgeçirmekte gecikmişti.
Buruk bir sevinçle hemen Türkiye’ye gelerek, soluğu Yalova’da almıştı. Kimse olmasa da, sanki bir el o tarafa çekiyor gibiydi. Öyle ya, ne de olsa baba ocağı, baba yadiğârıydı. Nice güzel anılara, mutlu günlere tanık olmuştu bu koca bina!
Minibüsten inip iki yüz m. kadar ötedeki evin yolunu tuttuğunda müthiş bir üzüntü hissetmişti yüreğinin derinliklerinde. Tarifi imkânsız bir acıydı bu. Eve yaklaştığında ne balkonda yolunu gözleyen, ne de kapıya koşarken sevinç ve telaştan kapı anahtarlarını unutan anneciği vardı.
Her taraf hüzün kokuyordu.
Eve vardığında bahçe kapısını açarak içeriye girdi. Bakımsızlıktan meyvelerin çoğu dallarında kurumuş, çiçekler solmuş, her tarafı otlar bürümüştü. Su vanalarını açarken ve elektrik şalterlerini indirirken göze çarpan tek şey örümcek ağlarıydı.
Dış kapıyı açıp içeri girdiğinde hüzün artık dayanılır gibi değildi. Sıcak havaya rağmen buz gibi duvarlar üzerine üzerine geliyor, mazinin o güzel anıları film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu.
Artık ağlıyordu Metin Bey...
Hıçkırıkları duvarlarda yankılanırken, gözyaşları vanası bozuk musluklardan akan sular gibi sele dönüşmüştü. Dinmek bilmiyordu. Bir süre sonra yorgunluktan yığıldığı kanepede uyuyakalmıştı.
Uyandığında sabah ezanı okunuyordu. Namazın ardından ilk minibüsle otogara doğru yola koyuldu. Bir an önce Ankara’ya varmalıydı. Annesini kollarının arasına alıp sarmalı, yanaklarından öperek moral vermeliydi. Hasret gidermeliydi. Ağzına lokma koymayalı hayli olmuştu. Bir büfeden aceleyle iki simit bir şişe de su alarak kalkmak üzere olan otobüste yerini aldı.
Geride kalan her kilometrede heyecanı artıyordu. Kafasında sayısız soru işareti ve "acaba"lar vardı. En önemlisi de "Acaba annem beni hemen tanıyabilecek mi?" sorusunun meçhul cevabıydı.
Ağabeyi, Ankara’ya geldiğinde annesine gitmeden önce konuşmalarının doğru olacağını tembihlediğinden, çok arzu etmesine rağmen huzurevine hemen gitmemişti. Bir otele yerleşerek ağabeyini aradığında çok geçmeden belirtilen adrese gelmişti. "Valizini al, bize gidelim!" ısrarlarına rağmen otelde kalmayı tercih edeceğini belirtmiş, anlayış göstermesini istemişti. Yengesinin annesine gereken ilgi ve sevgiyi göstermediğine inanıyordu. Çok kırgındı. Evinde kalmak ağrına giderdi. Gidemezdi...
Kardeşinin kararlılığını farkedince ağabeyinin de kabulden başka çaresi kalmamıştı.
Birlikte huzurevinin yakınındaki bir pastaneye giderek uzun uzadıya konuştular. Daha doğrusu İbrahim Bey konuşuyor, Metin Bey kimseye farkettirmemeye gayret ederek sürekli ağlıyordu. Elinde değildi. O süre içinde kim bilir kaç mendil sırılsıklam olmuştu. Arada bir lavaboya gidip yüzünü yıkamasının da faydası olmuyordu.
Ağabeyi anlattıkça Metin Bey bu görüşmenin neden çok önemli olduğunu kavramıştı. Dikkat etmesi, edilmesi gereken kurallar vardı. Yöneticilerin belirttiğine göre Yalova’dan asla bahsedilmeyecekti. Bahsettiğinde ise üzerine söz getirilecek, geçiştirilecekti.
Hesabı ödeyip pastaneden ayrılırken Metin Beyin gözleri kızarmış, şişmişti. Huzurevine varana kadar tam bir sessizlik hakimdi.
Birlikte birinci kata çıktıklarında Zülbiye Hanım oturma salonunda bir köşede oturmaktaydı. Çocuklarını görür görmez gözleri ışıl ışıl parlamış, etrafta bulunanların şaşkın bakışları arasında, açılan kollarıyla çocuklarına doğru yönelmişti;
--- Yavruuum... Metin’iimm!
Metin Bey kafasındaki sorunun müsbet cevabını almanın mutluluğu içindeydi. Annesi kendisini hemen tanımış, zayıf kollarıyla sımsıkı sarmıştı. Adeta bırakmak istemez gibiydi.
--- Anammm... Anacığım... Nasılsın?
"Nasılsın" sorusu belki de ilk kez bu kadar anlamsız ve abesti. İyi olmadığını anlamak için teyide gerek yoktu ki! Odanın loş ve havasız hâli, etrafta gölge gibi gezinen, ayak sürüyen hastaların durumu, bağırtılar...
Manzara hüzün vericiydi. Bu bağırtı ve gürültüler arasında sohbet etmek mümkün görünmüyordu.
--- Gel anacığım odana geçelim.
Metin Beyden sıyrılan kolları İbrahim Beyi sararken o sıcaklıktan eser yoktu. Çehresinde eriyen tebessümü Zülbiye Hanımın oğluna kırgın olduğunu gösterir gibiydi.
İbrahim Bey müdürü ziyarete gidince ana oğul başbaşa kalmışlar, hasret gideriyorlardı. Zülbiye Hanımın gözlerinin içi gülüyor, sevincinden tekrar tekrar oğluna sarılıyordu.
Odaya girdiklerinde Metin Beyin ilk dikkatini çeken annesinin yatağının üzerinde duran üç bohçaydı. Her gün giysileri valize doldurup oğlunun yolunu gözlediğinden İbrahim Bey çareyi valizi evine götürmekte bulmuştu. Bu çözüm işe yaramamış, en büyük giysi ya da havlularının içine diğer giysi ve özel eşyalarını hep böyle üç bohça şeklinde hazırlayıp düğümlüyor yine oğlunun yolunu bekliyordu.
Zülbiye Hanım yatağının bir kenarına çökerken oğlunu da yanına oturtmuş, elini avcunda sımsıkı tutuyordu. Boynunu hafifçe yana bükerek;
--- Oğlum, abin beni buraya attı, gitti. Ne olursun beni Yalova’ya, evime götür! N’olursun...
Birilerinin duymasından endişe edercesine fısıldayarak konuşuyor, adeta yalvarıyordu.
Yüzündeki derin çizgilerden ve mimiklerinden çok mutsuz olduğu ve acı çektiği anlaşılıyordu. Kolay değildi tabi. Hafızasını kaybetmiş, bağıran, yatalak hastaların arasında kalmak sağlıklı bir insanı bile bir süre sonra hasta edebilecek gibiydi.
Annesine düşkün bir evlat için acı veren zor bir durumdu. Önceden kendisine tembihlendiği gibi her "Yalova" bahsi açıldığında konuyu değiştiriyor, unutturmaya çalışıyordu. Çok geçmeden bakıcı odaya daldı;
--- Hoşgeldiniz Metin Bey, annenize banyo yaptıramıyoruz. Yaklaşık iki haftadır, inat etti, yapmam diyor. İkna eder misiniz lütfen!
İnanılır gibi değildi. Duydukları yengesine kızgınlığını daha da artırmıştı. Arada bir evine almak, aynı sofraya oturtmak, banyosunu yaptırmak bu kadar mı zordu!
Zülbiye Hanım şikâyetten rahatsız olduğunu mimikleriyle hemen belli etmiş, yüzü asılmıştı;
--- Oğlum, ben Yalova’ya gidince banyo yapacağım.
Bakıcı odadan çıkarken havlu ve giysileri yatağa bırakmıştı.
Banyosuz geçen iki hafta! Olacak gibi değildi. Bir çaresi bulunmalıydı. Metin Bey hafifçe kulağına eğilerek;
--- Anneciğim, Yalova’ya gitmene müsade etmeleri için banyo yapman gerekliymiş, hemen yapıver de gidelim. Ben bu arada eşyalarını arabaya götüreyim.
Zülbiye Hanımın boynu önce yana yatmış, kısa bir sessizlikten sonra "peki" demişti. Banyo için hazırdı. Metin Bey bakıcıyı yardım için çağırdığındaki yüz ifadesi ve şaşkınlığı görülmeye değerdi.
Zülbiye Hanım banyosunu yaparken Metin Bey de müdür Beyin odasının yolunu tutmuştu. Onca ısrar ve gayrete rağmen banyo yaptıramadıkları Zülbiye Hanımı ikna için söylenen yalan hiç hoşlarına gitmemişti. İbrahim Bey;
"Yalova konusunu konuşmamış mıydık, neden ümitlendiriyorsun?"
diye serzenişte bulundu. Oysa az sonra bakıcı gelmiş, banyodan sonra Zülbiye Hanımın uyuduğunu haber vermişti. Zülbiye Hanım çocuklarının geldiğini de, verilen "Yalova" sözünü de çoktan unutmuştu bile...
Metin Bey Ankara’da kaldığı bir aylık süre içinde hergün otelden huzurevine gidiyor,
"Annenizin buraya alışabilmesi için bu kadar sık gelmeseniz iyi olur"
ikâzına pek aldırış etmiyordu. Gezdirmek için her defasında izin kağıdı imzalamak zoruna gitse de, her geldiğinde annesi ile birlikte uzun yürüyüşler yapıyor, yakınlarda bulunan bir parkta sohbet ediyor, kuruyemiş ve meyve yiyorlardı.
Henüz havaların soğumamış olması, birlikte mutlu günler geçirmelerini kolaylaştırmıştı. Her "Yalova" bahsi açıldığında illa ki araya bir başka konu giriyor, binanın tamir edildiği, biter bitmez götürüleceği bahanesi ile zaman kazanılmasına çalışılıyordu. Lakin Yalova hasreti bitecek gibi değildi. Bir çare bulunmalıydı. Bulunduğu yerde bu şekilde bir süre daha kalması sağlığını tamamen bozacaktı. İştahtan da kesilmişti.
Metin Bey üzüntüsünden uyuyamıyor, gece geç vakitlerde otelden huzurevine gelerekgecenin sessizliğinde annesinin bulunduğu binanın etrafında tur atıyordu. Hergün ağlamaktan gözleri kızarmış ve şişmiş ve yorgun şekilde otele geri dönüyordu. Hüznün tavan yaptığı böyle günlerde tek sırdaşı kalemiydi. Ne zaman bunalsa, boğulur gibi olsa, yüreğindeki duygular fırtınaya dönüşse kalemine sarılır, kalemiyle nefes alırdı. Bugün de öyle olmuş, duyguları kağıtta dize dize damla damla kordan acı izler bırakmıştı...
Yine güneşli bir gündü. Annesine gerekli bir kaç giysi almak için Kızılaya giden Metin Bey dönerken bu arada bir internetcafeye girmiş, üyesi olduğu bir Edebiyat Sitesi’ne son yazdığı şiiri kaydedecekti.
Cafe tıklım tıklım dolu, sadece köşedeki iki koltuk boştu. Elindeki alışveriş poşetini duvar kenarına bırakarak sandalyeye oturdu. İnternet açılır açılmaz cebinden çıkardığı buruşmuş birkaç kağıtta biriken dizeleri yazmaya başladı. Daha ilk dizelerde gözlerinden yaşlar boşalmaya başlamıştı bile. İlk anlarda kimse farketmesin diye gayret göstermesine rağmen, hıçkırıklara engel olamamış, etraftaki herkes farkına varmıştı. Göz yaşlarından klavye sırılsıklam, gözler yine kıpkırmızı olmuştu. Oysa henüz şiirin kaydı bile bitmemişti. Bu esnada burnundan kan boşalmaya başlamış, mendillerinde temiz yer kalmamıştı.
Hayatında ilk kez böyle bir durumla karşılaşıyordu. Yan taraftan kendisine uzatılan kağıt peçeteler de yetersiz kalınca, iki parmağıyla burnunu sıkarak tuvalete koşmuş, kanı durdurmaya çalışıyordu.
İlk kez ağlamıyordu, ama ilk kez bu kadar üzüntülüydü. Ancak uzun uğraşlardan sonra kanı durdurabilmiş, yüzünü soğuk suyla yıkayarak geri dönmüştü.
On-on beş dakika kadar sonra nihayet kayıt ve paylaşım tamamdı;
SESSİZ HIÇKIRIK
Bir başka alevli, yakıcı bu har
Keder ile dolmuş gönül küfesi
Pılı-pırtısını toplamış bahar
Vakit; vakt-i hazan; "son" arefesi...
Mutluluk yerine gözde yaş mûkim
Huzur Evlerine (!) yalnızlık hâkim.
Kırılmış bahara kurulu çarkı
Cem olmuş cemreler en namert kışta
Kalmamış ölümle yaşamın farkı
Ecele çağrı var her yakarışta...
Böyle takdir etmiş "kimsesize Kim"
Huzur Evlerine (!) yalnızlık hâkim.
Sükûtun ardına saklanmış sitem
Nesneler önemsiz, özneler "ben"siz
Lokmalar ağudan, katıklar matem
İnsan: Canlı ceset! Tek fark; kefensiz...
Kan dahi damarda donmuş nitekim
Huzur Evlerine (!) yalnızlık hâkim.
Soğuk duvarlarda hüzün lekesi
Hayaller harâbe, umutlar kırık
Dumura uğramış us melekesi
Elde kalan bir tek "sessiz hıçkırık"...
Nefes almak dahi, zor; ağır-çekim
Huzur Evlerine (!) yalnızlık hâkim.
Can bedene külfet, her adım dize
Fersiz kalmış serde yaslı didesi
İlaç kâr etmiyor yanan genize
Elem ile dolmuş bahtın badesi
Bağrını açmış sin, neylesin hekim
Huzur Evlerine (!) yalnızlık hâkim.
Muhatap ararken her "niçin?", "neden?"
Gözlerde "özlem"in son dilekçesi
Güneşi buz tutmuş sayısız beden
Sanki "Aşiyan’ın" arka bahçesi...
Kim bilir, belki de son Eylül, Ekim
Huzur Evlerine (!) yalnızlık hâkim.
Cafe’den dışarıya çıktı. Derin derin nefes aldı. Az da olsa rahatlamıştı. Yolunun güzergâhı yine annesi, huzureviydi...
Kan karışımı gözyaşları içinde yazılan şiir asıldığı sitede iz bırakmış, o gün yüzlerce paylaşım arasından güne düşmüştü. Yorumlardan herkesi bir şekilde etkilediği, hüzünlendirdiği anlaşılıyordu. Hassas bir konuydu. Acı ve üzüntüsünü paylaşan, empati yapabilen çok sayıda okuyucunun yanısıra;
"Her kim tüm şartlara rağmen anasını babasını huzur evine götürüp bırakıyorsa ...
Allah kimseyi sahipsiz bırakmasın..."
şeklinde bir de eleştiri vardı. Hani, haksız da sayılmazdı. Böyle bir imtihana tabi tutulmasa, bu tarz bir şiirin altına muhtemelen Metin Bey de benzer bir yorum bırakabilirdi. Şaşırmadı... Kızmadı. Anlayışla karşılayarak, yorumun altına şu cevabı yazdı;
"Bu dizeleri yazan siz, okuyan ben olsaydım şayet, sizin yazdığınız gibi yazmasam da, sizden farklı düşünmezdim muhtemelen.
Kınardım, kızardım...
Ayıplardım...
Anlamakta zorlanırdım muhtemelen.
Şayet anneniz hayatta ise Allah sağlıklı uzun ömürler versin.
Anne sevginizi sonsuz-sınırsız- tarifsiz sevgi ile çarpın... sayısız kereler. Çıkan o sevgiyi samimiyetle, en yüce duygularla harmanlayın. Sonucu anneme olan sevgimle kıyasladığınızda, sevgimin büyüklüğünü görüp; uzaktan, olan biteni bilmeden, muhatabınızı tanımadan rahat bir ortamda yaptığınız yorum ve ettiğiniz imadan üzüntü duyardınız... muhtemelen.
İnsanlar vardır talihsiz,
Acılar vardır, tarifsiz,
Yangınlar vardır... dumansız, issiz!
Yaptığınız yorumu anlayışla karşılıyor, anne sevginizin tezahürü olan düşüncenizden dolayı tebrik ediyorum. Takdir ediyorum.
Keşke annemi bakabilmem, hizmetini yapabilmem mümkün olabilseydi. Ne kadar arzu ederdim bilemezsiniz. Ne kadar mutlu olurdum tahmin dahi edemezsiniz.
Neden mümkün ol(a)madığını bilebilmek, anlayabilmek için alzheimer denen hastalıkla ilgili doktorlardan, nörologlardan, psikologlardan, kısacası uzmanlardan bilgi almanızı tavsiye ederim. Gün geçtikçe kötüleşen, gün gelip yutkunmayı dahi unutturan, temizlik, tedavi ve bakımı profesyonel, tecrübeli insanlar gerektiren bir hastalıktan söz ediyoruz.
Bu gerekliliğe rağmen yine de annemi "oraya" ben götüremezdim kesinlikle. Yapım ve yufka yüreğim elvermezdi kesinlikle.
Niyetin iyi olması yetmiyor. Doğru olanı da yapmak gerekiyor. Annem için en doğru ve gerekli kararın bu olduğuna ikna edildim. Hiç de kolay olmadı tabi. Henüz bu gerçeği kabullenebilmiş de değilim.
Bu dizeler de içimdeki yangının sayfaya iz düşümü. Böylesine bir acıyı birkaç basit dize ile tarif mümkün değil elbet.
Hayat merdiveninin hangi basamağında insan nelerle karşılaşacak belli olmaz, olmuyor.
Yakını bu illete yakalanmış, varsa bakımını yapan insanlarla konuşursanız çok şey öğrenirsiniz.
Büyük konuşmamak gerekmiş.
Hayat bana bunu öğretti.
Öğrenmenize gerek kalmaz inşallah.
Selam ve sevgiler..."
Keşke paylaşımlar mutluluk verici ya da hüzünler hayal ürünü olabilseydi hep...
...
O gün de yine ana-oğul güzel bir gün geçirmişler, huzur içindeydiler. Huzuru bozan tek şey her günkü ayrılıklardı.
İşleri gereği Berlin’e gitmek zorunda kalsa da, fazla durmuyor, çok geçmeden annesinin yanına dönüyordu Metin Bey. Berlin Ankara arası iyiden iyiye kısalmıştı. Yine bir aylık bir aranın ardından bir sabah soluğu Ankara’da, annesinin yanında almıştı.
Odaya girdiğinde yine boy boy dizilmiş üç küçük bohçası her günkü gibi yatağının üzerinde duruyordu. Kendisi de bir kenara oturmuş, boynu bükük vaziyette kapıya doğru bakıyordu.
Manzara dayanılır gibi değildi. Metin Beyi görmüş fakat fazla sevinmemişti. Belli ki artık mutluluğunun yanısıra umudu da tükenmişti. İçerinin boğucu havasından bir an önce kurtulmak gerekiyordu. Gözleriyle aradığını annesine de sorma gereği duydu;
--- Anacığım, ayakkabıların nerede, giy de dışarıya çıkalım.
Bu arada dolabın kapısını açmış, etrafta göremediği ayakkabıları dolabın içinde arıyordu. Aldığı cevap yüreğini kanatmıştı;
--- Oğlum ayakkabılarım yok ki!
Zülbiye hanımın boynu yeniden yana bükülmüştü. Dolaplar kontrol edilince gerçekten de ayakkabılarının olmadığı anlaşıldı. Metin Bey üzgün, bir o kadar da kızgındı. Kapıya doğru yöneldiğinde bakım elemanı da odaya giriyordu;
--- Hayriye Hanım, annemin ayakkabıları nerede?
Hayriye Hanım bir an tereddüt ettikten sonra;
--- Abiniz... Metin Bey! Anneniz her gün ayakkabılarını ve pardesüsünü giyip yolunuzu gözlediği için abiniz onları eve götürdü.
Her ne pahasına olursa olsun buradan çıkarılmalıydı.
Metin Bey aceleyle pardesü yerine bir atkıyı annesinin omuzlarına atarak, ev terliklerini ayaklarına geçirdi. Koluna girip izin kağıdı dahi imzalamadan sokağa çıkmışlardı. Gözlerinden süzülen yaşları annesine belli etmeden silmeye çalışıyordu. Süratle bir pastanenin yolunu tuttular.
Varlıklı ve modern insanların yaşadığı bu muhitte, terlik ve atkı ile yürüyen Zülbiye Hanım dikkati çekse de Metin Beyin zerre kadar umurunda değildi. Pastanede birlikte çay içip kurabiye yedikten, biraz da gezindikten sonra ancak sakinleşebilmişti.
Huzurevine geri döndüklerinde herkeste bir telaş vardı. Zülbiye Hanım her tarafta aranmış, bulunamamıştı. Durumdan haberdar edilen İbrahim Bey de hemen Huzurevi’ne gelmiş polise müracaat etmek üzereydiler. Hayli kızgındı. Muzaffer Beye karşı mahcubiyet de hissediyordu. Bakışlarıyla sorgular gibiydi.
Metin Bey, geldiğinde gördüğü manzaranın kendisini çok üzdüğünü, boğulur gibi olduğunu, nefes almak için bir an önce dışarıya çıkma ihtiyacı hissettiğini söyledi. Konu şimdilik kapanmış gibiydi. Ancak bu şekilde devam edemeyeceği anlaşılmıştı.
Bir şeyler yapılmalıydı. Ama nasıl?
Birlikte yatak odasına gidip sohbet ettiler, dükkandan aldıkları meyve ve kuru yemişlerden yedirdiler. Vakit hayli ilerlemişti. İbrahim Bey kardeşine annesinin göremeyeceği anda; "Hadi gidelim" şeklinde işaret etti. Annelerinin boynuna sarılıp, yanaklarından öptüler. Henüz üç dört adım gitmişlerdi ki, tam odadan çıkarken ardına baktığında, Metin Bey annesi ile göz göze gelmişti. Yüreğindeki acılarla şekillenen yüzündeki ifade;
"Oğlum beni bırakıp nereye gidiyorsun? Ne olur beni burada bırakma!"
diye yalvarıyordu. Kulakları sağır edercesine bir çığlık. Sessiz! Bir tek Metin Beyin duyabildiği... Fark ettiği! O bakışlar yüreğine ok gibi işlemiş, asla unutulacak gibi değildi. Ayakları ağabeyini takip ederken aklı ve yüreği ardında kalmıştı.
O günden ve o bakışlardan sonra Metin Bey de her geçen gün annesi ile birlikte eriyordu. Çaresizliğine hayıflanıyor, kendisini asla affedemiyordu. Hiç bir zaman da affetmeyecekti...
...
Zülbiye Hanımın sağlığı kısa sürede dikkat çekici şekilde bozulmuştu. Mimikler kaybolmuş, bakışlar donmuş, tebessüm dahi etmez olmuştu. Artık yürüyüşler iki büklüm ve kısa mesafelerle mümkündü.
Kısa bir sorgulama ve araştırmadan sonra, bu tuhaflığın sebebinin dozajı yükseltilen ilacın yan etkisi olduğu anlaşılmıştı. Doktor, "İsterseniz dozu yeniden eski haline getirelim" dediğinde hayli bozulmuş, yine de birşey hissettirmemeye çalışmıştı. Zülbiye Hanım denek gibi kullanılmaya başlanmıştı. O gün kararını verdi. Bir yolunu bulup annesini buradan götürecekti.
Bu düşüncesini ağabeyine açıkladığında İbrahim Bey şaşırmamış, itiraz da etmemişti. Kardeşinin aşırı duygusal olduğunu biliyor, bu durumu kabullenmesi için biraz zamana ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Kısa süren sessizlikten sonra sadece;
"Yer değiştirmek alzheimer hastaları için doğru değil. Bu konuyu daha sonra görüşürüz" demekle yetinmişti.
Oysa, burada kalmaya devam etmesi durumunda çok geçmeden yatalak olacağı belliydi.
Metin Beyin Ankara’da bulunmasını fırsat bilen ağabeyi arkadaş ziyaretleri için bir haftalığına Ankara dışına çıkmış, Metin Bey yalnız, düşünceli ve sürekli bir çare arayışı içindeydi. Otellerde aylarca geceleme yerine, huzurevine yakın bir yerde ev kiralama, ya da satın almayı dahi düşünmüş, emlakçılarla görüşmüştü. Bu arada, gittiği caminin imamına durumu izah ederek annesi için özel bakım elemanı bulabilmesi hususunda yardımcı olmasını rica etmiş, olumlu bir netice bekliyordu. Lakin biliyordu ki, çare olarak görünen bu çözüm şekillerinin hiç biri annesine huzur vermeyecekti. Başarabildiği tek şey, ağabeyini Yalova’daki huzurevine nakil için kayıt başvurusuna ikna etmekti. Ne yazık ki, diğer huzurevleriyle kıyaslanamayacak niteliklerdeki bu huzurevine kabul için sırada çok sayıda müracaat vardı. Uzun zaman beklemek gerekiyordu.
Çaresizlikler Metin Beyi hayli bunaltmıştı. Böyle anlarda her zaman yaptığı gibi kendisini dışarıya etti. Yanına sırdaşını almayı da ihmal etmemişti. Nitekim yol boyunca duygularını yine kaleme almış, kâğıda dökmüştü. Yaklaşık iki saat sonra otele döndüğünde her hecesi yanık bir şiir daha hazırdı;
HÜZÜN ÇEŞMESİ
Öyle anlar olur ki, insan esirdir hüzne
Ne kalpte gam eksiktir, ne de gözde bir an nem...
Er Türk’ün töresinde tâbi dense de izne
Ağlamak ayıp değil sebep sen isen annem...
***
Gam düştü sînemde kristal cama
Fırtına esmekte us’ta bu sıra
Her derdin hakkından gelirdim ama
Kader inletmekte usta bu sıra
Bir başka yüksekti bu dalga boyu
Girdaplar pek yaman; dipsiz bir kuyu
Kasvetin karası koyudan koyu
Çare dağ ardında pusta bu sıra
Ağuydu her lokma yediğim aşta
Ağır yara aldım en son savaşta
Dertler arapatı, dizginler boşta
Dilim karar kıldı susta bu sıra
Ne üçü beşi de ne dokuz onu
Cem oldu gönlümde hüznün her tonu
Vardığım son durak sabrımın sonu
Talihin ibresi küste bu sıra
Feleğin hükmüne dedikçe "peki"
Yüklendi habire, dedi "bu ne ki!"
Çileler kördüğüm; hatta öyle ki
Kalbim paramparça, yasta bu sıra
Bahtımdan payıma düşünce gurur
Açıp da ağzımı diyemedim "dur!"
Teselli umduğum ya ehl-i kubur
Ya gözden uzakta; "hasta!" bu sıra!
Bağrımı delerken amansız sızı
Nerede kaldın ey Şimal Yıldızı?
Hüzün çeşmesinden akan kırmızı
Kan dolu içtiğim tasta bu sıra
Hayat her adımda kurunca pusu
Bozuldu çehremin gülen dokusu
Aldığım tek koku toprak kokusu
Kulağım, gelecek seste bu sıra.
Telefonun sesi ile kendine geldi. Arayan Bursa’dan Celal dayısıydı;
--- Merhaba Metin. Nasılsın... Nerelerdesin?
--- Merhaba dayı. Ankara’da annemin yanındayım. Allah’a şükürler olsun, bugünlerimizi aratmasın. Lakin iyiyim desem yalan olur. Bu gelişimde annemi hiç iyi görmedim.
Kendisini yalnız ve çaresiz hissetmenin acısıyla, hiç bir şeyi saklamadan, izlenimlerini teferruatıyla, olanca açıklığıyla anlatmış, içini dökmüştü. Ardından o an gönlünden geçeni de ayan etmişti
--- Dayıcığım, annemi size getirsem bakabilir misiniz?
Metin Bey, değil akrabası, çocuklarından dahi kolay kolay bir istekte bulunmazdı. Söz konusu annesi olunca ince düşünmeye vakti yoktu.
Celal Bey de dokuz kardeş içinde ablasına en düşkün olanıydı. İnce ve derinlemesine hesap yapmayı bilmezdi. Bu hastalığın özelliklerini de, bakım zorluğunu da tahmin edecek durumda değildi. Ablasının durumu onu da çok üzüyordu.
Metin Beyin sorusunu cevaplarken tereddüt etmemiş, düşünmeye dahi gerek görmemişti. Sanki bu ânı bekler gibiydi. Kendinden ve karısından emin şekilde kesin bir ifadeyle;
--- Tabi... tabi. Ne demek. Yeter ki sen emret. İstersen hemen bugün gelip alırız, bakarız be yav!
Çaresizliğin son raddesinde acı ile kıvranan Metin Bey için bu cümleler paha biçilemez değerdeydi. Son aylarda duyduğu en güzel cümlelerdi. Yürek yarasına ilaç gibi gelmişti. Mutluluktan içi içine sığmıyordu. Lakin bu tür hastaların bakımı çok zordu. Üstesinden gelmek kolay değildi. "Yengem" dedi, "Yengem ne der bu konuda? Celal Bey yine kendinden emin bir şekilde;
--- O da burada be yav. Yanımda.
İstersen telefonu vereyim kendin sor, öğren.
Telefonu hanımına uzatmıştı.
Şahide Hanım, daha önceden annesine de kendisinin baktığını, Zülbiye Hanıma da Allah rızası için ve seve seve bakabileceğini söylemiş, endişeye gerek olmadığını belirtmişti.
Zifirin en kesif olduğu anda tünelin ucu görünmüş, şafak sökmüş gibiydi.
Tekrar tekrar teşekkür ederek gerektiğinde yeniden arayacağını belirterek telefonu kapatmıştı.
Tarifi imkânsız bir mutluluk ve huzur içindeydi. Ağabeyi geldiğinde hemen bu konuyu görüşecek, ikna edemese dahi tüm sorumluluğu üzerine alarak annesini buradan çıkaracaktı.
Bu duygular içinde sabahlamış, erken uyanmıştı. Uzun zamandır kendisini bu kadar rahat ve huzurlu hissetmemişti. Bulunan çarenin yanı sıra İstanbul’dan gelecek misafirinin de mutluluğu vardı içinde. Yalnız geçen günlerin, haftaların ardından derdini paylaşacağı bir dosta, bir yakına çok ihtiyacı vardı. Yengesini ziyaret için İstanbul’den gelen amcaoğlunu karşılamaya giderken kahvaltı yapmayı bile unutmuştu. Randevulaştıkları yere gittiğinde Hamit Bey de yeni gelmiş, otogarda bekliyordu. Birlikte bir börekçide bir iki lokma atıştırırken gelişmelerden Hamit Bey de etraflıca bilgi sahibi olmuştu.
Huzurevine gittiklerinde Zülbiye Hanım yatağında hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Gözleri açık, fakat tavana dikili bakışlar donuktu. Oğlunun ve Hamit Beyin gelişleri kendisini hiç etkilememişti. Belki de farkında bile değildi. Annesini ilk kez böyle görüyordu.
Uzun zaman sonra yeniden gördüğü yengesinin durumu Hamit Beyi de derinden sarsmıştı. Bu kadarını tahmin etmemişti. Soğuğa rağmen -faydası olur ümidiyle- giyindirerek her zamanki parka götürdüler. Metin Bey annesinin yanına oturup başını omuzuna yaşlamış, sessizce ağlıyordu.
O ana kadar ses vermeyen Zülbiye Hanım elinin üzerine düşen damlayı bir süre izledikten sonra kaynağı keşfetmişti. Başını doğrultarak bakışlarını oğluna çevirdi. Titrek parmaklarını çehresine götürüp kirpikte asılı duran damlaları silerken, nihayet ilk kez konuşmuştu... Fısıldarcasına ve anlamlı;
--- Ağlama yavrum
Metin Bey yine gafil avlanmıştı. Gözyaşlarını silecek bir mendili yoktu. Süratle en yakın bakkala giderken Hamit Bey de gördüğü manzaranın etkisiyle sözde farkettirmeden yanağından süzülen gözyaşlarını siliyordu. Metin Bey iki paket mendil ile geri döndüğünde Zülbiye Hanım Hamit Beyin yanında, aynı şekilde hareketsiz oturuyordu.
Sabır sınıra dayanmıştı. Metin Bey, dayısının verdiği güven, Hamit Beyin telkini, tavsiyesi ve desteği ile, o an gözünü karartmış, kararını vermişti. Beklemeye gerek yoktu. Bekleyecek vakit de kalmamıştı... Beklemeyecekti.
Ağabeyine kararını bildirmek için telefonun tuşlarına basarken Zülbiye Hanım için yeni bir hayatın kapısı aralanıyordu.
Bu günden daha rahat...
Daha huzurlu...
Kesinlikle daha güzel.
Annesini bugün ve hemen götürmek istediğini söylediğinde İbrahim Bey hem çok şaşırmış, hem hayli kızgındı;
--- Bu kadar kolay mı?
--- Nereye götüreceksin?
Soruları peş peşe sıralandığında artık Metin Beyin cevabı hazırdı.
--- Bursa’ya... Dayımlara!
Tarifi imkansız mutluluk ve gurur seziliyordu ses tonunda.
Dayısı ve yengesiyle aralarında geçen konuşmayı detaylarıyla anlattığında İbrahim Beyin cevabı sert bir o kadar da yaralayıcıydı;
--- Yoruldum...
Emin ol çok yoruldum.
Anneme bakmaktan değil... Sana laf anlatamamaktan.
Nasıl biliyorsan öyle yap!
"Nasıl biliyorsan öyle yap!"
Beklediği cevap bu olmamasına rağmen şaşırmamıştı Metin Bey.
Kararlıydı. Hiç bir alternatifin mevcut durumdan daha kötü olamayacağına inanmış, hedefe kilitlenmişti. Dayısını aradığında, böyle bir haber beklercesine, ilk çalışında telefonu açmıştı.
--- Hayırdır Metin?
--- Dayıcığım, annemi götürmeye hazırız.
Celal Bey hafriyat işleriyle meşgul, yoğun çalışan biriydi. O gün de şantiyede işinin ve işçilerin başındaydı. Buna rağmen verdiği cevapta en ufak bir tereddüt belirtisi yoktu;
--- Tamam be ya. Birazdan yola çıkarız inşallah.
Nitekim hemen tüm işleri bırakıp, eşini ve kardeşini de alarak, aynen söylediği gibi süratle Ankara’ya yola çıkmışlardı.
Herkes gibi elbetteki Celal Bey de birçok eksiği, kusuru olan bir insandı. Derinlemesine düşünecek bilgi ve birikimi de yoktu... muhtemelen. Lakin eğitim, bilgi ve tecrübenin çaresiz kaldığı bir anda saflığı ve samimiyeti karanlığı aydınlatmış, umudun çırasını yakmıştı. Hakkını teslim etmek gerekirdi.
Bu âni gelişmeler üzerine, o gün akşama kadar kalmayı planlayan Hamit Bey de dönüş biletini almış, Bursa’dan yola çıkanlar Ankara’ya varmadan Metin Beyle vedalaşmış, Ankara’dan mutlu ayrılmıştı.
Metin Bey, yaprağın dahi tesadüfen kıpırdamadığı kâinatta, Hamit Beyin gelişinin de tesadüf olmadığına inanıyordu. Tükendiği bir anda böyle önemli bir kararın alınması Hamit Beyin tavsiye ve manevi desteğiyle olmuştu. Eksik olan cesareti o tamamlamıştı.
Kaderin açtığı yeni sayfada Hamit Beyin iradesinden de önemli bir iz vardı...
...
İbrahim Bey, annesinin vasisi olarak, vazifesi gereği telefonla Muzaffer Beyi aramış, gelişmelerden haberdar etmiş, gerekli işlemleri başlatmıştı.
Metin Bey için uzun zamandır özlemle hayalini kurduğu an gelmişti. Çok gecikmekle beraber artık annesini buradan çıkarabilecekti. "Anacığım, hazırlan... Yalova’ya gidiyoruz" diyebilecek, derken de doğru söylemenin tarifsiz mutluluğunu yaşayacaktı. Zira Bursa’da kalacak olsa dahi arada bir evine gelebilecek, çok sevdiği, uzun zamandır ayrı kaldığı evinin geniş balkonlarında yeniden gezebilecekti.
İbrahim Bey evine götürdüğünden Zülbiye Hanımın giysilerini koyabilecek bir valizi yoktu. Aslında ne götürmeye değecek giysisi ne de değerli özel eşyası vardı. Hem zaten bu acele içinde bavul tedarik edecek vakit de yoktu. Metin Bey gardropta bulduğu kocaman bir poşetin ağzını açarak annesinin önüne koydu. Nihayet özlemini duyduğu o an gelmişti. Dolaptan gelişigüzel aldığı bir kaç parça çamaşırı annesine uzatırken ağzından dökülen kelimeler yürek yarasının aylardır akan kanını dindirir nitelikteydi;
--- Anacığım giysilerini içine koyalım. Az sonra dayımlar gelecek. Artık evimize gideceğiz.
Zülbiye Hanım kendisine uzatılan az sayıdaki giysi ve özel eşyasını poşetin içine atarken Metin Bey dikkatle ve mutluluk içinde annesini izliyordu.
Aldığı ilaçlardan mimikleri kaybolan Zülbiye Hanım muhtemelen ne olduğunun farkında değildi.
Her şey hazır olduğunda Celal Beyin arabası da Ankara’ya varmıştı. Eşi Şahide Hanım ve kız kardeşi Rukiye Hanımla birlikte gelmişti. Zülbiye Hanım aracın ön kısmında Celal Beyin yanındaki koltuğa oturduğunda müdür bey de kapıda gözüktü. Saygı ile Zülbiye Hanımın elini öptü ve iyi yolculuklar temennisinde bulundu.
Araba hareket ettiğinde adres Bursa olsa da istikamet Yalova’ydı.
Çıkabilecek problemlere rağmen uzun zamandan beri ilk kez bu kadar huzurluydu Metin Bey. Zaman ilerledikçe Zülbiye Hanımın yüz ifadesi değişmiş, hatta tebessüm etmeye başlamıştı. Güzel bir şeyler olduğunu hissettiği açıktı. Metin Beyin "Anneciğim mutlu musun?" sorusuna her defasında, "evet" cevabı veriyor, bir yandan da arada bir kendisine uzatılan kuruyemişlerden atıştırıyordu
Beş saat kadar süren bir yolculuğun ardından Bursa’ya Celal Beyin evine varmışlardı. Birlikte asansörle dördüncü kata çıkıp eşyaları dolaplara yerleştirdiler. Uzun zaman sonra ilk kez Zülbiye Hanım bir ev sofrasında yemek yiyecekti.
Metin Bey karanlık gecelerin kâbuslu girdabından çıkmış, tarifi imkânsız bir rüya âleminde, anbean kabaran bir mutluluk denizinde gibiydi. Sevgi içten, ilgi samimi, ortam çok rahat ve güzeldi.
Sabah olduğunda kahvaltı sofrasında herkes hazırdı. Mutluluk içinde güzel bir kahvaltı yapıldıktan sonra Metin Bey Yalova’ya gitmek üzere evdekilerle vedalaştı. Annesinin evini temizleyerek hazır hâle getirecek ve Zülbiye Hanımı Yalova’ya götüreceklerdi. Evinden "bir daha dönmemek üzere" çıkmış olmasını asla kabullenememişti.
...
Bursa’dan dönüşünde Metin Bey vakit geçirmeden işe koyulmuştu. Büyük bir gayretle ve komşuların da yardımı ile bina teras kattan bahçe kapısına kadar yıkanıp temizlenmiş, vakit gece yarısını bulmuştu.
Hayli yorgun olmasına rağmen Metin Bey bir türlü uyuyamıyor, heyecandan gözüne uyku girmiyordu. Uyumaktan vazgeçip balkona çıktı. Etraf tam bir sessizlik içindeydi. Tatlı bir meltem esintisi güzel ve güneşli bir günün habercisiydi. Karanlığı yırtan sokak lambalarına üşüşen sinekleri bir süre izledikten sonra hızlı adımlarla çatıya çıktı. En üst kattan başlayarak binanın tüm lambalarını yaktı. Bina yapıldığı sene oğlunu karşılayacağı gün böyle yapmıştı Lütfü Bey. Anılar gözlerinin önünde canlandı. Son zamanlarda yaşadığı stresli günlerin gönül yorgunluğu ve psikolojisindeki tahribat duygularını yine alt üst etmiş, ruh hâletini derinden etkilemişti. Gözlerinden yine yaşlar süzülüyordu. Annesinin huzurevine götürüldüğü o günden sonra daha bir hassaslaşmıştı. Dokunsalar ağlayacak hâle gelmişti.
...
...
Koca bina ışıklar içinde pırıl pırıl parlıyordu. Muhteşem bir görüntü vardı. Cep telefonunu alarak bahçe kapısından dışarıya çıktı. Değişik açılardan fotoğraflar çekerek bu anlamlı geceyi ölümsüzleştirdi. Geriye döndü, tüm lambaları yeniden kapattı. Uyku iyiden iyiye bastırmıştı. Tam yatmaya hazırlanırken ezan okunmaya başladı. Artık uyumanın anlamı kalmamıştı.
Huşu içinde namazını kıldıktan sonra uzun uzun dua etti. Seccadesini toplayıp mutluluk içinde kahvaltı sofrasını donatmaya başladı. Bir gün önceden her şey düşünülmüş, eksikler giderilmişti. Az sonra gelecek olan yeryüzündeki en değerli varlığı... annesiydi.
Çay demini alırken kapı zili çaldı. Metin Bey koşar adımlarla bahçeye çıkarak kapıyı açtı. Kardeşi Rukiye Hanım ve Celal Beyin kolları arasında Zülbiye Hanım bahçe kapısından içeriye girdi. Hemen arkalarında eşi Şahide Hanım geliyordu. Metin Bey büyük bir mutlulukla evin anahtarını annesine uzattı;
--- Anacığım, buyur, kapını aç içeriye girelim.
Zülbiye Hanımın çehresindeki tebessüm belirgin şekilde heyecana dönüşmüştü. Hissettiği fark ediliyordu. Lakin neyi ne kadar hissettiği bir muammaydı. Bilmek mümkün değildi. Kapıyı açarken Metin Bey de bu mutlu ânı yine ölümsüzleştirmekle meşguldü. Bir kaç fotoğraf çektikten sonra birlikte sofraya oturdular. Bina uzun zaman sonra sımsıcaktı ve huzur veriyordu.
Rüya âleminde mevsim bahardı sanki. Kahvaltının ardından Zülbiye Hanımın koluna girerek birlikte binanın terasına çıktılar.
Geçen zamanın her ânı Metin Bey için çok değerliydi. İsraf etmeden değerlendirmek, özlemini duyup hayalini kurduğu anları doya doya yaşamak istiyordu. Yaşıyordu da.
Dinlenmesi için yatağına yatırıyor, ayaklarına masaj yapıyor, okşayıp öpüyordu. Gözlerindeki pırıltıdan Zülbiye Hanımın da bu mutluluğu hissettiği fark ediliyordu.
Zaman su gibi akıp gitmiş, hava kararmaya yüz tutmuştu. Keşke Metin Beyin bakabilecek imkânı olabilse, yanından ayırmasa, annesi evinde kalabilseydi. Yazık ki, bu illete yakalanan insanlara ancak çok kişiyle ve yardımlaşarak bakmak mümkündü. Bu durumda bile herkesin üstesinden gelebileceği bir iş değildi.
Herkes hazırlanmış, araca binerken Zülbiye Hanımın ağzından belli belirsiz çıkan iki cümle Metin Beyin yüreğini kanatmıştı;
--- Burası güzel... Burası güzel.
Zülbiye Hanımın dudaklarından sessizce dökülen bu iki kelimeyi veda sırasında bir tek Metin Bey duymuştu. Mutlu olduğu bir ortamdan ayrıldığının farkına varmış gibiydi. Lakin yapacak bir şey yoktu. Metin Beyin tek başına üstesinden gelemeyecek olması bir yana, arzu etse dahi, arada bir uğranılan bu bina sağlıklı bir insan için bile uygun değildi. Henüz doğalgaz bağlanmamış dairede, hele de böyle serin ve soğuk gecelerde odaları bir tek sobayla ısıtmak da mümkün değildi. Gündüzleri hava sıcak olsa da, geceleri ayaza çeviriyordu. Hasta olma ihtimali büyüktü.
Metin Bey nihayet otellerde gecelemekten kurtulmuştu. Annesini gezdirebilmek için birinden izin almak zorunda da değildi. Zülbiye Hanım artık özenle hazırlanmış mükellef sofralarda kendisini seven kardeşleri ile bir arada yemek yiyebiliyordu.
İlk günlerde yeni yerini yadırgasa da mutlu görünüyordu Zülbiye Hanım. Geceleri uyuyamadığından, kardeşi Rukiye Hanım da onunla aynı odada kalarak bir nevi bekçilik görevi yapıyordu. İbrahim Beyin telkinlerine rağmen, eklemler için gerekli olan hapın haricinde tüm ilaçlar rafa kaldırılmıştı.
Kaybolan mimikler yerine gelmiş, Zülbiye Hanım kısa cümlelerle konuşmaya başlamış, tebessüm eder olmuştu. Gündüz Şahide Hanım ev işlerinin yanı sıra Zülbiye Hanımla ilgileniyor, akşama doğru birer gün aralıklarla gelen iki kız kardeşi ise vardiya usulü gece yanında yatıyorlardı. Hâl ve hareketlerinden lavabo ihtiyacı geldiğini fark ettiklerinde hemen yardıma koşup geciktirmeden gereğini yapıyorlardı.
Kolay değildi tabi. Buna rağmen kimse hâlinden şikâyet etmiyor, aksine, Rabbin rızasını gözettiklerinden hayırlı ve güzel bir iş yapmanın huzurunu yaşıyorlardı.
Celal Bey her akşam şantiyeden yorgun argın eve dönmesine rağmen, ablası ile şakalaşmakdan geri kalmıyor, espiriler yapıyordu. Kollarını yukarı aşağı seri şekilde hareket ettiriyor, eklemlerine iyi geleceğini düşünüyordu. Samimi ve içten sevgi tüm zorlukları unutturuyordu.
Zülbiye Hanım günden güne açılmış, gülebilir, gülümseyebilir hâle gelmişti. İlaç alımı sonlandıktan ve etkileri azaldıktan sonra Zülbiye Hanımın çehresi değişmişti. Söylenenlerin bir kısmını anladığından şüphe yoktu. Lakin konuşmak istediğinde kelimeler kördüğüm oluyor, ortaya anlamsız cümleler çıkıyordu. Böyle durumlarda Zülbiye Hanım hayli üzgün, biraz da kızgın;
"Ey gidi günler"
diyor... susuyor, başı hafifçe yana düşüyordu.
Aradan bir hafta kadar süre geçtikten sonra önemli ve büyük bir iş başarmanın huzuru içinde Metin Bey yeniden Berlin’e, çocuklarının yanına dönmüştü. Her iki üç günde bir telefon ederek gelişmeler hakkında bilgi alıyordu. Anlatılanlara göre, annesi kısa sürede aldığı kilolarla kendisini toparlamış, yüzüne kan gelmişti. Devam eden ve çözümü zor tek problem kalmıştı. Uykusuzluk!
Uyuma düzeni hayli bozuktu. Gece iyi uyusun diye gündüz uyutmamaya çalışsalar da işe yaramamıştı. Asabiyete sebep olduğunu görünce de bu yöntemde ısrar etmemişlerdi. Mecbur kalmadıkça uyku ilacı da vermek istemiyorlardı.
Zaman süratle akıp gidiyor, hafıza kaybı günden güne daha da ilerliyordu. Geçmişe dair neredeyse tüm anılar silinmiş, yok olmuştu. Hatırlayabildiği iki üç ilahi, bir de oğlunun yazmış olduğu şiirlerden birkaç dizeydi. Metin Bey ne zaman annesinin hafızasını yoklamak istese özellikle bu ilahileri ve şiiri okutturmaya çalışırdı. En son telefon görüşmesinde de yine bunu denemiş, telaffuzu zor şiirinden ezberindeki bir bölümü duraklayarak da olsa hatasız okumasına çok sevinmişti;
"Tükenmez sanıyordum; bittikçe başa sarar
Ne "âh" vardı hesapta...ne "gözyaşı"...ne "zarar"
Oysa şimdi gün akşam, güneş gözüme firar...
Bir an uyuyakaldım...avcumdan uçtu ömrüm
Elde mendil, dilde âh; beyhûde geçti ömrüm."
Zülbiye Hanım Bursa’da iken de Metin Bey iki ayda bir Türkiye’ye gelişini aksatmamıştı. İkinci gidişinin ardından Berlin’e döneli henüz üç hafta olmuştu ki gelen telefonla yüzü asılmış, neşesi kaçmıştı. Şahide Hanım, dizlerindeki ağrılar yüzünden annesine bakmakta zorlanıyordu. Üstelik kardeşlerinin de kronik rahatsızlıklarının artması sebebiyle artık geceleri Zülbiye Hanımın yanında kalamıyorlardı. Alzheimer’li bir hastaya bakımın zorluğunu hayatın pratik dersinde tatbikatlı olarak öğrenmişlerdi. Bakım zorlaştıkça ağrılar artıyor gibiydi.
Şahide Hanımın omuzlarına binen yük gücünün ötesindeydi. Sessiz çığlıklar feryada dönüşmeden bir çare bulunması gerekiyordu. Metin Bey yengesi sözlerini tamamlamadan meramını anlamıştı;
--- Peki, abimle bir konuşayım, bir çaresine bakarız.
Cümle ağzından çıkarken çarenin Kaf Dağı ardında olduğunun farkındaydı. Beklenen cevabı vererek zaman kazanmak gerekiyordu.
Ne yapacağını bilemez haldeydi Metin Bey. Her gün moralsiz bir şekilde kendisini sokağa atıyor, dipsiz düşüncelere dalıyordu. Nihayet ağabeyine danışmaya karar verdi. Telefonda konuyu enine boyuna konuştular. Zülbiye Hanım Ankara’da iken müracaat ettikleri Yalova’daki huzurevine nakil işlemlerini hızlandırmaktan başka bir çare görünmüyordu.
Aradan geçen bir seneye rağmen henüz sıra gelmemişti. Ortaya çıkan bu yeni durum vesilesiyle kurumu aradıklarında Zülbiye Hanımın üçüncü sıraya geldiğini, muhtemelen iki üç ay içinde naklin mümkün olabileceğini öğrendiler. Yapılması gereken bu iki-üç aylık sürede bakımın devamını sağlayabilmekti.
Metin Bey Bursa’ya giderken alabileceği olumsuz bir cevap durumunda ne yapabileceğini düşünüyor, cevap bulamıyordu. İlk olarak teyzesine uğramayı tercih etmişti. Mevcut durumu enine boyuna konuşup, iki, en fazla üç ay daha idare edip edemeyeceklerini sorduğunda aldığı cevap kendisini rahatlatmıştı.
Yengesiyle yaptığı görüşme de olumlu geçmiş, ihtiyaç duydukları zamana şimdilik kavuşmuşlardı.
İki üç ay sonrası için endişe etmelerine gerek kalmadan, iki hafta kadar sonra kurumdan İbrahim Beye gelen telefonla müjdeli haberi almışlardı. Zülbiye Hanımın sırası gelmişti ve işlemler için bekleniyordu.
Metin Bey haberi vermek için Bursa’ya gittiğinde yüzlerde yorgunluk ve biraz da bezginlik hemen belli oluyordu. Celal Beyin çocukları da artık eskisi gibi candan hareket etmez olmuşlardı. Daha önceleri çehreye yayılan samimi tebessümleriyle hal hatır soran Celil bile, kuru bir "Hoşgeldin"in ardından kayıplara karışıyorlardı. Üzücü olsa da Metin Bey bu tavrı yadırgamıyor, anlayışla karşılıyordu. "Endişe etme, biz ömrünün sonuna kadar bakarız" derken, vazifelerinin bu denli zor, teferruatın bu denli yorucu olduğunu tahmin edememişlerdi. Profesyonel yeterlilik gerektiren bu türden hastaların evde bakımının, belli bir aşamadan sonra, sadece bakan için değil, hasta için de dayanılmaz zorlukları vardı. Aynı dertten muzdarip kardeşlerinin evde bakım sırasında yanlışlıkla içtiği çamaşır suyu sebebiyle komaya girerek vefat etmesi akıllarından çıkmıyordu.
Pişmanlık olduğu söylenemezdi belki, ama güçlerinin sınırına geldikleri rahatlıkla seziliyordu.
Nakil için sıranın geldiğini öğrendiklerinde bir rahatlama olsa da, özellikle Şahide Hanım için "Fındığım" diye hitap edip aylarca hizmetini gördüğü Zülbiye Hanımdan ayrılmak hüzün veriyordu. Kardeşi Celal Bey de Metin Bey kadar hassas, duygusal biriydi. Gönlünden geçenler gözlerini zorluyor, kapaklar yükünü zor tutuyordu...
Metin Bey o gece yine orada sabahladı.
Kimse lüzumundan fazla konuşmuyor, konuşamıyordu. Zoraki yapılan kahvaltıda lokmalar zehir, çaylar şekersizdi sanki. "Hicret" devam ediyordu. Koca dünya küçük bir bedene dar gelmiş, müsait ve uygun bir sığınak arar gibiydiler.
Giysiler alel acele bir valizle birkaç torbaya yerleştirildikten sonra Metin Bey annesinin yanına yanaşarak önünde dizlerinin önüne çöktü. Ellerini avuçlarının arasına alarak hazırlığın sebebini izah etmeye çalıştı.
Gerçeği kırparak... Gizleyerek;
--- Anacığım, Yalova’ya... evimize gidiyoruz.
Gerisini getiremedi. Ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu. Pardesüsü giydirilerek asansörle aşağıya indirildi. Celal Bey direksiyonun başına geçmiş başı öne eğilmişti. Az sonra Metin Bey, annesi ve Rukiye Hanım da arabada yerlerini almışlar, lakin Şahide Hanımın yüreği birlikte gelmeye elvermemişti. Vedalaştılar.
Araba hareket ettiğinde Zülbiye Hanım anbean yıllarca özlemini çektiği Yalova’ya yaklaşmaktaydı. Yazık ki artık bu sihirli kelime anlamını yitirmiş, özlem ve anılar tümden silinmiş görünüyordu.
İbrahim Bey Ankara’dan Çınarcık’daki huzurevine gelmiş, gerekli işlemleri halletmekle meşguldü. Bir yandan da annesinin getirilmesini bekliyordu. Oysa Metin Beyin arzusu bu vesileyle bir kerecik daha annesini evine götürmek, ikramda bulunmaktı. Kurumda öğlen paydosu sebebiyle ziyaret saatlerinin 13:30 da başlamasını da fırsat bilerek direksiyonu Eski Termal Yolu’na kırdılar. Çınar ağaçları arasından geçerek evin önünde durdular.
Komşunun yeni köpeği Zümrüt mutluluktan kuyruğunu sağa sola sallayarak Metin Beyin ayağını dibinde bitmişti. Ardından Fatma Hanım da komşusunun geldiğini görünce bahçe işini öylece bırakıp hızlı adımlarla karşılamaya gelmişti. Zülbiye Hanım dizleri az bükülmüş, kardeşlerinin kolları arasında arabadan eve doğru ilerlerken Fatma Hanım şaşkınlık içindeydi. Üzüntüsünü tarif etmek imkânsızdı. Zülbiye Hanım, yıllarca nice mutlu günlerini paylaştığı komşusuyla göz göze gelmiş, tanımamıştı.
Fatma Hanım bir Zülbiye Hanıma bir de Metin Beye bakıyordu. Gözleri dolmuştu. Belli ki bu kadarını beklemiyordu. Misafirler eve girerken Fatma Hanım da üzgün ve hayalkırıklığına uğramış şekilde bahçesine, işinin başına dönüyordu.
Misafirlere balkonda yer gösterip annesini de baş köşeye oturttuktan sonra süratle mutfağa koştu Metin Bey. Bu sıcak havada karpuz iyi giderdi. Dolaptan koca bir karpuz çıkarıp dilimledikten sonra yanına yiyecek başka şeyler de ilave ederek masayı güzelce hazırladı. Zülbiye Hanım yine huzurlu ve neşeli görünüyordu.
Öğlen namazları kılındıktan sonra artık huzurevine gitme vakti gelmişti. Biraz daha gecikseler işlemler bir gün sonraya sarkabilirdi.
Kışlık giysilerin bir kısmı evde bırakılarak, birlikte yirmi beş dakikalık mesafedeki huzurevine vardıklarında ikindi ezanı okunuyordu. Girişte kimlik gösterip içeri girdiler. İbrahim Bey de onlara doğru geliyordu. Annesine sarılıp yanaklarından öptükten sonra koluna girerek birlikte birinci kattaki odasına doğru ilerlediler.
Bu huzurevi inşa edileli henüz iki yıl olmuştu. Geniş bir arazi üzerine kurulu, etrafı açık ve yemyeşil ormanlıktı. Uzaktan deniz, ötesinde de açık havalarda İstanbul kıyıları görülebiliyordu. Her yer pırıl pırıl, temiz ve bakımlıydı. Yemekler her gün farklı ve lezzetliydi. Hatta her gün saat 15:00’te ara öğün bile vardı. Ankara’daki huzurevi ile kıyaslanamayacak nitelikte rahat, konforlu, güzel ve farklıydı. Personel güler yüzlü ve gayretliydi. Binanın ikinci katı kendi ihtiyaçlarını karşılayabilen, nisbeten iyi durumda olan yaşlı hanımlar için, üçüncü katı ise yaşlı erkekler için tahsis edilmişti. Bina dışında çiçekler arasındaki kamelyalarda ve geniş salıncaklarda dinlenme, görüşme imkânı mevcuttu. Arzu edenler için her daim sessiz ve sakin yerler vardı.
Metin Bey Celal Beyle kurumun mescidinde ikindiyi eda ederken Rukiye Hanım ile İbrahim Bey Zülbiye Hanımın eşyalarını gardroba yerleştirmekle meşguldü. Oda ferah ve geniş pencereliydi. Her odanın içinde banyosu ve istisnasız bir de balkonu vardı.
Fazla eşya olmadığından dolaba yerleştirme işi çabuk tamamlanmış, hep birlikte kamelyaya geçmişlerdi. Yanlarında getirdikleri meyve, kuruyemiş ve diğer yiyecekleri afiyetle yedikten sonra Zülbiye Hanım odasına çıkarıldı. Getirildiği yerin yine hastane, sebebin de diz ağrıları olduğu söylendiğinden fazla tedirgin değildi. Zaten çok şeyin farkında da değildi. Bu farkındalık konusu aslında sürekli değişkenlik gösteriyordu. Hiç beklenmedik anlarda Zülbiye Hanımın ağzından dökülen bir iki anlamlı cümle, bir kaç kelime büyük şaşkınlığa sebep olabiliyordu.
Bakıcılarla dikkat edilmesi gereken bazı hususlar etraflıca konuşulduktan sonra Zülbiye Hanımı önce Allah’a sonra da sorumlulara emanet ederek ayrıldılar. Celal Bey kız kardeşi Rukiye Hanımla Bursa’ya hareket ederken Metin Bey de ağabeyi ile baba ocağına, evlerine döndüler.
Metin Bey ve ağabeyi annelerinin yeni yerleştiği bu huzurevini ve ortamı garipseyebileceğini dikkate alarak her gün ziyaretine gidiyorlardı. Birlikte bir çanta ayarlamışlar, mevsimlik meyve, biraz kuruyemiş, meyve tabağı, bıçak, mendil ve bir şişe su götürüyorlar, saatlerce birlikte kalarak alışmasına, gariplik çekmemesine yardımcı oluyorlardı. Aynı katta bulunan Dr. Kader Hanım ve bir alt kattaki Müdür Mehmet Bey ile tekrar tekrar görüşerek, özellikle ilaçlar konusu bir neticeye bağlanmıştı.
Annelerinin Türkiye’nin en güzel Yaşlı Bakım ve Huzurevi’lerinden birine yerleştirilmiş olması ve personelin güven telkin eden liyakatli kişilerden oluşması Metin Beyi oldukça rahatlatmıştı. Mevcut şartlar altında olabilecek en iyi çare bulunmuş görünüyordu. Kurumun bünyesinde sürekli doktor bulunması, fizik tedavi imkânı, eve yakınlığı, ziyaret ortamı mutluluk veren en önemli hususlardı.
“Allah kimseyi huzurevine düşürmesin, düşmek mukadderse de böyle bir yer olsun”
düşüncesindeydi...
İbrahim Bey, annesinin nakil durumu nedeniyle uzun zamandır aksattığı tedaviyi bir an önce devam etirmesi, Ankara’ya dönmesi gerekiyordu. Kuruma giderlerken valizi de yanındaydı. Zaman yine su gibi akmış, bineceği otobüsün hareket saati yaklaşmıştı. İçine doğmuş, hissetmiş gibi Zülbiye Hanımın bugün oldukça mahzun bir hâli vardı. Ayrılık vakti geldiğinde, İbrahim Beyin kolları annesinin zayıf omuzlarına dolanırken, yüreğinin sızısı yanağından süzülüyordu. Teselli namına tek şey, çehrelerinde eksik olmayan tebessümle her fırsatta;
"Endişe etmeyin, Zülbiye teyze bize emanetiniz, en iyi şekilde bakılıyor"
diyen bakım elemanlarının samimiyetiydi.
Trafik yoğunluğu sebebiyle, otogara vardıklarında otobüs de kalkmak üzereydi. İbrahim Bey valizini yerleştirirken Metin Bey aniden ortadan kaybolmuş, tam otobüs hareket edeceği sırada son anda yetişmişti. Ağabeyine uzattığı poşetten, yolda atıştırmalık birşeyler aldığı anlaşılıyordu. Kapılar kapanmadan hareket eden araç inme vaktinin geldiğini işaret ediyordu.
Otobüs köprü altından süzülüp gözden kaybolurken Metin Bey de yönünü sahile doğru çevirmişti. Yosun kokusunu içine çekmeyeli hayli zaman olmuştu. Koca bir kayanın kenarına oturup bir süre dalga sesleri arasında martıları seyretti.
Az öteden gelen sesler dalgınlığını bozmuş, düşüncelerini dağıtmıştı. Başını yana çevirdiğinde, yirmi adım ötede hırpanı kılıklı iki çocuğun tartıştığını farketti. Yerde oturan çelimsiz çocuğun ayağında çorap dahi yoktu. Metin Bey yanlarına yaklaştığında tartışma da sona ermişti.
Konuşmalarından, son zamanlarda sayıları hayli artan mültecilerden oldukları anlaşılıyordu. Yerde oturan çocuğa doğru eğildi;
--- Merhaba genç. Adın ne senin?
--- Hasan.
--- Nerelisin sen?
--- ???
Bu kez hemen cevap vermemiş, bakışları öne eğilmişti Hasan’ın. Cevap vermekte tereddüt eden bir hâli vardı. Son zamanlarda artan yabancı düşmanlığından sonra sükûtunda yadırganacak bir şey de yoktu aslında. Soran kişinin çehresi güven telkin etmiş olsa gerek ki, başını öne eğerken bu kez cevap vermeyi tercih etmişti. Fısıldarcasına;
--- Suriye’liyim amca.
--- Hasan ben çok acıktım. Sen de acıktıysan, birlikte lokantaya gidip bir şeyler yiyelim, ne dersin.
--- Yok amca... İstemem.
Gözleri az önce tartıştığı arkadaşının üzerindeydi. Hava soğuk olmasa da, çocuğun çorapsız, ayakkabısız hâli Metin Beyi çok üzmüştü. Bir istisnadan bir şey olmaz diye düşündü. Elini cebine atıp çıkardığı kağıt parayı çocuğa uzattı;
--- Yok amca... İstemem.
Şaşırmıştı Metin Bey. Ne yemek, ne de para... Yardım kabul etmiyordu Hasan. Yapacak bir şey yoktu. Tam dönüp gidecekken arkadaşı ileri atıldı;
--- Bana ver amca! Ben de açım.
Metin Bey elinde tuttuğu parayı tam çocuğa uzatacakken Hasan oturduğu yerden müdahele etti.
--- Verme amca. Yalan söylüyor.
Metin Bey Bir Hasan’a bir de arkadaşına bakıyordu. Doğru söylediğine inanmıştı. Parayı cebine koyup az ilerlemişti ki ardından gelen ses üzerine dönüp baktığında ayaktaki uzun boylu, etine dolgun çocuğun Hasan’ı sert bir ifade tonuyla azarladığını, tehdit ettiğini gördü. "Çekip gitsem bu çocuk Hasan’a rahat vermeyecek" diye endişe ederken umulmadık bir şey olmuştu. Hasan oturduğu yerden az diklenince kendinden iri olan o çocuk kaçmıştı.
Metin Bey yeniden Hasan’ın yanına yaklaştı. Tekrar denemek, bu çocuğa yardım etmek istiyordu. Israrlar netice vermiş, Hasan birlikte yemeği kabul etmişti. Metin Beyi arada bir yemek yediği tanıdığı bir lokantaya yönlendirdi. Burası, sahibinin bir köşede gecelemesine müsade ettiği bir lokantaydı. Tek tük müşterinin olduğu bu saatte uzak bir köşedeki masaya oturduklarında garson da yanlarında bitivermişti. Hasan’a kalsa bir kâse çorba yeterli gelecekti. Lokma araları Hasan’ın hüzünlü hikâyesine ayrılmıştı. Anne ve babasını savaşta kaybedip yedi sene önce Türkiye’ye sığınmış bu çocuğun anlattıklarından etkilenmemek mümkün değildi. Buna rağmen farklı yardım tekliflerini de kabul ettirememişti. Lokantadan çıkarlarken Metin Beyin gözleri önden giden Hasan’ın çıplak ayaklarındaydı. Elini omzuna koyarken şansını son bir kez denedi;
--- Müsade et de, hiç olmazsa bir çift ayakkabı alalım sana Hasan!
--- Yok amca... Zaten uyurken ayağımdan alırlar... Gerek yok.
İkna çababaları uzun sürse de nihayet sonuç vermiş, Hasan ayakkabı alınmasını da kabul etmişti. Yeni ayakkabılarıyla kalabalık arasında gözden kaybolurken, Metin Bey de evin yolunu tutmuştu.
Minibüsten Hıyaban Yolunun başında inmiş, huzur veren sükutun hazzı içinde ilerlerken bir hırıltı ile düşünceleri dağılmıştı. Biraz da korku ile sesin geldiği yöne döndüğünde on adım kadar arkasında kocaman bir köpek saldırı pozisyonunda diş gösteriyor, hırlamaya devam ediyordu. Ürpermişti. Ani bir hareketle kaldırım kenarında gözüne ilişen taşlara uzanırken köpek havlayarak karanlığa karışmıştı. Ağız ve kuyruğundaki kan ve kasığındaki yara izleri Metin Beyin dikkatini çekmişti. "Son günlerde getirilip gizlice mahalleye bırakılan köpeklerden biridir muhtemelen" diye düşünmüştü. Yol boyunca gördüğü dört yabancı köpek ihtiyatlı olmayı gerektiriyordu.
Eve yaklaştığında bu gecenin sakin sıradan bir gece olmayacağını sezmişti Metin Bey. Karşı komşunun köpeği Zümrüt dışarıda kalmış, bitişiğindeki inşaatın merdiven altına sığınmıştı. Sınır ihlallerinin olduğu, ihtilafların yaşandığı bu mahallenin yeni sakinleri Zümrüt’ün başına bela olabilirlerdi.
Metin Beyin geldiğini fark edince ağır adımlarla aksayarak yanına gelse de, aradığını bulamayınca ait olduğu evin bahçe kapısının önüne uzanmıştı. Aç olduğu fark ediliyordu. Metin Beyin Zümrüt’ü doyurmadan uyuyamayacağı anlaşılmıştı. Nitekim az sonra balkonda görününce Zümrüt sevinç içinde kuyruğunu sallayarak atılacak kemikleri toplamaya çoktan hazırdı. Metin Bey komşusunun rahatsız olma ihtimalini dikkate alarak, aşağıya inmek yerine, kendisi için hazırladığı yemekten bir parça tavuk budunu bu kez balkondan atmayı yeğlemişti.
Çayını yudumlarken koca binada yine tek başınaydı Metin Bey. Burada geçen her gün yalnızlığın ne demek olduğunu daha iyi anlıyordu. Eşinin vefatından sonra Zülbiye Hanım bu yuvasında yaklaşık on sekiz sene yalnız yaşamıştı. Dile kolay; tam on sekiz koca sene!
Dışarıdan gelen dalaşma sesleri Metin Beyin yanılmadığını gösteriyordu. Köpeklerin sayıları günden güne artınca mahallede sınır kavgaları olması kaçınılmazdı. Havlama ve hırlamaların yoğunluk kazanmasında yadırganacak bir durum yoktu yani.
Yoğun ve yorucu geçen son günlere rağmen nedense bu gece uykusu gelmemişti Metin Beyin. Bir süre sonra balkona geçerek mehtapla aydınlanan gökyüzünün ışıltısında bir süre yıldızları izledi. Havlama sesleri tamamen kesilmiş, her gün bu vakitlerde cıvıldayan kuşlar, yerini az ötedeki derede sahne alan kurbağaların müzik korosuna bırakmıştı.
Odaya geri döndü. Cep telefonundan yapılan paylaşımlara bakarken gözü bir videoya takılmıştı. Görüntüler mülteci kamplarında yaşayan Suriyeli yetim çocuklarla yapılan bir söyleşinin videosuna aitti.
"Babana bir mesaj vermek istesen, ne söylerdin?"
sorusunun cevabı aranıyordu. Derme çatma bir barakanın önünde, çamurlar içindeki beş altı yaşındaki minik bir kız kendisine uzatılan mikrofona tam cevap vermeye hazırlanırken, başı hüzünle önüne eğilmiş, tatlı çehresini süsleyen simsiyah gözleri buğulanmış, dudakları acıyla bükülmüştü. Kilitlemişti dudaklarını... Kirpiklerini zorlayan acı suyu salmamak için kendini zorluyor, gözyaşlarına direniyordu adeta. Sadece mahzun değil, mahcuptu da aynı zamanda. Utanması gereken utanmazların yerine utanır gibiydi. Keşke mümkün olabilseydi... Duyabilseydi keşke...
Uzatılan mikrofon hâlâ cevap bekliyordu.
Zor da olsa kaldırdı başını. Cevap verecekti... Olmadı! İlk deneme başarısız olmuş, hüznün ağırlığı boynunu yeniden yana eğmişti. Uzun bir aradan sonra ancak üçüncü denemede özlemini heceleyebilmişti;
--- Babama çok sevdiğimi, çok özlediğimi, gelip bizi bu kamptan almasını, evimize götürmesini söylerdim.
Son kelimeler boğazında düğümlenmiş, gözyaşlarını saklayacak gücü kalmamıştı artık. Hıçkırıklara boğulduğunda yapabildiği tek şey, sağ elinin tersiyle yanaklarından süzülen selin yönünü değiştirmekti.
Diğer yetimlerin hâl ve tavırları, bakışları, ifadeleri de farklı değildi.
Cevabını bakışlarıyla verenler de vardı elbette. Bakışlar... Sitem dolu... Öfkeli!
Acının, elemin ırkı yoktu. Lisanı, lehçesi aynıydı, evrenseldi.
Tekrar tekrar izlediği bu video çok etkilemişti Metin Beyi. Minik bedenlerin hassas yüreklerindeki koca yüklerden çok etkilenmiş, çok üzülmüştü. Ağlıyordu...
Sözde erkekler ağlamazmış! Ne kadar da saçma bir söz.
Ağlamak da bir nimetti. Şefkatin, vicdanın tezahürüydü gözyaşı. Bazen mutluluğun, bazen de acının. Şimdiki gibi yani!
Gece yarısı uykusu iyice kaçmış, içinde fırtınalar kopuyordu. Bu acı ancak paylaşılarak azalabilecek türden bir acıydı. Paylaşmalıydı, ama kiminle? Kimsecikler yoktu ki yanında... Kaleminden başka! Kadim dostu mürekkebi salarken, gözyaşı da şahidiydi acının!
Bir... iki... üç derken, kalem hızını alamamış, ilham ayrılamamış, kâğıda damlayan dizeler sabah ezanı okunurken tam on beş kıtalık bir ağıda dönüşmüştü. "Söz!" diyordu Metin Bey;
SÖZ ÇOCUK!
Biliyorum kırgınsın, kızmanın sebebi var
Zaten bakışlarında ayan olmuş giz çocuk
Belli ki mümkün değil kırık kalbini imar
En ağır sitemleri sıra sıra diz çocuk.
Bu nasıl kıştı böyle her kar’ı kahra şölen
O ne bakıştı öyle değdiği yeri delen
Ey alevi yükselen boynu bükük kardelen!
Siteme ne yüklesen, ne desen caiz çocuk
Sen ki herkesten daha muhtaçken ihtimama
Yüreğinde onca yük sayısız kanlı yama
Dünya nice zulümler, kıyımlar gördü ama
Bu asrın mezalimi tarihte eşsiz çocuk
Daha yeni gelmişken şu hayat mektebine
Bizdik bin derdi koyan düşlerinin cebine
Zor sorular ardından girip yerin dibine
Utanması gereken sen değilsin; biz çocuk!
Yazık ki haz umarken umudun ocağına
Bir tuhaf demde doğdun dünyanın kucağına
Yanağından süzülen lavların sıcağına
Mendil olurdum amma, her teselli az çocuk
Sevgiyle yaklaşırken yamacına, yanına
Yakışmadı ağlatmak bu asırın şanına
Neşenin gömüldüğü o çukurun yanına
İnsanız diyenlere dipsiz kuyu kaz çocuk
Biz ki her gün es geçip mücadele kısmını
Kader koyduk zulümün, haksızlığın ismini
Keskin bir bıçak ile öksüzlüğün resmini
Canımızı yakarak kalbimize çiz çocuk
Şakiliğe şahitken nice yetimhaneler
Sığınak oldu bize arsızca bahaneler
Talan, zulüm, cinayet... Ve Cennet? Daha neler!
İnsan bu! İnsaf yoksa hayli edepsiz! Çocuk.
Şikâyet dilekçene Filistin ile başla
Ne Arakan’ı unut ne İdlib’i telaşla
Koy hedef tahtasına vicdanımızı taşla
Akıl olmayan başla yaşanmaz aziz, çocuk
Şayet dinerse bir gün içindeki fırtına
Yükle günahımızı bir tartının sırtına
Kaldıysa onurumuz al ayaklar altına
Yalvarsak da acıma! İnsaf etme; ez çocuk!
Hayasızca bozarak ahkâmını ayetin
Din ettik sebebini her türlü cinayetin
Başım gözüm üstüne sitemin, şikâyetin
Dâr kurmaksa niyetin, hakkındır infaz çocuk.
Hani, insafa gelip affettim desen de sen
Silinmesi zor leke zulme dair her desen
Rüzgâr demek ne mümkün; kasırgaydı sert esen
Yıkılan onurumuz; kalkmaz bu enkaz çocuk
Ahsen-i takvim üzre bezese de Yaradan
Bizdik her çağ açtıkça öncekini aratan
Tarihin dimağına bir mızrak gibi batan
Aynamızda sırıtan tükrülecek yüz çocuk
Sanma ki geçen her an ızdırabımı gemler
Bağrına düşen korsa kalemim acı demler
Ağıdını yazmayı unutsa da kalemler
Hatırlatmak farz bana; yemin sana! Söz çocuk!
Utanması gereken sen değilsin; biz çocuk!
Utanması gereken bizdik!
Sen, ben, biz! Hatırlatmalıydı bunu! Her zaman... Her fırsatta!
…
Saba makamında semaya yükselen sadasıyla, minarelerden okunan ezan ölüm denen yalın gerçeği, namazın uykudan hayırlı olduğunu hatırlatıyordu.
“ESSELATU HAYRUN MİNEN NEVM”
Oysa Metin Bey bu gece hiç uyumamıştı ki...
Evde yalnız kahvaltı etmektense, bu günlük Yalova’ya inip bir çorba içmeye karar vermişti. Minibüs durağına doğru giderken, yüz adım kadar ötede yol kenarında bir köpek ölüsünü farketti. Yaklaştıkça endişesi büyümüş, tahmininde yanılmamıştı. Her tarafı kan ve yara içinde görünse de, bunun Zümrüt olduğunu anlamıştı. Şaşkınlık ve büyük üzüntü ile Zümrüt’e bakarken yolun başında da çöp arabası belirmişti. Tam da bu esnada, yeni geldiği anlaşılan Fatma Hanım yanında getirdiği yiyecekleri vermek için, kapı önüne çıkmış, etrafına bakınarak sesleniyordu;
--- Zümrüüüt... Zümrüüüt!
Metin Bey, bir yandan yaklaşmakta olan çöp arabasına bakıyor, bir yandan da Fatma Hanıma haber verip vermemeyi düşünüyordu. Bu, Fatma Hanım’ın öldürülen dördüncü köpeğiydi. Her ölümde canı yanmış, yıkılmıştı. "Belki son bir kez görmek ister" düşüncesiyle Fatma Hanıma seslendi;
--- Fatma Hanııım... Fatma Hanım!
Fatma Hanım sesin geldiği yöne döndüğünde Metin Beyin işaret parmağı acının merkezini gösteriyordu.
--- Zümrüt...
Burada!
"Öldü" demeye dili varmamıştı Metin Beyin.
Fatma Hanım uzaktan Metin Beyin işaret ettiği noktaya bakarken, bir kaç adım kadar ilerlemiş, hâlinden hoş bir haber alamayacağını anlamış, aklından geçeni dilinden gizleyerek sormayı tercih etmişti;
--- Yaralanmış mı?
--- Hayır... Ölmüş.
Dudaklarının arasından sessizce taşan hüzün, cevabı duymasa da Fatma Hanıma ulaşmıştı. Anlamıştı Zümrüt’ün öldüğünü. Yıkılmıştı yine...
Ağlayarak koşar adımlarla bahçe kapısından içereye girip gözden kayboldu. Zümrüt’ünün ölüsünü görmeye yüreği el vermemişti.
Bu arada çöp arabasından inen iki kişi Zümrüt’ü bacaklarından tutarak arka bölümden içeriye fırlatmışlardı.
İnşaatın gece bekçiliğini yapan Hüseyin Bey de sesleri duyunca kulübesinden çıkmış, Metin Beyin yanına gelmişti;
--- Selamınaleyküm Metin Bey!
--- Aleykümselam Hüseyin Bey. Zümrüt nasıl öldü biliyor musunuz?
Hüseyin Bey olayı baştan sona görmüştü. Anlatırken o anları yeniden yaşıyormuşcasına heyecanlıydı;
--- Dalaşma sesi duydum. Hemen dışarıya fırladım. Bir de baktım ki sokağa bırakılan o iri köpeklerden ikisi Zümrütü altlarına almış, parçalıyorlar. İnşaatın demir çubuklarından birini kaptım hemen. O kadar sert vurmama rağmen zor ayırdım. Geç kalmıştım. Yaraları ağırdı. Can havliyle kaçtı... gitti.
Demek ki sonra sürüne sürüne buraya kadar gelmiş... Burada ölmüş.
Sabah sabah gördüğü bu hüzünlü manzara Metin Beyi çok etkilemişti. "Son yemeği elimden oldu garibimin" diye düşünerek ilerlerken yanında yavaşlayan bir otomobil az ötesinde durmuştu. Yaklaşıp, içine doğru bakınca genç bir delikanlının mütebessim çehresiyle karşılaştı;
--- Abi, Yalova’ya gideceksen götüreyim.
Bu teklif yürümekten haz alan Metin Beyin çok hoşuna gitmişti. Günümüzde böylesi güzel hareketlerle ne yazık ki artık pek karşılaşılmıyordu.
Adının Mehmet olduğunu öğrendiği otuzlu yaşlardaki bu gencin tavrı içten ve samimiydi. Sohbet dem aldıkça, kendi yöresine yakın toprağın insanı olduğunu öğrenmişti. Bir AVM’nin park ve güvenlik işlerinde asgari ücretle çalışıp geçimini sağlıyordu. Nisa Nur ve yeni doğmuş Elif Nur isminde dünyalar güzeli iki tatlı kızıyla birlikte yaşam savaşında yıkılmamanın mücadelesini veriyordu. Oturdukları evin sadece kirası bile maaşının üçte birini alıp götürüyordu.
Hayatının her safhasında yaşam mücadelesinin tüm zorluklarını yaşamış olan Metin Bey kısa yol boyunca dinlediklerinden etkilenmişti. Yaşadığı sayısız hayal kırıklıklarına sebep olsa da, öğrendiği hiç bir probleme kayıtsız kalamıyordu. Lakin yaptığı iyiliklerin takdir edilmesini beklemek gibi bir zaafı vardı. Zamanla bu yanlışını fark ettiğinde tanıdık listesinde nankör olmayan çok az kişi kalmıştı. Yaşadığı acı tecrübelere rağmen, az da olsa, elinden gelen bir yardımı ihtiyaç belirten hiç kimseden esirgemiyor, bundan büyük mutluluk duyuyordu. Güzel davranışların teşvik edilmesi, ödüllendirilmesi gerektiğine inandığından Mehmet Beyin bu jestine de karşılık vermek istiyordu.
Doğru olduğuna inandığı düşünce ve fikirlerini hayata geçirmede çok aceleci olmanın az zorluğunu çekmemişti. Bu kez de -tek başına karar verme yetkisi olmamasına rağmen- “bir şekilde hallederim" düşüncesiyle aklına gelen dahiyane(!) düşüncesini hemen ifşa etmişti;
--- Mehmet! Sana bir teklifim var. Asgari ücretle geçinirken bu kadar kira ödemek insanı yorar. Arzu ederseniz, bizim binada giriş kata taşınabilirsiniz. Kira ödemenize gerek yok. Yapmanız gereken temiz tutup, bahçeyi tanzim etmek. Madem ki tesisatçısın, binada çıkabilecek aksaklıkları giderir, gereken tamirleri de yaparsın. Ne dersin? Bir düşün istersen. İstişare ettikten sonra neticeyi bildirirsin. Şayet teklifimi kabul edecek olursanız, ağabeyimle de görüşür, kesin karara varırız.
Güzelden öte, mükemmel bir teklifti. Mehmet Bey de bunun farkındaydı. Yine de ev taşımak, taşınmak eşlerin istişare ederek birlikte vermesi gereken bir karardı.
--- Tamam Abi, ben hanımla bir konuşayım, haber veririm.
Yalova’ya varmışlardı. Telefon numarasını vererek, tekrar görüşmek üzere vedalaştılar.
Akşam minibüsle eve dönerken Mehmet Bey aramış, müsaitse, ailece daireyi görmek istediklerini belirtmişti.
Ertesi gün geldiklerinde ufak çocukları da yanlarındaydı. Gezip gördükleri daireyi beğenmişler, bir aksilik olmazsa ve mümkünse iki ay kadar sonra havalar ısındığında taşınmak istiyorlardı. Metin Bey, her ihtimale karşı, annelerinin vasisi olarak sorumluluk ve yetkinin ağabeyinde olduğunu, son kararı onun vereceğini bir kez daha belirtmeyi ihmal etmemişti.
Birlikte bahçeyi de gezip misafirlerini uğurlarken merhum babasının kadim dostu da yine yürüyüşe çıkmış görünüyordu. Bu muhterem zat Hayrettin Hocadan başkası değildi. Dört yüz metre kadar ötede ikamet ediyor, havaların sıcak olduğu aylarda mütevazı villasından çıkarak uzun yürüyüşler yapıyordu. Yaşını göstermeyen zindelikte, samimi ve güleryüzlüydü. Lütfü Beyin evden bağımsız inşa ettiği misafirhanesinde ağırlamakla onur duyduğu değerli dostlarındandı. Özenle hazırlanan lahmacunları aynı sofrada komşuları ile bölüşürken ne kadar da mutluydu Lütfü Bey.
Her gün seri adımlarla evin önünden geçen Hayrettin Hoca, bu kez selamın ardından soluklanmış, kısa bir sohbet molası vermişti. Mahallenin başıboş köpeklerinden birinin hışmına uğrama ihtimaline karşı gezerken elinden düşürmediği sopasını göstererek;
"Veysel Karani’nin asası vardı, benim de asam işte bu."
dedi gülümseyerek. Metin Bey uzun zamandır düşünüp de dile getiremediği ricasını söyleme fırsatı yakalamıştı;
--- Hocam; rahmetli dedemden babama, ondan da bize kalmış çok sayıda kitap var. Tarihleri oldukça eski, harfleri arapça. Fırsat bulursanız, zahmet olmazsa bunları gözden geçirebilir misiniz?
Metin Bey ricada bulunurken, koca ömrünü ilim tahsili yapmakla geçirmiş, fikirleri ile İslam coğrafyasında ses getiren, gündem olan, müslümanları irşada gayret eden bir âlimin kıymetli vaktini ehemmiyetsiz bir iş için almaktan endişe ediyordu. Bu endişesini bir cümle ile vurgulama gereği duymuştu;
--- Vaktiniz müsait olursa tabi Hocam.
Hayrettin Hoca hiç tereddüt etmeden;
--- Tabi... Olabilir.
Yarın bu vakitlerde gelsem olur mu?
Metin Bey çok sevinmiş, bir o kadar da şaşırmıştı. Kimileri için sıradan görünse de, yerine getirilmesi imkân dahilindeki nice ricaların usturuplu bahanelerle geri çevrildiği günümüzde, yoğun işlerine rağmen hiç tereddüt etmeden verilen bu müsbet cevabın değeri Metin Bey için çok büyük ve anlamlıydı.
--- Tabi Hocam... memnuniyetle.
Hayrettin Hoca asasının ardında yürüyüşe devam ederken, Metin Bey ani gelişen bu durumun mutluğununu yaşıyordu. Günlük programını değiştirmiş, çok geçmeden alışveriş için Yalova’ya inmişti. Misafiri için hazırlık yapması gerekiyordu.
Alışverişin ardından eve dönerken akşam olmuş, hava kararmıştı. Yol kenarında yere uzanmış sokak köpeğini görünce poşetlerde yine önemli bir eksiğin olduğunu farketti. Kapısının önünü mesken tutan dostu muhtemelen yine karşılamaya gelecek ve yine eli boş dönecekti. Kasaptan kemik almayı yine unutmuştu Metin Bey.
Az daha ilerleyince yanılmadığını anlamıştı. Karanlığın çökmesine rağmen, uzaktan Metin Beyi tanımış, hızla kendisine doğru geliyordu. Boş çevirmek olmazdı. Bu günlük de taze ekmekle durumu idare etmeye çalışmış, kestiği koca bir parçayı önüne bırakmıştı...
Ertesi gün Hayrettin Hoca vaktinden beş dakika da önce gelmişti. Metin Bey kendisini kapıda karşılayarak, daire içinden birlikte geniş balkona geçtiler. Önceden teras katındaki dolaptan kitaplar aşağıya indirilerek, balkondaki masanın üzerine yığılmıştı. Değişik kalınlıkta, çoğu bin sekiz yüzlü yıllara ait onlarca kitap vardı. Diğer masaya ise şimdilik çay ve atıştırmalıklar koyulmuştu.
Bu günlük uzun uzadıya sohbete vakit yoktu. Hayrettin Hoca demli çayından ilk yudumu alırken incelemeye başlamıştı bile. Arapçaya son derece hakim olan Hocanın arap harfleri ile yazılmış eserlerin niteliklerini tesbit etmesi oldukça kolaydı. Çoğu kez kitapların başlıklarından, yıprananların ise ilk sayfalarından isimleri, müellifleri ve tarihlerini çabucak buluyor, Metin Beye not aldırıyordu. Bu arada ilgisini çeken kitapları incelediği de oluyor;
"Çok değerli kitaplar bunlar Metin."
diyordu. On kadar kitabın incelemesi kalmıştı ki, gelen telefon hazırlanan yemeğe vakit olmadığını gösteriyordu. Bozulan çamaşır makinasını tamir için gelen usta hocayı bekliyordu.
Hoca Metin Beye dönerek;
--- Bu günlük bu kadar olsun. Kalanlar için de başka bir gün gelirim inşallah.
Metin Bey incelemenin eksik kalmasına değil, hazırladığı yemeklerden ikram edemeyişine üzülüyordu. Değerli bir âlimi misafir etmenin mutluluğu içinde kapıya kadar refakat ederek uğurladı.
...
Hayat şartları Mehmet Beyi havaların iyice ısınmasını beklemeden taşınmaya zorlamış, ağabeyinin kararını bekliyordu. İbrahim Bey, bina içinde gerekebilecek muhtemel masraflar için kullanılmak amacıyla cüzi de olsa bir kira alınması düşüncesindeydi. İstenen kira önemsiz miktarda olunca Mehmet Bey de hiç düşünmeden kabul etmişti. Komşudan aldığı anahtarla dairesine taşındıklarında Metin Bey de çok mutluydu. Binanın sessizliği tamamen son bulacak, temizliği geçen senelere nisbeten kolaylaşacaktı. Bu sayede nihayet bahçe de rahat bir nefes alacak, ağaçlar da verimli hâle gelebilecekti.
Son ayların yorgunluğundan sonra, kısa süreli de olsa bir hava değişimine ihtiyacı vardı Metin Beyin. Babasının mezarını ziyaret etmeyeli de hayli zaman olmuştu. Buna amcaoğlu Hamit Beyin ısrarları da eklenince bir İstanbul seyahatinin tam zamanıydı.
Öğlene doğru evden çıktığında henüz kahvaltı bile yapmamıştı. Yolda yemeye fırsat bulamayacağını düşünerek Tabiat Cafeye uğradı. Demli bir sohbete iki pide sığdırmıştı. Bu arada Coşkun Beyin zihnini meşgul eden bir konuyu da etraflıca konuşma imkânı bulmuşlardı.
Coşkun Bey, şiddetli geçimsizlik sebebiyle eşinden boşanmış, yıllardır yalnız yaşıyordu. Geçen süre içinde nihayet aradığı nitelikte bir bayanla tanışmış, evlenmeye karar vermişlerdi. Dükkânına yakın yerde kiralık bir daire arıyordu. Hatta bulmuştu bile! Metin Beylerin binanın teras katı tam da arzu ettikleri gibi bir daireydi. Lakin içi eşya dolu olduğundan İbrahim Beyi ikna etmekte problem vardı.
"Görüşür, haber veririm" dedi Metin Bey. Gitmek için ayaklandığında Coşkun Bey bu kez bırakmadı. Feribota kadar kendisi götürecekti. Metin Beyin itirazına aldırmadan dükkânı oğlu Cihan’a bırakmış, on beş dakika içinde iskeleye varmışlardı. Metin Bey feribota doğru ilerlerken Coşkun Bey arkasından sesleniyordu;
--- Oktay fırınından pasta getirmeyi unutma abi!
Coşkun Bey, daha önceleri kendisine ikram edilen kuru pastaları yerken, hikâyesini de öğrenmişti. Metin Beyin çocukluğunun geçtiği mahalledeki bu dükkân hâlâ aynı yerinde ve taş fırında hazırlanan kurabiyeler aynı lezzetteydi. Beş halkanın beş kuruşa satıldığı o devirden günümüze değişen tek şey satış elemanlarıyla müşterilerdi muhtemelen. Metin Beyin yolu ne zaman Beşiktaş’a düşse, bu fırına uğrayıp alışveriş yapmadan dönmezdi.
...
Metin Bey sık sık huzurevine uğruyor, annesini ziyaret ediyor, yetkililer ve bakım elemanlarıyla görüşüyor, annesinin genel durumu ile ilgili bilgi alıyordu. Her şey yolunda gidiyor, herhangi bir problem görünmüyordu.
Bu arada ağabeyi ile de görüşerek Coşkun Beyin teras kata taşınmasına ikna etmişti Metin Bey. Hatta ikna kabiliyetine güvenerek vakit geçirmeden terastaki özel eşyaların tamamını bodrum kata taşımış, daireyi hazır hâle bile getirmişti.
Kardeşim dediği kırk senelik dostu Muharrem Beyin Berlin’den ziyaretine gelmesiyle Metin Bey kısa süreliğine de olsa yalnızlıktan kurtulmuştu. Geçen bir hafta içinde birlikte gezintiler, sohbetler günlerini renklendirmiş, dinlendirmişti.
Metin Bey bugün de annesi için orta boy bir kutuda elma, üzüm, kayısı, fındık, fıstık, cevizden oluşan bir nevale hazırlamış, birlikte gelmek için ısrar eden Muharrem Bey ile huzurevinin yolunu tutmuştu.
Yalova minibüsü ile Çınarcık yol ayrımına kadar geldiklerinde araçtan inmişler, Çınarcık minibüsünü durakta yakıcı sıcakta beklemek yerine on adım ötede çınar ağacının gölgesini yeğlemişlerdi. Aniden önlerinden süzülerek uçan bir kuşun kanat sesiyle sohbetleri bölünmüştü. Bu bir güvercindi. Beyaz bir güvercin! Az öteye konan güvercini Metin Beyin ilgiyle izlemesi Muharrem Beyin dikkatini çekmişti;
--- Hayırdır Metin! İlk kez güvercin görmüş gibi daldın gittin.
--- Beyaz güvercinlerin bende unutulmaz bir anısı var Muharrem. Seneler öncesine, çocukluk yıllarıma ait bir anı. Dün gibi; hep taze... Her zaman canlı. Biraz da hüzünlü.
Sormasına gerek bırakmadan anlatmaya başlamıştı;
--- Liseye gittiğim yıllardı.
Hayat şartları olabildiğince zor ve omuzlarımdaki yük o zamanlarda da hayli büyüktü. Bugünkü gibi yani. Babamın "ekmek parası" için Almanya’ya gittiği dönemdi. Evin reisi durumunda sayılırdım. Derme çatma gecekonduda sık sık kesilen elektrikler yüzünden, isli gaz lambasının solgun ışığında geç vakitlere kadar ödevlerimi yapıyor, imtihanlara hazırlanıyordum. Düşün ki, mahalleden arkadaşlarımın ısrarı olmasa çok sevdiğim futbola dahi vakit ayıracak fırsat bulamıyordum. Günler tekdüze ve sıkıcıydı. Ta ki, bir akşam yattığım odanın balkonunda beyaz bir güvercini fark edene kadar.
Muharrem Bey hikâyenin sonunu merak etmiş, ilgiyle dinliyordu. Yarım saatte bir geçen minibüs henüz görünmüyordu. Yola bir daha göz attıktan sonra Metin Bey kaldığı yerden devam etti;
--- Hayvanları çok severim bilirsin. Ama özellikle de güvercinlere karşı büyük bir sevgim vardı Muharrem.
--- O gün yine geç vakitlere kadar ders çalıştıktan sonra, yorgunluktan adeta sürünerek yatağa uzandığımda beyaz bir güvercinin çamaşır iplerinin bağlı bulunduğu uzun borunun üzerinde uyuduğunu fark ettim.
--- Sırt üstü mü?
--- Yoook... Sağ omuzu üstüne. Bak böyle dalga geçeceksen anlatmam haaa!
--- Söz, sözünü bölmeyeceğim.
--- Önce, soğuk ve yağmurlu sonbahar günlerinde geçici bir sığınak olarak, sadece o gece orada olduğunu düşünmüştüm. Oysa yanılmışım. Müteakip geceler de her hava kararmaya yakın, balkondaki rüzgâr ve yağmurdan korunaklı köşesinde yerini alıyor, bembeyaz kanatlarının içine kafasını gömerek uyuyordu.
Artık komşu olmuştuk. Varlığından son derece mutluydum. Gelip gelmediğini kontrol amacıyla bazen camın perdesini, bazen de balkon kapısını aralayıp baktığımda, izlendiğini fark ediyor, yine de kaçmıyordu. Belli ki benden zarar gelmeyeceğini hissetmişti. Artık komşudan da öte dost olmuştuk.
Böylece günler günleri, haftalar haftaları kovalamış, sonbahar da geride kalmıştı. Kışın soğukları da kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Hiç aksatmaksızın her gün balkona kurulan beyaz kanatlı güvercinim sıkıcı geçen hayatıma renk katmış, adeta hayatımın bir parçası haline gelmişti. Sert rüzgârlar ıslık çalarak estiği gecelerde, kim bilir kaç kez yatağımdan kalkarak, yerinde olup olmadığını kontrol etmişimdir...
Havaların daha da soğumasıyla içimdeki korku ve endişe artmıştı. “Ya üşürse!” diye düşünüyordum. “Ya gider de bir daha dönmezse!”
Fark etse dahi kızmayacağını bilmeme rağmen, yine de annemin haberi olmadan mutfaktan aşırdığım buğday tanelerini hiç bir gün aksatmadan görebileceği yerlere serpiştiriyor, her geldiğinde onları iştahla mideye indirmesini büyük bir zevkle izliyordum. İzlendiğinin farkındaydı aslında. Bazen aniden başını kaldırıyor, bir süre hareketsiz bir şekilde bana bakıyor, adeta teşekkür ediyordu...
Onu kaybetme korkusu içimde öylesine yer etmişti ki, sürekli bir çare arıyordum. Sonunda kararımı vermiştim. Uyuduğu bir gece sessizce yanına süzülecek, yakalayıp içeriye alacaktım. Bu fikir bana o an yine çok dâhiyane gelmişti! Öyle ya, güvercinimi hem üşümekten, hem de aç kalmaktan kurtarmış olacaktım. Üstelik "Ya gider de bir daha geri dönmezse" diye bir endişem de kalmayacaktı.
Planımı devreye koyacağım gün, okuldan gelir gelmez yatak odamın yanındaki misafir odasına geçerek balkonun kapısını aralık bırakmıştım. Güvercinim geldiğinde açmaya kalksam ses çıkabilirdi.
Çok geçmeden hava kararırken bembeyaz kanatlarıyla süzülerek balkonun duvarına kondu. Önce, hazırladığım daneleri afiyetle midesine indirdi, ardından da her zaman konduğu balkon borusunun üzerinde yerini aldı. İçimde tarifi imkânsız bir heyecan vardı.
“Bembeyaz kanatlı güzel güvercinim bir kaç saat sonra avuçlarımın içinde olacak, artık üşümekten kurtulacaktı.”
diye düşünüyordum. Kaçabileceğini aklıma dahi getirmiyor, hiç ihtimal vermiyordum.
Hava iyiden iyiye kararmış, akşamın hareketliliği yerini gecenin sessizliğine bırakmıştı. Çıt çıkmıyordu. Duyabildiğim tek şey kalbimin heyecanlı atışlarıydı. Operasyon vakti gelmişti!
Dizlerimin ve ellerimin üzerinde sessizce ilerleyerek, ilk engel durumundaki perdenin altından ve kapı aralığından balkona süzüldüm. Pantolonumun kirlenmesi hiç mi hiç umurumda değildi. Adeta hedefe kilitlenmiş gibiydim. O gece bulutların arkasına saklanan ay bile, sanki bana yardım etmek ister gibiydi. Dört adımlık mesafeyi bukalemun edasıyla hareket ederek her halde bir on dakikada almışımdır.
Güvercinin konduğu yerin altına vardığımda kalbim duracak gibiydi. Yavaaşça ayaklarımın üzerinde dikelerek kollarımı uzatabileceğim mesafede güvercini ayaklarından yakaladığımda artık mutluluğuma diyecek yoktu.
Kurtarma(!) operasyonu başarıyla tamamlanmıştı.
Tam bu esnada Muharrem Beyin sırıttığını fark eden Metin Bey hatırlatma gereği duydu;
--- Söz verdin. Bölersen gerisini anlatmam haaa!
Herhangi bir tepkiye fırsat vermeden devam etti;
--- Güvercinin kurtulmak için çaresizce çırpınışları, korku dolu bakışları hiç umurumda değildi. Öyle ya... Kötü bir niyetim yoktu ki! O bunu bilmediğinden, korkması, çırpınması çok normaldi!
Büyük bir hızla balkon kapısından içeriye girip kapıyı ardımdan iteleyiverdim. Artık kalbimin hızlı atışları kesilmiş, büyük bir sevinçle avuçlarımda tuttuğum güvercinimi izliyordum. Bu kez onun kalp atışları hızlanmış ve bunu avuçlarımda hissetmeye başlamıştım. Kaçmak için mücadele ediyor, sıkıca kavradığım ellerimden kurtulamıyordu.
Artık gece yarısı olmasının da, sabah erken kalkıp okula gidecek olmamın da önemi kalmamıştı...
Saatin farkında bile değildim. Allah’tan, annem güvercinin kanat çırpışlarına, çırpınışlarına uyanmamıştı. Gün boyu tek başına üstesinden gelmek zorunda olduğu onca işten sonra bunda şaşılacak bir şey de yoktu aslında...
Biraz sakinleştiğini düşündüğüm bir anda, incitmemek için fazla gevşettiğim elimden ani bir çırpınışla kurtulmasın mı! Bir o yana bir bu yana uçuyor ve her seferinde ya duvarlara, ya pencerelere çarpıyordu. Her yakalamaya çalıştığımda ise tüyleri elimde kalıyordu. Nihayet bir süre sonra uçmaktan ve sağa sola çarpmaktan yorgun düşüp bir köşeye konunca hoop yakaladım.
Yakaladım ama sevincimden ve mutluluğumdan zerre eser kalmamıştı. Çok ama çok üzgündüm. Böyle olmasını hiç ama hiç istememiş, böyle olabileceğini düşünmemiştim.
Aklım başıma gelmiş, bir gerçeği o an yeni anlamıştım.
Bir güvercini bile sevmenin yolu onun özgürlüğüne müdahele etmemekten geçiyordu.
Özgürlük, ille de özgürlük!
Mutluluk onun özgür açan kanatlarındaydı. Bir güvercin bile hürriyetinden mahrum kalmak istemiyor, bu uğurda gerekirse kanatlarını süsleyen tüylerinden vazgeçebiliyor, yaralanmayı dahi göze alabiliyordu. Yapılabilecek, daha doğrusu, yapmam gereken tek şey vardı; onu yeniden özgürlüğüne kavuşturmak, daha fazla acı çektirmemek!
Bıraktığımda bir daha geri dönmeyeceğinin farkındaydım. Lakin artık veda vaktiydi. Bir daha görüşmemek üzere...
Son bir kez kanatlarını okşadım. İtinayla... Özür dilercesine. Bir de öpücük kondurdum kanadına. Henüz hafif aralık olan balkon kapısının tül perdesini dirseğimle kaldırarak balkona çıktım. İki elimi gökyüzüne uzatarak çok sevdiğim güvercinimi o çok sevdiği gökyüzüne bıraktım. Artık özgürdü.
Bir kuş gibi!
Gecenin koyu karanlığında fark edebildiğim tek şey neydi biliyor musun? Geceye inat parlayan bembeyaz kanatları!
Öylece kalakalmıştım. Güvercinimin kaybolduğu o noktaya çivili kalmıştı gözlerim adeta. Elde ettiğimi sandığım mutluluk avuçlarımın arasından uçuvermişti. Hayli zaman sonra odaya geri döndüğümde, etrafa uçuşmuş bembeyaz tüyler bana adeta;
"Yaptığın hatanın farkında mısın?"
der, beni azarlar gibiydi. Özenle ve büyük bir üzüntüyle başarısız bir operasyondan arta kalan tüyleri toplayarak bir kutunun içine koydum. Annemin görmemesine dikkat ederek günahımın delilini ortadan kaldırdım.
Aynen tahmin ettiğim gibi olmuş, gecelerimi aydınlatan, günlerimi renklendiren güvercinim bir daha gelmemişti. Gözlerim, her gece konduğu boşluğa boşuna bakar olmuştu. Kim bilir hangi diyarlara kanat açmış, kimin balkonuna konmuştu?
Belki de az önce şuraya konan güvercin onun aşiretindendi.
Metin Bey muziplik yaptığına göre hikâye bitmiş demekti. Muharrem Beyin tepkisine fırsat vermeden son noktayı anlamlı cümlelerle nihayetlendirdi;
Biliyor musun Muharrem. Hayat başlı başına bir okul. Düşünebilene karınca, bazen de arı bir öğretmen olabiliyor. Aklını kullanmayana ise dünya dolusu ansiklopedi okusa faydası yok. Öğrenecek çok şeyimiz var... Çook! Şahsen bu güvercinden çok şey öğrenmiştim. Değerli ve önemli çok şey;
Sevmenin de bir usulü vardı!
incitmeden... Ürkütmeden... Kırmadan!
Ayrıca; özgürlüğün, yani daha geniş çerçevede düşünecek olursak, bağımsızlığın önemi ve değeri!
Tam bu noktada muziplik yapma sırasının kendisine geldiğini düşünmüş olacak ki;
--- O nedenle anlattığım bu hikâyeden ders al, bu vatanın kıymetini iyi bil! Bağımsızlığın ne demek olduğunu unutma!
Öylesine dalmışlardı ki, önlerinden hızla geçen minibüsü dahi fark etmemişlerdi. Metin Bey her gün bu vakitlerde bu durakta beklediğinden, şoför ağacın gölgesinde taş üstünde oturan kişiyi tanımış, yasak olmasına rağmen yavaş yavaş geri gelerek araçla önlerinde durmuştu.
Metin Bey Muharrem Beyin arkasından minibüse binerken şoföre teşekkürü ihmal etmemişti. Yanına otururken Muharrem Bey takılmadan edemedi;
--- Az kalsın senin güvercin yüzünden minibüsü kaçıracaktık.
Ardından da iltifatını esirgememişti;
--- Dinlediğim en güzel hikâyeydi. Senin edebiyat yönünün bu kadar güçlü olduğunu bilmiyordum. Hakikaten güzel bir meziyet. Sanki bana değil de, sınıfta öğrencilere anlatır gibi. Benim de bir karga hikâyem var ama senin güvercinin yanında gölgede kalır. Uyuduğun bir anda anlatırım...
...
Huzurevine vardıklarında kimliklerini bırakıp içeriye girince annesini koridorda gezinirken gördü. Biraz şaşkın, üzgün, hayli telaşlı bir haldeydi. Alzheimerli hastalar çıkıp kaybolmasınlar diye tüm odalara açılan koridor kapısı kilitli tutuluyordu. Zülbiye Hanım bu cam kapının dibine kadar gelmiş açmaya çalışıyor, şifreli kapı bir türlü açılmıyordu.
Metin Bey süratle kapıyı açtırıp annesini kucakladığında Zülbiye Hanım ağlamaya başlamıştı. Her ne kadar duygularını ifade edip düzgün cümleler kuramasa da belli ki hâlâ bazı şeylerin farkındaydı. Hatta öyle zamanlar oluyordu ki, yine aniden çok anlamlı bir iki cümleyi peş peşe sıralayıp herkesi şaşırtabiliyordu.
Yine öyle olmuştu. Oğluna sıkı sıkıya sarılırken, bir yandan da hecelerin üzerinde yavaş yavaş gezinerek meramını anlatmayı başarmıştı.
--- Oğlum, çok ağladım, sen gelmeyince yetim gibi boynum yana düştü.
Metin Bey bir yandan annesini teselli ediyor, diğer yandan Muharrem Beyin kendisini beklediği kamelyaya doğru götürüyordu. Etraf kuş seslerinden cıvıl cıvıl, hava güneşli, mis gibi bir bahar kokusu vardı.
Zülbiye Hanım masanın üzerine serilen yiyecekleri yerken, Metin Bey cep telefonundan annesinin sevdiği ilahileri açmış, kendisi de eşlik ediyordu. Bu arada Zülbiye Hanım iyice sakinleşmiş, yine tebessüm eder, espirilere arada bir gülerek, gülümseyerek karşılık verir olmuştu. Muharrem Bey arkadaşının annesine olan sevgi ve ilgisini hayranlıkla izliyordu.
Metin Bey seneler içinde sayısız kez annesi ile bir araya gelip gözlemlediğinden, hangi kelime ve cümlelere nasıl tepki vereceğini tahmin edebiliyordu. Ağrısı yoksa annesini güldürmek, gülümsetmek kendisi için pek zor değildi artık;
--- Anneciğim bugün yine neşelisin, maşallah.
--- Oğlum, sen olmayınca yediklerim buradan aşağıya inmiyor."
“Buradan inmiyor" derken eliyle boğazını göstermişti. Normal zamanda sıradan bir cümle niteliğindeki bu tek cümledeki her kelimenin, hecenin, harfin olağanüstü değeri ve önemi vardı. Çehresindeki mutluluk Metin Beyin bunun farkında olduğunu gösteriyordu.
Belli ki çoğu boşluklara rağmen, Zülbiye Hanım nadiren de olsa duygularını, düşüncelerini ifade edebiliyordu. Zaten veda vakitlerinde Metin Beyin belini büken, acı veren de buydu. Yalnızlığını, hasreti, özlemi, acıyı hâlâ hissedebilen birini, yeryüzündeki en değerli varlığını nasıl bırakıp gidecekti?
Mecburdu. Yapılması gereken işler, halledilmesi gereken başka sorunlar da vardı. Annesini tekrar tekrar öperek, okşayarak yerine götürdü. Vedalar acı verirdi. Vedalaşmamalı, gidişini belli etmemeliydi. Bu kez bahane müdür olabilirdi;
--- Anneciğim Müdür Beyle görüşüp geleyim, olur mu?
--- Tamam.
Dikkatini dağıtırken ağzını tatlandırması için avcuna kuruyemişlerden bırakarak Muharrem Beyle yanından ayrıldılar.
Kapının önünden minibüs geçmesine rağmen binmemişler, yürümeyi tercih etmişlerdi...
Metin Bey yine düşünceliydi. Anılar bir bir gözlerinin önünden geçip gidiyordu. Eskiden ne kadar da güzeldi. Türkiye’ye gelmenin heyecan ve mutluluğu günler öncesinden başlardı. Öyle ya, yolunu bekleyen, gittiğinde karşılayacak, kucaklayacak birileri vardı. Babası... annesi vardı.
Koca bina bile gözünde yabancılaşmış, küçülmüştü. Üstelik geldiğinde bulamadığı o mutluluğu, giderken de yaşayamıyordu. Uğurlayan kimse olmadığı gibi, tüm olumlu yanlarına ve niteliklerine rağmen adı huzurevi olan bir garip hanede boynu bükük ve yalnız bir insan bırakıyordu... Annesini!
Muharrem Beyin gür sesiyle misafirinin yanında olduğunu hatırlamıştı;
--- Daldın yine Metin.
--- Evet... Dalmışım.
Hem midelerinin gurultusunu dindirmek, hem de Coşkun Beye sabırsızlıkla beklediği müjdeyi verebilmek için Tabiat Cafenin önünde minibüsten inmişlerdi. Coşkun Bey her zamanki kösesinde komputerinin başındaydı. Belli ki yine borsayı takip ediyor, muhtemelen yine talihine kızıyordu.
Burnunun ucuna indirdiği gözlüğün üzerinden bir bakış fırlatmış, Metin Beyin yalnız olmadığını görünce ayaklanmıştı;
--- Ooo abi, hoşgeldiniz. Nereden böyle?
--- Merhaba Coşkun . Annemden geliyoruz.
Coşkun Bey misafirlerine asmanın altındaki masayı uygun görmüş, kendisi de yanlarına çökmüştü.
--- Nasıl... Zülbiye teyzenin durumunda bir değişiklik var mı?
--- Yok. Şimdilik her şey bildiğin gibi. Bu günlere de şükür.
--- Abi, dikkat ettim de… son zamanlarda sanki biraz rahatlamış bir hâlin var.
--- Haklısın Coşkun. Fırtınada gönül gemimiz çok yan yattı ama, sonunda tevekkül limanına demir attık çok şükür.
--- Her şey zamanla güzel olur inşallah.
--- Biz artık güzele talip değiliz Coşkun . Hayırlısı ne ise o olur inşallah.
Son cümleden Coşkun Bey pek bir şey anlamamıştı.
--- Nasıl yani; güzel olan hayırlı olmaz mı?
--- Olmayabilir tabi.
Metin Bey tebessüm ederek Coşkun Beye bakarken cevap o ana kadar sessiz kalmayı tercih eden Muharrem Beyden geldi;
--- Her çocuğun dünyaya gelişi her aile için mutluluk verici „güzel" bir hadisedir, değil mi?
--- Tabi ki güzel bir hadisedir.
--- Bazen haberlerde bir evladın annesini, babasını dövdüğünü, hatta öldürdüğünü okuyoruz ne yazık ki, değil mi Coşkun Bey?
Coşkun Bey verilmek istenen mesajı almış, son cümleyi kimseye bırakmamıştı;
--- Haklısınız. Bize her güzel görünen hakkımızda hayırlı olmayabileceği gibi, her nahoş hadise de şer sayılmaz. Dolayısıyla aşırı sevincin de, üzüntünün de anlamı yok… daa…
Metin Bey „daa" ile başlayan cümlenin nasıl biteceğini tahmin ediyordu. Coşkun Beyin aklı fikri dairedeydi. Çaysız sohbetin tadının olmayacağının da farkındaydı;
--- Çay mı içersiniz abi, kahve mi?
--- Bayağı acıktık Coşkun. Sen bize birer kuşbaşılı pide hazırla istersen. Yanında da ikişer ayran olsun.
--- Tamam abi.
Pideler yenirken Coşkun Bey müstakbel ev sahibinin gözlerinin içine bakıyordu. Geciktirmenin anlamı yoktu;
--- Senin daire işi tamam Coşkun.
Onay alındı, özel eşyalar da bodruma indirildi.
İstediğin zaman taşınabilirsiniz.
Uzatılan anahtarları alırken Coşkun Beyin sevincine diyecek yoktu. Karşılıklı güven, kira ücretini konuşmalarına bile gerek bırakmamıştı. Coşkun Bey "Bugünkü pideler benden olsun abi" dese de Metin Beyi ancak ücretsiz kahvelere ikna edebilmişti.
Sohbetin ardından Cafe’den ayrıldılar.
Bir hafta çabuk geçmiş, Muharrem Beyin Berlin’e geri dönüş vakti gelmişti. Güneşin güler yüzünü gösterdiği bu sabah kahvaltı için en uygun yer teras görünüyordu. Yapılması gereken tek şey tozlarından arındırmaktı.
Muharrem Bey kaytarmanın mümkün olmadığını anlamış, güzel bir kahvaltı hatırına vakit geçirmeden pantolonunun paçalarını dizlerine kadar sıyırmıştı. On beş dakika içinde temizlik tamam, her taraf pırıl pırıldı.
Neşe içinde yapılan kahvaltının ardından Metin Bey de arkadaşıyla otogara inmiş, uğurlamıştı.
Berlin’e dönüş tarihi yaklaşırken, son zamanlarda işler nisbeten yoluna girmiş gibi görünüyordu. İki daireye kiracı da bulunmuş, bina şenlenmişti. Metin Bey her gelip gittiğinde terastan bodrum katına kadar temizlik yapmaktan da kurtulmuştu. Bu duruma en çok üzülen çatıda yuva yapmak için fırsat gözleyen kargalarla, ağları süpürgenin hışmına uğrayan örümceklerdi muhtemelen.
Hayat şartları, asgari ücretle geçimini sağlamakta zorlanan Mehmet Beyi alternatif arayışlara itiyordu. Hâl hatır soran dostlarına "Dört nüfus bir Muhlis... İdare etmeye çalışıyorum" diyordu. Arada bir çıkan tesisat tamir işlerinden kazandığı ücret yeterli gelmeyince tavuk beslemeye karar vermişti. Düşüncesini açıkladığında Metin Bey uygun görmüş, temizliğe dikkat etmesini de özellikle tembihlemişti.
Almanya’ya gideceği günün gecesi kulağının dibinde çınlayan horoz sesi, Mehmet Beyin fazla gecikmeden kümesi kurduğunu gösteriyordu. Sabah başını pencereden uzattığında bahçenin bir köşesinde çitle çevrili ufak kümesin etrafında sekiz tavuk bir horoz saymıştı.
Dört gündür görüşemediği Metin Beyi telefonla ısrarlı arayışları Coşkun Beyin de bir sıkıntısı olduğunu gösteriyordu. Nitekim Cafe’ye uğradığında sebebi anlaşılmıştı. Coşkun Bey, Cafe’de idare etmekte zorlandığı Kangal cinsi köpeğini Metin Beylerin binanın arkasındaki bahçeye bağlamak istiyordu. İki küçük çocuğu olan Mehmet Beyden itiraz gelmeyince Yaman için sorun kalmamıştı.
Önceleri yerini yadırgasa da, günler içinde zincire de, kulübesine de Metin Beye de alışmıştı. Öyle ki, Yalova’dan ayrılacağı gün uğradığında Metin Beyin yanına kadar gelip, başını okşamasına dahi ses çıkarmamıştı...
...
Sert geçen kış, Metin Beyin Berlin’e gelmekle ne kadar iyi ettiğini gösteriyordu. Haberlere göre, son günlerde sürekli yağan kar Yalova’da yolları kapatmıştı. Bu kadar kar Aralık ayı için bile biraz fazlaydı.
Daha bir hafta olmadan Metin Beyin özel bakım elemanı hususunda ricacı olduğu kurum yetkililerinden Atiye Hanımdan mesaj gelmişti. Aranılan nitelikleri haiz aranan özel bakıcı bulunmuştu. Üstelik hasta bakıcı sertifikası da mevcuttu.
Tevafuk bu ya, tam da o günlerde İbrahim Bey Yalova’ya gelmiş, annesini ziyaret ediyordu. Ödemelerle ilgili görüşmeye gittiğinde Atiye Hanımın ilk işi bu güzel haberi vermek olmuştu;
--- Gözünüz aydın İbrahim Bey. Arzu ettiğiniz nitelikte bir bakım elemanı bulduk.
--- Bakım elemanı mı?
İbrahim Beyin şaşkın yüz ifadesinden konudan haberi olmadığını anlamıştı Atiye Hanım. Kısa bir tereddütten sonra konuyu izah etme gereği duydu;
--- Metin Bey anneniz için özel bakım elemanı hususunda yardımcı olmamı istemişti de...
--- Öyle mi? Bilmiyordum. Haber vermeyi unutmuştur herhalde. İlgi ve yardımınız için teşekkür ederim.
Atiye Hanımın odasından ayrıldıktan sonra İbrahim Beyin ilk işi kardeşini aramak olmuştu.
--- Az önce Atiye Hanımla görüştüm. Bakım elemanı bulması konusunda yardım talep etmişsin. Neden haber vermedin?
Metin Bey, ağabeyinin onaylama ihtimalini düşük gördüğünden ve bir bakıcı bulmanın da zaman alacağını düşündüğünden haber vermemiş, verememişti. Sebebin bu olduğunu söyleyerek uzatmak istemedi;
--- Haklısın, haber vermem gerekirdi.
Yalova’ya getirme fikrinin kendisine ait olduğundan bahisle;
--- Biliyorsun. Annemizi Yalova’ya getirme fikri sana ait. Neyi nasıl yapacağına sen karar vereceksin artık. Bana düşen, elimden geldiğince sana destek olmak.
Duyduğu son cümle Metin Beyi rahatlatmıştı. Ağabeyinin arkasında olduğunu bilmek yeterliydi.
Bir gün sonra bakım elemanı Filiz Hanımla görüşen İbrahim Bey, kardeşini arayarak ücret konusunda mutabık kaldıklarını ve hemen işe başlayacağını belirtmişti. Her gün öğle vakti gelecek, kurumun yetersiz kaldığı hususlarda yardımcı olacaktı. Spor yapmasına, hareket etmesine, temizliğine, giyimine ve yemesine dikkat edilecekti. Akşam yemeğini yedirdikten sonra da mesai bitmiş olacaktı. Eksik bir şey gördüğünde de ya gidermeye çalışacak, ya da mümkün değilse Metin Beyi haberdar edecekti...
Filiz Hanım otuzlu yaşlarda, güler yüzlü, gayretli, şefkatli bir bayandı. Zülbiye Hanıma sevgi ile yaklaşıyor, bakıcıların yaptırmakta zorlandıkları işleri kolaylıkla yaptırabiliyordu. Banyo da bunların başında geliyordu. Güvenilir, iyi bir insandı. "Annem" diyordu Zülbiye Hanımdan bahsederken.
Aradan geçen üç ay içinde Zülbiye Hanımın uyku bozukluğu ortadan kalkmış, iştahı da yerine gelmişti. Her günkü egzersizlerin büyük faydası oluyor, ihtiyaçları vaktinde gideriliyordu.
Geleli iki gün olmasına rağmen İbrahim Bey henüz kiracı ile görüşememişti. Akşam eve yaklaştığında Mehmet Bey de aracından inmiş binadan içeri girmek üzereydi. Uzaktan İbrahim Beyi görünce beklemeyi tercih etmişti. Ayak üstü kısa bir sohbetin ardından, İbrahim Beyin önerisiyle bahçeye geçtiler. Çınarın gölgesinde kalıp nefes alamayan birçok ağaç vardı. Kurumaya yüz tutmuş verimsiz bu ağaçların kesilmesi, kalanların da budanması gerekiyordu. İbrahim Bey, daha önce tesbit ettiği bu ağaçları Mehmet Beye tarif ederken geldikleri yer Yaman’ın kulübesinin önüydü. Bahçelerinde bir köpek olduğunu unutmuş, o karanlıkta arkasındaki kulübeyi farketmemişti. Elini kaldırıp kesilmesi gereken son ağacı işaret ederken Mehmet Beyin sesi çınladı;
--- Abiiii... gel!
Bağırmasıyla, İbrahim Beyi omuzundan tutup çekmesi bir olmuştu.
--- Âaaaah... Omzum!
Mehmet Beyin korku ile karışık şaşkın bakışları arasında İbrahim Bey kenara sıçramış, ucuz atlattığı tehlikenin farkına yeni varmıştı.
Mehmet Beyin tutarak çektiği omuz İbrahim Beyin uzun zamandır tedavi gördüğü omuzdu. Acı içinde kıvranırken, bir yandan da, nefesini baldırında hissettiği Yaman’dan kurtulmanın sevincini yaşıyordu. Muhtemelen, İbrahim Beyin işaret için uzattığı kolunu Mehmet Beye tehdit olarak algılamış, sahibini koruma içgüdüsüyle saldırmıştı. Zincire bağlı olması ve Mehmet Beyin refleksi sayesinde vahim sonuçları olabilecek bir kaza ucuz atlatılmıştı.
Bu tatsız hadise Yaman için hiç hoş olmamıştı. Çocuklar açısından muhtemel tehlikeler dikkate alınarak Yaman’ın gönderilmesine karar verilmişti. Olaydan haberdar edilen Coşkun Bey Cafedeki kulübeyi yeniden hazır hâle getirerek yeniden yanına aldığında Yaman hâlinden pek şikâyetçi görünmüyordu.
...
Her şeyin yolunda gittiği izlenimini edinse de, Metin Bey annesinin yanında, yakınında bulunmak istiyordu. Havaların güzel gittiği her dönem Metin Bey için değerlendirilmesi gereken güzel bir fırsattı. Eşinin anlayışlı olması işini kolaylaştırıyordu…
Hiç geciktirmeden biletini alarak Yalova’ya gelmişti Metin Bey. Yanında getirdiği ufak valizini eve bırakır bırakmaz soluğu yine huzurevinde almıştı. Filiz Hanım Pazar günleri tatil yaptığından bu gün yine yoktu. Zülbiye Hanım oğlunu görünce yine tanımış, kollarını iki yana açarak bağrına basmıştı. Neşeli, huzurlu görünüyordu. Fazla zayıf da sayılmazdı. Metin Bey her zaman olduğu gibi yine annesinin koluna girip kamelyaya kadar götürdü. Güneşin şuaları Zülbiye Hanımın yanağını okşarken Metin Bey bir yandan yanında getirdiklerini yediriyor, bir yandan da cep telefonundan türküler dinletiyordu. Bir türkünün son bölümü dikkatini çekmişti. "Güzel" dedi. "Tekrar aç!" Sonuna kadar dinledikten sonra kapayıp yine basit cümlelerle sohbete koyuldular. Maksat olabildiğince neşelendirmek, gülümsetebilmekti.
Her güneşli havada yaptığı gibi, Metin Bey bugün de yine Zülbiye Hanımın ayak ucuna yere çökmüş, annesinin baldırlarına ve ayaklarına masaj yapıyordu. Sırtı dönük olmasına rağmen, aniden gelen sesin sahibini hemen tanımıştı. Bu Gülay Hanımdan başkası değildi;
--- Siz ne kadar hayırlı bir evlatsınız... Allah razı olsun sizden.
--- Amin. Teşekkür ederim Gülay Hanım.
Ömrünün kalan kısmını huzurevinde geçirecek olan bir anneye arada bir yapılan ve birkaç saatle sınırlı bir ziyaretin, biraz ilginin olağanüstü bir yanının olmadığının farkındaydı Metin Bey. Yalnızlığa terkedilmiş yaşlıların hayat hikâyelerini dinledikten sonra, kendisini önceleri mahçup eden bu türden teveccühleri yadırgamıyordu artık. Anne ya da babasını huzurevine bırakıp bir daha uğramayan evlatların sayısı hiç de az değildi. Müdür beyle sohbetleri sırasında duydukları Metin Beyi hayli şaşırtmış, çok da üzmüştü. Huzurevine terkettiği babasının defin işlemlerine bile gelmeyen evlatlar vardı. Metin Beyin bu kadar sık gelmesi huzurevi sakinlerinin dikkatini çekmişti. En başta da Gülay Hanımın. Huzurevi kendi tercihiydi ve oldukça da mutlu görünüyordu. Çehresinde tebessümü hiç eksik olmazdı. Sağlıklı yaşlılara tanınan hakları en güzel şekilde değerlendiriyor, güzel havalarda günün belli vakitlerinde huzurevi dışına çıkıp geziyordu. Hasır şapkası ve koluna taktığı çantasından bugün de kurum dışına çıkacağı anlaşılıyordu;
--- Yine Yalova’ya gidiyorsunuz galiba.
--- Bu kez Çınarcık tarafına gideceğim. Zülbiş nasıl?
--- Bugün sanki biraz daha iyi gibi. Daha canlı... Daha neşeli.
--- Gözünüz arkada kalmasın. Burada gerçekten çok iyi bakıyorlar.
Zülbiye Hanım o ana kadar hiç sesini çıkarmadan üzümlerini yiyor, izlemekle yetiniyordu. Her zamanki gibi neyi ne kadar anladığı meçhuldü. Gülay Hanım bu kez yüzünü Zülbiye Hanıma çevirmiş, her zamanki sevecen ses tonuyla takılmadan edememişti;
--- Zülbiiiş... Kız, oğlun mu gelmiş?
Oğluna çevrilen bakışla birlikte çehresine yayılan tebessüm ve tek kelimelik cevabı Zülbiye Hanımın soruyu anladığını gösteriyordu;
--- Evet.
Gülay Hanım neşe içinde ayrılırken yaşlı iki bayan da kamelyaya gelmiş, diğer banka oturmuşlardı. Metin Bey annesinin ayaklarını masaj yapmış, çoraplarını giydirirken kadınlardan biri sorma ihtiyacı duymuştu;
--- Eşiniz mi?
Metin Bey artık bu soruya da alışmıştı. Yüreğe yük yılların yorgunluğu çehresine yansımış, olduğundan yaşlı gösteriyordu muhtemelen. Cevap da öncekilerin aynısıydı;
--- Annem.
Ne sorulan şaşırmıştı, ne de cevabı alan. Hayat eseriyle gurur duyabilirdi.
Rüzgâr hafiften ısırmaya başlayınca odasına götürmek için ana binaya yöneldiler.
Metin Bey yine annesinin koluna girmiş ilerlerken umulmadık bir şey olmuştu. Zülbiye Hanım dinlediği bir türkünün son dizelerini hiç şaşırmadan tekrar ediyordu;
"Hasta oldum gelmedin anam...
Bari can verende gel"
Tekrar... Tekrar ve yine tekrar! Anlamını anladığı açıktı.
Asansörden çıkıp odasına götürürken, o etrafındakilerin bakışlarına aldırmadan, bir saat kadar önce dinlediği ve -ezberlediği- bu dizeleri ahenkli şekilde tekrarlamaktan bıkıp usanmıyordu;
"Hasta oldum gelmedin anam...
Bari can verende gel"
Metin Bey, ardından bakışlarını önlemek için, getirdiği kuru yemişleri yine annesinin avucuna bırakıp fark ettirmeden yanından ayrıldı.
Dalgın ve düşünceliydi. Daha birkaç sene öncesine kadar aklına gelmeyen, getiremeyeceği birçok üzücü olay yaşamış, yorulmuştu. Onca gayretine rağmen bir şeyler eksikti sanki. Aklından geçen cümleler çoğu kez bir "acaba" ile başlıyordu. “Acaba anneme daha güzel bir imkân sunabilir, daha iyi bakımını sağlayabilir miyim?”
Minibüs Yalova’ya yaklaşırken çalan telefonun sesi düşüncelerini dağıtmıştı. Arayan, çok uzun zamandır görmediği, köyde yaşayan halasıydı. Nasılsa bir şekilde haberdar olmuş, annesinin sağlık durumunu soruyordu. Bu arada ineceği yere yaklaşmıştı zaten. Minibüsün kırmızı ışıkta durmasını da fırsat bilerek inerken, bir yandan da telefonda konuşuyor, sorulara cevap vermeye çalışıyordu. Az sonra sıra haklı sitemlere gelmiş, Metin Bey onlarca senedir görüşmediği halasının "neden?" sorusuna makul bir cevap verememenin mahcubiyetini yaşıyordu.
Çare yok, gidecekti. Hem, zaten iki gün önce, Vatan Şairi Nurettin Özdemir anısına düzenlenen şiir yarışmasında birincilik kazanmış, ödül töreni için Kelkit’e davet edilmişti. Bu vesile ile de elli iki senedir ayrı kaldığı köyünü ziyaret etmiş, doğduğu toprakları nihayet yeniden görmüş olacaktı. Yoğun geçen yılların ardından, yorgun düşen ruhunun da buna ihtiyacı vardı hem. Kararını vermişti... geciktirmeyecekti.
Eve yaklaştığında hava kararmaya yüz tutmuş, aniden sağnak başlamıştı. Havalandırmak için açık bıraktığı pencereler aklına gelen Metin Bey süratle daireye girmiş, odalara yönelmişti. Tüm pencereler bir bir kapanıp, sıra yatak odasının penceresine geldiğinde işittiği kanat sesleri üzerine başını pencereden uzattığında iki tavuğun dışarıda iğreti bir tahta üzerine tünediklerini gördü. Bunlar Mehmet Beyin sonradan kümese getirdiği paçalı beyaz tavuklardı. Bir büyük dört küçük toplam beş kümesten oluşan bu "Tavuklar Sitesi"nde nedense bir türlü barış sağlanamıyor, muhacir bu iki tavuk diğerleri tarafından sürekli gagalanıyor, itilip kakılıyordu. Kaçmaktan butları kaslanmış olsa da, sayıca üstün olan sürüye karşı kafa tutacak güçleri yoktu gariplerin. İktidarı elinde tutan yönetim bu kez işi abartmış, eziyetleri yetmezmiş gibi, iki tavuğa ait daireyi işgal etmişlerdi.
Mülteci tavuklar arada bir yetmiş-seksen santim yükseklikteki kendileri için ayrılan bölüme doğru kafalarını uzatıyor, tam kanat çırpıp girmeye teşebbüs edecekleri anda gördükleri meymenetsiz suratlar sebebiyle vazgeçiyorlardı. Korku kanatlarına işlemiş, açmaya yürekleri yetmiyordu. Sırılsıklam olmuşlardı. Ötekileştirmek belli ki sadece insanlara mahsus bir olgu değildi. Müdahele eden olmasa bu yağmurda geceyi dışarıda geçireceklerdi.
Karıncaya basmamak için yolunu değiştiren Metin Beyin buna müsade etmesi düşünülemezdi. Çok geçmeden yağmurluğu üzerine giymiş, aşağıya koşmuştu bile. Öncelikle kümesin işgalden kurtarılması gerekiyordu.
Bu arada hava iyiden iyiye kararmış, kümeslerin içi görünmez olmuştu. Metin Bey cep telefonunun ışığını açarak uygun bir yere sabitledi. Az öncesine kadar sıcak yuvalarında kuru saman üstünde keyif çatan işgalci tavukların tedirginliği suratlarına yansımış, gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Metin Beyi görünce başlarına gelecekleri sezmiş olacaklar ki, homurdanmaya, uzanan eli görünce de gagalamaya başlamışlardı. Metin Beyin rica için vakti yoktu. Hele ki bu sağnakta! Kavradığı gibi iki tavuğu da ait oldukları odaya itelerken nezaket kurallarına dikkat ettiği söylenemezdi.
Sıra sabırsızlıkla sonucu bekleyen sırılsıklam hâldeki mültecilere gelmişti. En ufak bir itiraz olmadan kendilerini art arda Metin Beyin şefkatli avuçlarına bırakmışlar, yuvalarına taşınmışlardı.
Metin Bey önemli bir görevi başarıyla nihayetlendirmenin huzuru içinde "Site"den ayrılırken, anlamını bilmese de ardından gelen homurtuların hakarete kadar vardığından adı gibi emindi...
Sonbahar kendini hissettirmeye başlamış, havalar serinlemişti. Metin Bey, ağabeyini arayarak sıla-i rahim ve hala ziyareti düşüncesinden haberdar etmişti. İbrahim Bey ani gelişen bu plan değişikliğine şaşırmış, bir o kadar da memnun olmuştu. Kendisi de yakın zamanda gittiğinden, bilmesi gereken ne varsa anlattı. Havaların soğumasından dolayı köyde beş-on hane kaldığını, halalarının da bir hafta kadar sonra oğlu tarafından alınıp Düzce’ye, görev yaptığı yere götürüleceğini söylemiş, acele etmesi gerektiğini belirtmişti...
...
Dile kolay. Sıladan ayrı geçen elli iki koca sene!
Metin Bey elinde ufak bir valiz ile Trabzon Havalimanına indiğinde heyecan başlamıştı. Şansına otobüs Bayburt’a hareket etmek üzereydi. Şoföre Erenler Köyü’ne geldiklerinde haber vermesini sıkı sıkıya tembihledi.
İstanbul’a göçe karar verdiklerinde henüz beş yaşlarındaydı. Çok şeyi hatırlamasa da, tandır başında uyuduğu, tezek topladığı, gem sürdüğü günleri unutmamıştı. Tarlada yediği ayranlı çorbaları da...
Araç hareket ettikten sonra şoförle muavinin koyu sohbeti Metin Beyi tedirgin etmişti. İnmesi gereken durağı ıskalamak istemiyordu tabi. Aradan birkaç saat geçince ineceği yeri tekrar hatırlatma gereği duymuştu. Az sonra vardıklarında şoför aracı kenara çekerken bir eliyle de Erenler Köyü’nün istikametini tarif ediyordu.
Araç Bayburt’a doğru hızla uzaklaşırken Metin Bey gördüğü manzara karşısında hayli şaşkındı. Nasıl olmasın ki? "Hele bahın kim gelmiş" diyebileceği, kendisini gösterebileceği tek bir Allah’ın kulu yoktu. Yazdan kalma yakıcı bir güneş gölgelik aratırken, yolun iki tarafında yeşile muhtaç sıra sıra dağlar, tepeler ve yoğun bir sessizlik vardı. Etrafta ne bir ev... ne de bir "canlı" görünüyordu. Aynen ağabeyinin anlattığı gibiydi.
Şaşkın, lakin çok mutluydu. Tarifi imkânsız duygular içinde az ilerleyince derme çatma bakımsız bir durak ve yakınında bir tabela gördü;
"Erenlere Hoş geldiniz."
Hoş gelmiş olmasına hoş gelmişti de, ortalıkta uçuşan birkaç arı ve sinekten başka henüz hâlâ farkına varan olmamıştı.
Gidilecek yol da, yön de belliydi artık. Ancak Metin Beyin hiç acelesi yoktu. Güneşten korunaksız bu durakta eskimiş bir bankın kenarına oturdu.
Çok ama çok mutluydu. Şehir gürültülerine o kadar alışmıştı ki, bu sessizlik ruhuna ilaç gibi geliyordu. Göz kapakları, gönül pınarından taşan emsalsiz duyguların ağırlığına dayanamamış, gözyaşları yanağından süzülmeye başlamıştı yine. Saklamaya da gerek yoktu artık. Ne gelen vardı ne gören. Issızlığı ve sessizliği bozan tek şey on on beş dakikada bir geçen araçların sürat sesiydi. Bir de köyün sinekleri. Onlar hiçbir yerden eksik olmazdı zaten. Rahatsız olmak bir yana, vızıltıları kulağına hiç bu kadar hoş ve ahenkli gelmemişti...
Otobüsten ineli bir saate yakın olmuştu. Yanında getirdiği sudan birkaç yudum daha aldıktan sonra yola koyuldu. Dar bir yoldan ilerlerken ilk uğrak yolun sağ tarafındaki eski mezarlıktı. Bir molada burada vermek gerekiyordu. Ruhlarına Fatiha okurken bir yandan da isimleri okuyor, anıların eksik kısmını tamamlamaya çalışıyordu. Uzaklardan gelen havlama sesi köyün yakınlarda olduğunun müjdecisiydi.
Unutkanlıktan gecikmiş olsa da telefon açarak halasına geldiğini haber verdi. Aslı Hanım rengi ve şekli ile evi tarif ederken Metin Bey varmıştı zaten. Halası üç katlı evin balkonundaydı. Uzaktan görünce, seksen yaşının ağrılarına kafa tutarcasına merdivenlerden aşağıya inmeye başlamıştı. Hasretle ve sevgiyle kardeşinin oğlunu kucakladı, öptü. Birlikte odaya geçtiler. Kızı Gülşen yer yatağında oturuyordu.
Aslı Hanımın elli yaşındaki kızı doğuştan zihinsel engelliydi. Üstelik kısmen felçti. İlerlemiş yaşına, ağrılarına ve iki büklüm hâline rağmen Aslı Hanım kızına tek başına bakıyordu. Daha doğrusu bakmaya çalışıyordu. Zira kendisi bakıma muhtaç olan birinin bu şartlarda değil özürlü ve felçli, sağlam birine dahi bakabilmesi çok ama çok zordu. O ise bunu bir vazife olarak kanıksamış, hâlinden şikâyet dahi etmiyordu.
Anne sevgisi demek böyle bir şeydi. Tarifi imkânsız, taklidi zor... Biraz da anlaşılmayan.
Aslı Hanım kısa bir sohbetin ardından özel misafirine yemek hazırlamak için mutfağa gidince Metin Bey bir yandan yer minderindeki yatalak Gülşen Hanıma bakıyor, bir yandan da "Annemiz nice zorluğa rağmen dört evladına bakabilmiş, biz ise dört evlat bir anneye bakamadık" diye düşünüyor, içten içe kendisine kızıyordu. Gerçi hiç biri Gülşen gibi değildi, ama yokluğun-yoksulluğun da kendine göre zorlukları vardı. Kıt kanaat geçinirlerken eksik olan ne varsa onları Zülbiye Hanım sevgi ve gayretiyle fazlasıyla tamamlamıştı.
Gördüğü manzara Metin Beyi o denli etkilenmişti ki, alzheimerli bir hastanın bakım zorluğu ile ilgili tüm öğrendiklerini unutmuş,
"Döndüğümde acaba annemi bakımevinden alarak, yaşamaktan büyük mutluluk duyduğu evinde, yuvasında bakabilir miyim"
diye düşünmeye başlamıştı. Düşünceler şekillenirken halasının sesi yemeğin hazır olduğunu müjdeliyordu. Zira Metin Bey köy sofrasına bağdaş kurmayalı tamı tamına elli iki yıl olmuştu. Halasının yemeklerini, kurulan şehir sofralarına konan menülerle kıyaslamak ne mümkün. Adı aynı olsa da, sebzeler farklı tatta, yemekler farklı kıvamdaydı. Ziyafetin ardından koyu bir sohbete daldılar. Yâd edecek, anlatacak o kadar çok şey vardı ki...
Sohbetin dem aldığı bir anda, merak ettiği, uzun zamandır cevabını aradığı soruyu sordu;
--- Hala! Biz bu köyden neden ayrıldık?
Aslı Hanım tebessüm ederek Metin Beyin gözlerinin içine baktı. Tozlu bir raftan eski bir kitabı indirmiş, karıştırır gibiydi. Ağır ağır anlatmaya başladı;
--- Dedelerimiz Orta Asya’dan göç etmişler. O günkü şartlarda ve imkânlarla Bayburt’un bu köyüne yerleşmişler. Hayat şartları zorlayınca dedem Muş’a gitmiş, orada bir süre imamlık yaparak geçimini sağlamış. Gönül verdiği yörenin güzel kızı ile evliliği de dedemin benimsenmesine yetmemiş, köye geri dönmek zorunda kalmış.
Metin Beyin babasının haricinde üç amcası ve iki de halası dünyaya gelmişti. Küllerinden yeniden doğmuş bir devletin sancıları henüz daha geçmemiş, dünyanın her tarafını kasıp kavuran ekonomik zorluklar, Türkiye’de daha da şiddetliydi. Kıtlık, yokluk ve yoksulluk bir de sudan sebeplerle kavgalara dönüşünce birlikte yaşamanın imkânsızlığı iyiden iyiye anlaşılmıştı. Ekili alanlar sınırlı, tarla sınırları ihtilaflıydı. Ya su kavgası, ya da bir sınır ihlali anlaşmazlığı oluyordu. Geçimsizlik had safhadaydı yani...
Aslı Hanım hikâyesinin tam bu yerinde Metin Beye baktı. İlgi ve takibin tam olduğundan emin olmuştu. Kaldığı yerden devam etti;
--- Yavrum, geçimsizlik bizim içimizde de vardı. Amcanlarla baban anlaşamıyorlardı. Hal böyle olunca, Rıfkı amcan yengen Hesna ile köydeki evde kaldılar, babanla annen de köy dışındaki "yeni" evde. Bu durum da fazla sürmedi. Deden ileri görüşlüydü. Baktı ki bu böyle olmayacak, babanla İsmail amcanı İstanbul’a çalışmaya gönderdi. Niyeti, sözde "taşı toprağı altın" olan bu şehre taşınmak, köyün çileli hayatından kurtulmaktı. Bir süre sonra kendisi de İstanbul’a gidip çocuklarının durumunu yakından gördü. Çocukları girdikleri inşaat işlerinde epey para kazanmış, biraz da biriktirmişlerdi. Baktı ki, taşı toprağı altın olmasa da, burada umut var... Gelecek var. Akaretler tarafında üç katlı ahşap bir ev satın alarak köye döndü. Dönerken de babana;
"Oğlum, ben şimdi köye döneceğim. üç-beş büyük baş ile kırk kadar koyunum var. Satıp, geri gelirim. Buraya yerleşiriz. Ben dönene kadar da sen evin ihtiyaçlarını gör, kalabileceğimiz şekilde ayarla!" demiş.
Bir sabah, kalan eşyalardan gerekli olanları toplayıp asfalta, yolun kenarına yığdık. Epey bir beklemeden sonra geçen bir kamyona yükleyip Trabzon’a, oradan da vapurla İstanbul’a gelmişler. Baban bu arada evi dayayıp döşemiş. Köyde kalan yerleri de peyderpey satıp çocuklarına bölüştürmüş.
Uzayıp giden hikâyenin bir yerinde yine aynı mütebessim çehresiyle Metin Beye dönmüştü;
--- Gerisini zaten sen de biliyorsun. Namaz vakti geçmek üzere. Bu günlük bu kadar yetsin.
Zamanın nasıl akıp geçtiğinin farkına dahi varmamışlardı. Anlatılanlar kısmen karışık gibi görünse de, bilmediği çok şey öğrenmişti Metin Bey. Sormak istediği çok şey daha olsa da, onun da fazla vakti kalmamıştı zaten.
Ertesi gün erkenden kalkmıştı Metin Bey. Ödül töreni için akşam Kelkit’te olmalıydı. Kahvaltıya kalmadan dışarı çıktı. Gezecek fazla yer olmamasına rağmen, "Belki anılardan bir iz bulur, anımsarım" düşüncesiyle çoğu terkedilmiş evler arasında, dar sokaklarda dolaşıp durdu. Doğduğu kerpiç ev dahi tamamen yıkılmamış, harabe halde olsa da zamana direnir gibiydi. Küçükken gözüne kocaman gözüken köy, gerçek vasfına bürünmüş, küçülmüş... küçücük olmuştu.
Eve döndüğünde halası sofrayı hazırlamış, hayli endişeli şekilde balkonda bekliyordu. Daha sormaya gerek kalmadan sebebini de öğrenmişti. Senenin bu aylarında havalar soğuyunca kurtlar köye iniyor, insanlara dahi saldırabiliyordu.
Birlikte yenen öğle yemeğinden ardından müsaade isteyerek bir akrabasının arabasıyla Bayburt’a indiler. Cevat Bey işlerini hallederken Metin Bey de kısa bir gezintiden sonra görkemli Bayburt Kalesine çıkmıştı. Kimsecikler yoktu. Kalenin burçlarından Bayburt’u doyasıya seyretti. Yüreklerde kocaman dertler olsa da insanlar karınca gibiydi. Ne kadar da küçük görünüyordu. Bıkıp usanmadan maziden atiye tarih taşıyan Çoruh’un farkında bile değildi çoğu...
Çok mutlu ve huzurluydu. Kendisini Kale’de değil de, ana kucağında gibi hissediyordu. Gönül hoşluğu, sılanın pek de öyle içi boş bir kavram olmadığını gösteriyordu. Şansına bugün hava günlük güneşlik, etraf sessizdi. Tatlı bir meltem nazlı nazlı dalgalanan Ay Yıldızlı gelinin çehresini okşar gibiydi. Muhteşem bir duygu, muazzam bir görüntüydü. Yanında fotoğraf makinesi getirmekle ne de iyi etmişti. Sayısız fotoğraf çekti.
Daha uzun süre kalmayı arzu etse de artık Kelkit’e gitme zamanıydı. Bir lokantada karnını doyurduktan sonra otobüse binerek Gümüşhane’ye hareket etti. Törene katılacakların ilk buluşma yeri orasıydı.
Vardığında akşam olmuş, hava kararmıştı. Üstelik hayli acıkmıştı. Törenin organizatörü Gümüşhane Üniversitesi Türk Dili bölüm başkanı Talat Beyin yönlendirmesiyle belirtilen adrese gitti. Burası bir lokanta, sahibi de şair olduğunu öğrendiği Ali Osman Beydi
Metin Bey, köşede bir masaya geçerek siparişi verdi. Gözüne, başı önde, pek düşünceli bir şekilde lokantayı adımlayan ellili yaşlardaki biri ilişmişti. "Geleceğimden haberdar edilen Osman Bey bu olsa gerek." diye geçirdi içinden. Kim bilir, belki de bir şiirin dizelerini tamamlamakla meşguldü.
Metin Bey, bir yandan yemek yiyor, bir yandan da cep telefonundan internete girerek "Hışır Osman" namlı bu şairin hüzünlü hayat hikâyesini okuyordu.
Osman Nebioğlu’nun anne ve babası kırk beşli yaşlarda vefat etmiş, kardeşi on sekiz yaşındayken hayata gözlerini yummuştu. Erzurum ve Gümüşhane’nin köylerinde on bir yıl öğretmenlik görevinde bulunmuş, görev yaptığı okulda öğrenim gören oğlunun elektrik akımına kapılması sonucu sekiz yaşında toprağa vermişti. Üst üste gelen acılar sonrası bulunduğu ortamdan uzaklaşmak için mesleğinden vazgeçmiş... istifa etmişti.
"Felek ile mücadelemiz sonucunda ondan yediğimiz dayaklar neticesinde hışır olduk. Dolayısıyla şiir mahlasımı da "Hışır Osman" olarak kullandım."
diyordu bir röportajında. Yüzündeki çizgiler çektiği acıların acımasız tanığıydı.
Metin Bey, hayatını okudukça hüzünlenmiş, bir o kadar da sevmişti bu şairi. Belli ki acı çekmekte bu âlemde yalnız değildi.
Yemek faslı bitmiş, hesabı ödemişti. Metin Bey hafif tebessümle elini Osman Beye uzattı, kendisini tanıttı. Tokalaştılar.
Az önceki dalgın ve düşünceli "Hışır Osman" gitmiş, karşısında mütebessim çehresi ile gözleri ışıldayan bir Anadolu delikanlısı vardı Metin Beyin. Tebessümü içten, memnuniyeti samimiydi. Demli bir sohbetle başlayan bu dostluk, kaldığı süre içinde pekişerek devam etmişti.
...
Kısa bir gezintinin ardından o geceyi Gümüşhane Üniversitesi’nin misafirhanesinde geçiren Metin Bey, şehirde kaldığı iki gün içinde, derece alan diğer şairlerle tanışmış, daha önceden belirlendiği şekilde; Gümüşhane Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve liselerdeki şiir etkinliklerinde görev almıştı. Organizasyon kusursuz, misafirperverlik mükemmeldi. Kelkit’e gidilirken neşeler yerinde ve herkes çok huzurluydu. Eşsiz anılara ilave süslemeler Kelkit’te de aynı güzellikte devam etmişti.
Kafile, kaldıkları otelde mükellef bir sabah kahvaltısının ardından asıl törenin yapılacağı salona hareket etti. Salon, daha sonra, "Nurettin Özdemir Kültür Merkezi" adı verilecek olan mükemmel güzellikte otantik bir salondu. İlçenin Belediye Başkanının himayesinde düzenlenen bu törene, çok sayıda devlet ve kurum yetkilisi teşrif ederek, teveccüh göstermiş, onurlandırmışlardı. Gecenin son şiiri aruz dalında birincilik kazanan dizelerin sahibi Metin Beydi.
Sunucu adını anons ederek mikrofona davet ettiğinde hayli heyecanlanmıştı. Okuyacağı sıradan bir şiir değildi. Kimse bilmese de; annesinin üzüntüsünden bunaldığı günlerde kaleme aldığı, kâğıda döktüğü duygu yoğunluğu yüksek dizelerdi. Yazdığı anları yeniden yaşıyor gibiydi.
Davetlilere teşekkür ifadelerinin ardından, arkasında yer almış saz sanatçılarının hüzünlü nağmeleri eşliğinde okumaya başladı;
H A N İ
Yok mu Yâ Râbb nevbahardan hiç umut
Kış ayından çok usandım, yaz hani?
Nârı nûr et, bir ışık yak az avut
İkramından hüzne kandım; haz hani?
Dert musîbet, ömrü külfet âcize
Gamlı gülzâr, neş’e dermek mucize
Ardı gelmez sarp yamaçlar zor dize
Dik yokuşlar bitti sandım; düz hani?
Pâyitahtım yerle yeksân, taç kırık
Saymadım hiç, kaç yaram var, kaç kırık
Onca kârım bir amansız hıçkırık
Sırra vâkıf, zevke mâtuf söz hani?
Vakt-i vuslat, kaçtı fırsat, dar zaman
Şer tuzaklar nefsi yoklar, pek yaman
Belki bin kez tövbe ettim, el aman...
Ben kulundan balsa matlûb; öz hani?
Azdı derdim, az dokunsan kan akar
Izdıraptan bezdi bahtım, yan bakar
Dosta vardım, dilde feryâd, can yakar
Süzdü zâhid, sordu saf saf; köz hani?
Tövbesinden bahtiyarken müstecap
Her cenahtan çok günahtan doldu kap
Dâvetin var, tek kapımsın, zor icâp
Derde dermân istemek çün yüz hani?
Tesbihimden zikri saldım "Hayy" diye
Yaş akıttım gizli-zâhir duy diye
Yağmurundan damla düşmez pay diye
Gözlerim kör, Rahmetinden iz hani?
...
İlk kez ödül almamıştı Metin Bey. Lakin bu tören bir başka güzel, bu ödül bir başka anlamlıydı. Alkışlarla yerine otururken yüreğindeki fırtına, yerini buğulu gözlere bırakmıştı. Tek tesellisi, gecenin hareketliliğinden, kimsenin bunu fark etmemiş olmasıydı.
Kelkit’e ve dostlara vedanın ardından, son anda yetiştiği uçakla Yalova’ya dönerken hayli yorgun, ama çok mutluydu. Nihayet, doğduğu köyü ziyaret etmiş, aynı edebî havayı soluyan güzel insanlarla tanışmış kısa süreliğine de olsa hayatın acımasız cenderesinden kurtulmuştu. Yaşanan onca güzelliğin yanında ödül bile gölgede kalmıştı...
Otobüs Yalova’ya vardığında yatsı ezanı okunuyordu. Açık olan az sayıdaki dükkânlardan birinden alışveriş ederek gerekli olan acil ihtiyaçlarını giderdi. Tam minibüse yöneldiğinde aniden durdu. Etrafına bakındı. Az ötede, caddenin karşısındaki kasap henüz kapanmamıştı. İçerde temizlik vardı. Sevindi. Hızlı adımlarla içeri daldı;
--- Selamünaleyküm
--- Aleykümselam, abi. Kapatıyoruz.
--- Farkındayım. Et almaya gelmedim. Bir ricam olacak. Evimin yakınlarına oldukça bakımsız, zayıf bir köpek bırakılmış. Ne zaman beni görse bir umutla yanıma gelip gözlerini gözlerime dikiyor. Boş ellerle yanından geçip gitmek içimi sızlatıyor. Birkaç kemik parçanız varsa çok makbule geçer. Ücreti neyse öderim.
Genç kasap elindeki süpürgeyi kenara koyarak içeri yöneldi. Çok geçmeden elinde bir poşet dolusu kemikle görünmüştü. Metin Beyin sevincine diyecek yoktu.
--- Ücreti ne kadar?
--- Ücret gerekmez abi. Bugünküler benden olsun.
Metin Bey teşekkür ederek ayrıldı kasaptan. Vardığında minibüs de kalkmak üzereydi. Yol boyunca "Garip" adını taktığı köpeği düşünüyor, "İnşallah sokakta görürüm de, karnını bir güzel doyururum" diye dua ediyordu. Zira annesiyle meşguliyetinden dolayı Garib’i ihmal etmiş, elleri genellikle boş olarak eve dönmüştü.
Minibüs üç yolcusuyla yirmi dakikada evin yakınındaki durağa varmıştı bile.
İstanbul’daki Dolmabahçe’nin devamı olarak düşünülüp, tasarlanan bu Hıyaban Yolu yine mis gibi kokuyordu. "Keşke bu yol babam hayatta iken yapılmış olsaydı. Yaprak temizliği çok daha kolay olur, çok daha az yorulurdu" diye geçti içinden. Kimsenin görünmediği gecenin bu vaktinde çınar ağaçlarının görünmez yuvalarından adını bilmediği sayısız kuş türünün ahenkli cıvıltıları yayılıyordu. Muhtar Mehmet Bey tasarruf kapsamında sağlı sollu dizilen sokak lambalarını yakmasa da, uzun aralıklarla ışıldayan iki üç lamba da idare ediyordu. Arada bir sağına soluna bakıyor, Garip’i yokluyordu.
Tam ümidi kesmişti ki, az uzaktan evinin kapısının önündeki bir cismin hareket ettiğini gördü. Bu o’ydu. Geleni tanımış, geçmiş kavgalardan izler taşıyan çelimsiz, yorgun bedenini umuda doğru sürüklüyordu.
"Bu torbalardan birinde bir parça yiyecek vardı muhtemelen. Olmalıydı!"
Metin Beyin eli boş eve dönüşüne alışık olsa da, yitirmemişti umudunu.
Karşı karşıya geldiklerinde gözlerini poşetlerden ayırmış, Metin Beyin gözlerine dikmişti. Sessiz bakışlarında tek bir sual saklıydı. Beklentisi boşa değildi. Sezmişti bunu.
Uygun bir köşe tesbit ederek kemiklerin tamamını yere boşalttı Metin Bey. Garip hareketsiz duruyor, bir kemiklere, bir de dostuna bakıyordu. Hayalinin ötesinde bir ziyafet vardı bu gece.
Metin Bey bahçe kapısını açıp eve giderken gecenin sessizliğini bozan artık kuşların cıvıltısı değil, kemiklerin çatırtısıydı. Geri döndü, bir süre izledi.
Çok mutluydu Metin Bey. Kapıyı arkasından kilitleyip dairesine girdiğinde huzurluydu. Acıkmıştı da aynı zamanda. Demliği ocağa koyup, kahvaltılık türünden bir şeylerle masayı donattı. Uzun zamandır haberlere de bakmamıştı. Bir yandan televizyon seyrederken, bir yandan da ekmek arasında zeytin, peynir, domatesi iştahla midesine indiriyordu. Taze soğan bile vardı.
Yolculuklar onu hep yoruyordu. Bu kez de öyle olmuştu. Yatsıyı edanın ardından kendini yatağına bıraktı...
Ertesi gün soluğu yine annesinin yanında almıştı. Zaman hızla geçiyor, Zülbiye Hanımın sağlık durumu her geçen gün daha da kötüleşiyordu. Metin Bey, artık senenin büyük bölümünü ailesinden ve çocuklarından ayrı geçiriyor, annesi ile ilgili gelişmeleri yakından takip ediyordu. Daha düne kadar hiç tanımadığı, varlığından dahi haberdar olmadığı bir hastalık konusunda ne kadar da çok şey öğrenmişti. Alzheimer, hakikaten mahiyeti muamma, tahammülü zor, yıpratıcı, kötü bir illetti...
Havalar soğumaya yüz tutmuştu. Yağmurlu ve soğuk havalar Metin Beye göre değildi. Oldum olası soğuktan çabuk etkilenir, üşürdü. Özellikle de el ve ayakları! Yaş ilerleyince bu rahatsızlık daha da sıkıntılı bir hâl almıştı. O sebepledir ki, ne zaman sonbaharın ayak sesini alsa, ufukta seyahat görünüyor... Berlin’e ailesinin yanına kaçmaya çalışıyordu.
Vakit yine o vakitti. Son telefon görüşmesinde aldığı habere göre, Pakize Hanımın evde bakımı zor gelince Mine Hanım dayanamamış, annesini bir huzurevine yerleştirmek zorunda kalmıştı. Bu kararın kendisine ne kadar acı vermiş olabileceğini tahmin etmek zor değildi. Bu arada çocukların yine annelerini üzdüğünü de öğrenmişti. Hatta, aralarında senelerce süren bu anlaşmazlıklar tahammül sınırını zorlayınca, evin küçük delikanlısı Yusuf artık taşınmaya karar vermişti. Uzun zamandır ihmale gelen bu mesele acilen çözüm gerektiriyordu.
Olumsuz haberler bununla da sınırlı değildi. Berrin Hanımın uzun süredir üstesinden gelemediği yüksek tansiyon problemi endişe verici bir hâl almıştı. Öyle ki, ilaç almamaktaki inadı kırılmış, her gün belirli saatlerde ölçümler yapmaya başlamıştı. Aşırı yorgunluk, baş ağrısı ve dikkat dağınıklığı sadece mesleğini olumsuz etkilemekle kalmamış; bir yandan halledilmesi gereken rutin işler, öte yandan önemli yazışmalar aksamaktaydı.
Her seyahat öncesinde olduğu gibi, bu sefer de binanın tamamı gözden geçirilmiş, gereken temizlik yapılmış, bir gün önceden valiz hazırlanmıştı.
Berlin’e dönmeden önceki son ziyaretinde Huzurevi yetkilileriyle tekrar görüşerek, Zülbiye Hanımın severek yediği kuruyemişleri bakım elemanlarına teslim etmişti. Kilo kaybının önlenmesinde hayli etkili olan kuruyemiş listesi, dişlerin işlevini kaybetmesi sebebiyle zamanla kısalmış, bir süredir kuru kayısı, dut kurusu, kuru incir, kuru üzüm gibi nisbeten yumuşak sayılan çeşitlerden oluşmaktaydı.
Metin Bey annesinin bulunduğu kata çıkarken merdivenlerde bakım elemanlarından Hacer Hanımla karşılaştı. Zülbiye Hanım banyodan sonra uyuma ihtiyacı hissetmiş, yatağına yatırılmıştı. Hava almaya çıkarmak mümkün olmasa da, annesini görmesine engel yoktu. Sessizce odaya girdiğinde Zülbiye Hanım uyuyordu. Başucundaki sandalyeye çökerek ellerini iki elinin arasına aldı. Kırışan bu eller ilk günkü gibi narin, kuruyan bu ten ilk günkü gibi sevgi ve şefkat kokuluydu. İncitmekten imtina eder gibiydi Metin Bey. Çehresinde beliren mimikler, parmaklarındaki titremeler Zülbiye Hanımın yine rüya âleminde olduğunu gösteriyordu. Uzun bir süre izledikten sonra, başını usulca eğip, yanağını annesinin ellerinin üzerine koydu. Dizlerine baş koyduğu günleri anımsar gibiydi. Yanağından süzülen yaşlara mani olamamıştı. Başını kaldırdığında Zülbiye Hanımın gözleri hafifçe aralanmış, minik bir tebessümün ardından yine kapanmıştı. Huzurlu görünüyordu. Metin Bey avcundaki ellere sevgi ile bir öpücük daha kondurup yastığın kenarına bırakırken yüreğinde kopan fırtınanın tek tanığı annesinin avcuna bıraktığı göz yaşlarıydı.
Eve gelirken karşılaştığı tanıdık ve komşular, çehresini saran hüzünden Metin Beyin yine annesini ziyaret ettiğini anlamışlardı. Bahçe kapısından içeri girerken Mehmet Bey de kümesi sökmekle meşguldü;
--- Merhaba Mehmet.
--- Merhaba Abi.
--- Kolay gelsin. Hayırdır? Dağıtmışsın kümesi.
Kırdığı tahtalardan çıkan tozlar içinde kalan Mehmet Bey, Metin Beye doğru birkaç adım ilerleyip bir basamağın üzerine oturdu. Yorulduğu her hâlinden belli oluyordu. Cebinden çıkardığı sigaradan bir tane çekip yakarken anlatmaya başladı;
--- Yoruldum Abi. Bir yandan AVM’deki işim, öte yandan arada bir de olsa gittiğim tesisat işleri... çocuklar... Eve fazla vakit ayıramıyorum. Yemiydi, temizliğiydi... Kümesin işleri de az değil. Verdiğim emeğe zahmete değmiyor yani. Yağmurda çamurda daha da zorlaşıyor. İlan vermiştim. Bir kısmını daha önce satmıştım. Kalanları da bugün gelip aldılar. Şimdi de söküp temizliyorum gördüğün gibi.
Dönüp baktığında kalan kısmın bugün bitmeyeceğini anlamıştı. İçinden "sonra hallederim" diye geçirmiş olacak ki;
--- Abi birazdan semaveri hazırlayacağım. Çocuklar da uzun zamandır dedelerini soruyor. Müsaitsen çaya gelebilir misin?
Metin Bey Mehmet Beyleri daha ilk günden itibaren kiracı olarak değil, aile bireyleri olarak görmüş, aynı sevgi ve muhabbeti onlarda da bulmuştu. Altı yaşındaki Nisa Nur’un aksine, üç yaşındaki Elif Nur çok hareketli ve sevgi doluydu. Ne zaman Metin dedesini görse, açılan kollarına koşup, omuzundaki yerini alıyordu.
Çocuklar dedelerinin sesini duyar duymaz balkondaki salıncaktan inmişler, Elif Nur yine koşarak, çığlık atarak dedesine yapışmıştı. Bu sevgi ve davete ilgisiz kalmak olmazdı. Mehmet Beyin odun semaverinde demlenen çayına hayır demek de olmazdı zaten.
--- Olur Mehmet. Benim de iki saatlik bir işim var. Tamamlar gelirim inşallah.
Çok geçmeden çeşit çeşit kuruyemiş ve çikolatalarla aşağıya inmişti Metin Bey. Metin Beyin irmik helvasına düşkünlüğünü bilen Derya Hanım bu akşam da yine hazırlığını yapmış, ağabeyinin tatlısını ihmal etmemişti. Geniş balkonda kurulu sofra, neşeyle çınlayan çocukların sesi, yudumlanan demli semaver çayı eşliğinde anbean koyulaşan sohbet doyumsuz mutluluk vermiş, seyahat öncesi güzel bir vedaya dönüşmüştü. Metin Bey kalktığında vakit yine gece yarısını bulmuştu...
...
Berlin’e döneli henüz üç hafta olmuştu.
Metin Bey yoğun geçen bir günün yorgunluğuyla koltuğa kurulduğunda, gözü, sesi kısılmış olan televizyondaki görüntülere takılmıştı. Olağanüstü bir durum olduğu fark ediliyordu. Sesi biraz daha açarak izlemeye koyuldu.
Haberlerde Covit 19 adı verilen tehlikeli bir virüsten bahsediliyordu. Çin’in Vuhan bölgesinde çıktığı belirtilen bu virüs ölümcül ve bulaşıcıydı. Zaten çok geçmeden hasta sayısı süratle artmaya, hastaneler yetersiz kalmaya başlamıştı.
İlerleyen günler içinde bunun sıradan bir felaket olmadığı anlaşılmıştı. Televizyonlar, sokaklarda yerlere serilmiş sahipsiz cesetleri gösteriyordu. Herkes korku ve panik içinde korunma çareleri arıyordu. Uçuşlar iptal ediliyor, sınırlar kapatılıyordu. Alınan önlemlerle hayatın olağan akışı bozulmuş, özgürlükler olabildiğince kısıtlanmış; maske, mesafe ve hijyen herkesin ezbere bildiği kavramlar hâline gelmişti.
Herkes korku filminde gibiydi sanki. Oysa yaşananlar gerçeğin ta kendisiydi. Maskesiz gezmek suç, tokalaşmak, sarılmak yasaktı. Bu önlemler arasında trajikomik görüntüler de ortaya çıkmaya başlamıştı. Kuyumcuların kapılarına yapıştırılan "Maskesiz Girilmez" uyarı yazısı bu örneklerden sadece bir tanesiydi. Zorlansa da, insanlar tehlikenin farkına varmış, alınan önlemlere uyma konusunda oldukça gayretliydi.
Tüm dünya insanlarının ancak birlikte üstesinden gelebilecekleri bu felakette istisnai de olsa, uyum sağlamakta isteksiz, inatçı insanlar da vardı tabi. Komplo teorilerinin havada uçuştuğu bu ortamda, gelişmiş sözde medeni devletler havalimanlarında birbirlerinin sağlık malzemelerine el koymaya, hatta çalmaya başlamıştı. Gelişmeler öfkeye, devletlerarası husumete sebep oluyor, olaylar öngörülmesi zor bir hâl alıyordu.
Bu hengâmede, virüsün varlığını henüz yoğun olarak hissettirmediği Türkiye, ani gelişen ve süratle yayılan pandemiden etkilenen ülkelere sağlık malzemeleri sevkiyatına başlamış, yardım elini uzatmıştı. Bu ülkeler arasında Avrupa Birliğinin güçlü bilinen devletleri de bulunuyordu.
İlk dalgada Amerika, İspanya, İtalya, İngiltere bu salgından en fazla etkilenen ülkelerdi. Hastanelerin yoğun bakım istasyonları dolmuş, maske dağıtımı yetersizliği tartışmaları da beraberinde getirmişti.
Her geçen gün artarak korkunç görüntülere sebep olan bu bulaşıcı virüsün beklendiği gibi kısa sürede yok olmayacağı anlaşılmıştı. Peyder pey iptal edilen edilen uçak seferleri Metin Beyi endişeye sevketmişti. Uzun süre annesini ziyaret edememe ihtimali gözünü korkutuyordu. Soğuyan havaya rağmen bir an önce yeniden Yalova’ya gitmeliydi.
Düşüncesini açıkladığında Berrin Hanım hayli şaşırmıştı. Üzgündü aynı zamanda. Daha bir ay bile olmadan yeniden Türkiye’ye gidecek olması yüreğini burksa da, eşini kararından vazgeçiremeyeceğini biliyordu. Söz konusu anne olunca kabullenmekten başka çaresi yoktu. Bu kez gönülsüz olsa da, hiç bir şey hissettirmeden eşinin valizini toplamasına yardımcı oldu.
…
Uçak havaalanına tam vaktinde varmıştı. Yanında bavul olmadığından beklemesine gerek kalmamıştı. Pasaport kontrol kısmı da sair günlere nazaran daha az kalabalıktı. Çok sürmeden işlemler tamamlanmış, alanın dışındaydı. Az ilerleyince, feribot iskelesinden geçen otobüsün hareket etmek üzere olduğunu gördü. Koşar adımlarla ilerledi. Otobüsün yanına yaklaştığında kapılar da yeni kapanmıştı. Şoför, beklentisini boşa çıkarmamış, yarım açtığı ön kapıdan içeri almıştı.
Metin Bey, güneşli havanın da etkisiyle, koltuğa oturduğunda hayli terlemiş olsa da çok mutluydu. İşlemlerin bu kadar çabuk hallolup, feribota vaktinde yetişebileceğini tahmin etmemişti. Biraz acele ederse, annesini bugün ziyaret edebileceğini düşünüyordu. Çok da acıkmıştı. Kalan kısa süre içinde ekmek arası köfte ve ayran alıp feribota geçti.
Feribot fazla kalabalık değildi. Hareket eder etmez, açık alandaki boş koltuklardan birine oturdu. Köfte-ekmeğini yerken, vatanının ne kadar güzel olduğunu düşünüyordu. Emekli olan on binlerce Alman, Türkiye’ye yerleşip doğanın, baharın, rahatın ve huzurun tadını çıkarırken, Almanya’da yaşamak zorunda kalmak acı veriyordu. Çocukların okul durumu, farklı sorumluluklar kısa zamanda dönmelerine izin verecek gibi görünmüyordu. Denizi seyrederken yine anılara dalıp gitmişti.
Yapılan anons iskeleye yanaştıklarını haber veriyordu. Minibüs durakları da hemen yakındaydı. İstikamet huzurevi, annesi Zülbiye Hanımdı.
Zaman, her illetin olmasa da, çoğu derdin ilacıydı. Geçen yıllar içinde Metin Bey de annesinin hastalığını, tedavisinin imkânsızlığını kabul etmiş, kanıksamıştı. İlk günlerin, ayların dayanılmaz acıları, yerini sessiz hıçkırığa bırakmıştı. Yürek yangını alevli olmasa da közleri kül içinde saklıydı.
Mevcut durumu kabullenmenin ve kısmî huzurun belli başlı üç sebebi vardı; Zülbiye Hanımın Türkiye’nin en donanımlı ve güzel Bakımevlerinden birinde bulunması, bakım elemanlarının güler yüzlü, gayretli ve vicdanlı olması, annesinin hasret hüznünü hissetmemesi. Metin Beyi önceleri en fazla yıpratan da bu sonuncusuydu. Ankara dönemindeki ziyaretlerin ardından, ayrılırken annesinin ardından bakışlarını unutamıyordu.
Hiç bir zaman da unutamayacaktı…
Gelmişti. Girişte kimlik kontrolü yapıldıktan sonra hızlı adımlarla binaya doğru ilerledi. Yıllar içinde tanıdığı bir kaç çalışanla selamlaştıktan sonra annesinin bulunduğu birinci kata çıktı. Alzheimerli hastaların bölümü tedbir amaçlı olarak kilitli bir kapı ile ayrılmıştı. Sol tarafta doktor ve hemşire odaları vardı. Ortalıkta kimsecikler görünmüyordu. Metin Beyi tanıdıklarından, kimseden izin alması gerekmiyordu. Kilitli kapıya yöneldiğinde hemşire ile karşılaştı;
--- Merhaba Metin Bey, hoş geldiniz!
--- Hoş bulduk. Almanya’dan bugün geldim.
Annemin durumu nasıl?
Müsait mi? Yanına gidebilir miyim?
--- Tabi, görebilirsiniz. Sağlığı iyi. Yemeklerini de kendisi yiyebiliyor. Bir problem yok.
Metin Bey annesinin odasına yöneldiğinde aklına uçakta doldurduğu belge ve uyarılar geldi. Kısa bir tereddüt geçirdi. Başını çevirdiğinde hemşirenin odasına henüz girmediğini fark etti;
--- Merve Hanım! Bakar mısınız!
--- Buyurun Metin Bey.
--- Uçakta doldurduğumuz formlarda, virüs bulaşma ihtimalinden dolayı, yurt dışından gelen yolcunun hiç vakit geçirmeden kendisini karantinaya alma mecburiyeti vardı. Annemi görmemde bir sakınca var mı?
Bakışlarından, Merve Hanımın şaşırdığı anlaşılıyordu. Üstelik tedirgin de olmuştu;
--- Siz şurada oturun, ben Müdür beye bir sorayım.
Müdür beyin odası alt katta olmasına rağmen, kendi odasına yöneldi. Az sonra elinde bir aygıtla geldiğinde durum anlaşılmıştı. Aleti alnına dayayarak ateşini ölçtü. Normaldi. Metin Bey ellerini dezenfekte ile temizledikten sonra uzatılan maskeyi de alarak yüzüne taktı;
--- İsterseniz siz bahçeye geçin, ben müdür beye bir danışıp size haber veririm.
Metin Bey, istese kalan üç adımlık mesafeyi de kapatıp annesini sevgiyle, doyasıya kucaklayabilirdi. En azından, araya mesafe koyarak da olsa bu hasreti sonlandırabilirdi. Ne yazık ki, durum hayli ciddi, hastalık ölümcüldü. Annesine ve beraberindeki hastalara virüs bulaştırma ihtimali büyüktü. Sorumlu davranmalıydı. Öyle de yapıyordu zaten.
Bahçedeki bir banka daha yeni oturmuştu ki, güvenlikte görevli Erdoğan Bey yanında bitiverdi. Tanışıyorlardı. Merhaba deyip, hal hatır sormak için gelmişti. Maskeli hâlini garipsediği belli oluyordu. Biraz da müstehzi bir edayla;
--- Hayırdır Metin Bey, bu ne?
--- Virüse karşı önlem. Yurt dışından gelenlerden bulaş riski çok fazlaymış. Ben de bugün Almanya’dan geldim de... o nedenle maske takmam gerekiyor. Hatta aramızda mesafe de olması gerek.
--- Yok abi, bize evelallah bir şey olmaz.
Virüsü küçümsediği, olayın vahametini kavramadığı belli oluyordu. Metin Bey, yanından ayrılmanın nezaketsizlik olarak algılanacağının farkındaydı. İstemeyerek de olsa, sohbeti sineye çekmiş, lakin kısa tutmuştu. Tekrar binaya yöneldiğinde bu kez Müdür beyle karşılaştı. Acelesi var gibiydi;
--- Merhaba Müdür Bey, nasılsınız?
--- Teşekkür ederim Metin Bey, iyiyim. Hoş geldiniz.
Hemşire hanımla görüştüm. Sizden ricam, annenizle görüşmemeniz. Az önce güvenliğe de haber verdim. Yurt dışından gelenlere giriş yasağı getirdik. Talimatlar o yönde.
Müdür Bey kibar adamdı. Emrivaki yapmaktan ziyade, kararı Metin Beye bırakmış, rica etmekle yetinmişti. Sorumlu davranacağını biliyordu. Nitekim yanılmamıştı da.
Başını kaldırıp, annesinin bulunduğu odanın balkonuna baktı. Çok üzgündü. Belli ki, kader imtihanda hüzünlü yeni bir sayfa açmıştı. Yapacak bir şey yoktu. Kimliğini almak üzere güvenliğe doğru giderken, Müdür Bey Metin Beyin üzüntüsünü fark etmiş, arkasından sesleniyordu;
--- Metin Bey, arzu ederseniz annenizi balkona çıkarsınlar, uzaktan görün!
Fena fikir değildi. Bir an duraksadı. Annesinin balkona çıkarılması demek, yatağından indirilmesi, üzerinin giydirilmesi, iki bakım elemanı tarafından tekerlekli sandalyeye oturtulması demekti. Narin vücudunun, eklemlerinin acıyacağı kesindi. Tanımayacağı, konuşamayacağı evladını görmesinin Zülbiye Hanım için en ufak önemi, anlamı yoktu.
Bir kaç saniye içinde bunları düşünmüş, kararını vermişti;
--- Teklifiniz için teşekkür ederim Müdür Bey. Anneme eziyet olabilir. İnşallah, kısa zamanda durumlar düzelir de, odasında ziyaret ederim.
Huzurevinin önündeki durağa yaklaşan minibüse rağmen yine yürümeyi tercih etmişti. Attığı her adımda sıkıntısının hafiflediğini düşünüyordu. Bazen bir kerede yirmi km., hatta bazen daha uzun mesafe yürüdüğü oluyordu. Evden Huzurevine de bir kaç kez gidip gelmişti. Zihinsel yorgunluk, fiziksel yorgunluğun gölgesinde kaldığında geçici de olsa rahatlıyor gibiydi.
Vakit hayli ilerlemiş, çok da acıkmıştı. Yiyecek hazır bir şey olmadığından, eve bu şekilde gidemezdi. Böyle acil durumlarda ayağının istikameti belliydi. Yine öyle oldu. Minibüsten iner inmez Tabiat Cafe’ye yöneldi.
Coşkun Bey eşi İnci Hanımla yol kenarına yakın masada oturmuş, oyuncağı ile meşguldü. Cep telefonları dünyayı avuçlara sığdırdı sığdıralı, büyük küçük herkese boyun eğdirmişti.
Metin Beyin gelişini ilk farkeden İnci Hanım olmuştu;
--- Aaaa... Metin Abi! Ne zaman geldin?
Coşkun Bey yine gözlüklerinin üzerinden bir bakış fırlattıktan sonra kalkmış, her zamanki muzipliğiyle masasındaki sandalyeyi çekerek yer göstermişti.
--- Hayırdır Hacı Abi! Havalar ısınmadan gelmezdin! İnşallah bir problem yoktur.
--- Yok... yok. Herhangi bir problem yok çok şükür. Pandemi sebebiyle gelişimi öne aldım.
Sohbet sırasında, henüz vakalar artmadığından olsa gerek, virüsü pek ciddiye almadıkları anlaşılıyordu. Cesaretle cahilliği birbirine karıştıran insanların az olmadığı bir ülkede bunun yadırganacak bir yanı yoktu. Nitekim dayısı da görüşme sırasında söz virüse ve önlemlere gelince, "Yok be yav, Müslümana virüs dokunmaz!" demişti.
Yemeğin üstüne bir Türk kahvesi de iyi gelmişti. Artık gitme zamanıydı...
Daha geleli iki gün olmuştu ki, önlemler çerçevesinde Almanya Türkiye arasındaki uçuşlar da askıya alınmıştı. Haberlere göre Almanya’da da halk temizlik malzemelerine hücum etmiş, raflarda tuvalet kâğıdı kalmamıştı. Olan yerlerde ise satışa sınırlamalar getirilmişti. Bir kişiye bir paket tuvalet kâğıdı!
Daha düne kadar filmlere senaryosu yazılsa abartılı bulunulacak komik manzaralar trajikomik hâlde gün geçtikçe sıradanlaşıyordu. İnsanlar, sahip olduğu nimetlerin çokluğunu ve kıymetini kaybettikçe anlamaya başlamıştı.
Böyle bir ortamda şehrin gürültüsünden uzak, geniş bahçeli ferah bir evde yaşama imkânı servet niteliğindeydi...
Cemrelerin ardından bağrını açan toprak tabiata renk katarken, virüsün kısa sürede gitmeyeceği anlaşılmıştı. Nevbahar eski baharlara benzemiyordu. Şen şakrak çocukların cıvıltısından uzak parklar sessizliğin koyu karanlığına gömülmüş, hüzünlüydü.
On dakika mesafede bulunan Gökçedere Barajı ve çevresindeki yeşil alan Metin Beye için büyük nimetti. Neredeyse her gün yürüyüşe çıkıyor, kuş cıvıltıları arasında mis kokulu tertemiz havayı teneffüs ederek neşe içinde evine dönüyordu. Annesini ziyaret edemese de yakınında bulunmanın huzuru vardı. Yalnızlığın verebileceği rahatsızlığı kaleminin dostluğuyla gideriyordu.
Kardeşinin Yalova’da olması İbrahim Bey için de güzel bir fırsattı. Pandemi günlerinde Ankara’da kalmaktansa, Yalova’ya gitmek daha mantıklı ve güzeldi. Zaten bir hava değişimine ihtiyacı da vardı.
...
Dokunamasa bile, uzaktan da olsa annesini görebileceğini ümit eden Metin Beyin bütün umutları Dr. Kader Hanımla yaptığı görüşme ile iyice dağılmıştı. Bir ay diye öngörülen süre belirsiz hâle gelmiş, uzaktan görüşmek bir yana, bakım elemanları için dahi sıkı önlemler getirilmişti. Çalışanlar, Huzurevinde iki hafta boyunca zorunlu ikamete mecbur tutuluyor, iki haftada bir vardiya değişiyordu. Yaşlıların virüse yakalanma ihtimali büyük, bağışıklık sistemleri zayıftı. Ayrı bir özen ve dikkat gerektiriyordu. Kuralları kabul etmekten başka yapacak bir şey yoktu.
Yalova’da yaşamaktan mutlu olsa da, annesini görme ihtimali ortadan kalkınca Metin Beyin burada kalması doğru olmazdı. Bu zor dönemde ailesinin yanında bulunmalıydı. Dönüş planları yaparken gelen telefon gidişini ertelemesi gerektiğini gösteriyordu. Zira İbrahim Beyler iki gün sonra Yalova’da olacaktı.
Hazırlıklar başlamıştı. Metin Bey tüm listeyi bir kez daha kontrol etti. Çok geçmeden alışveriş yapılmış, tüm eksikler tamamlanmıştı.
İbrahim Bey, eşi Feyza Hanım ve kayınvalidesi Kudret Hanım bahçe kapısından içeri girerken bulgur pilavı pişmiş, menü hazırdı. Maske ihmal edilse de, pandemi sebebiyle mesafeli durmakta fayda vardı. Bu bulaşıcı virüsün şakası yoktu. Pençesine düşenler korkunç şekilde kıvranarak, acı çekerek ölüyordu. Garipseseler de, uzaktan merhabalaşmaya dikkat ederek, birlikte, İbrahim Beyin gelirken getirdiği malzemeleri araçtan eve taşıdılar.
Feyza Hanım ev işlerinde oldukça maharetliydi. Gelirken leziz kurabiyelerin yanı sıra soğutucunun içine ev yoğurdu, bir kaç kavanoz salça koymayı da ihmal etmemişti.
Abartılmadığında zaman zaman yalnız kalmanın da ayrı bir güzelliği vardı. Lakin insanı mutlu eden, sevdiği, değer verdiği insanlarla birlikte olmak, aynı ortamı, aynı sofrayı paylaşmak, demli bir çayı yudumlarken sohbetin tadına varmak, aynı havayı solumaktı.
Tekdüzelikten kurtulan hayatı Metin Beyi çok mutlu etmişti.
Kudret Hanımın ilerleyen yaşı ve sağlığı gezmeye elvermediğinden, Feyza Hanım genellikle evde annesiyle kalmak zorunda olsa da, Metin Bey ağabeyi ile sık sık uzun yürüyüşlere çıkıyor, yol boyunca sohbet ediyorlardı. Hayat şartları bugüne kadar böyle bir imkân sunmamıştı.
Abi kardeş adeta yeni tanışıyor gibiydiler. Her geçen gün birlikte olmaktan, duygu ve düşüncelerini paylaşmaktan büyük mutluluk duyuyorlardı.
Bir hafta kadar geçmişti ki, haber bültenlerine huzurevlerine ziyaret yasağının esnetildiği haberi düşmüştü. Bu ani karar değişikliği evde büyük sevince yol açmıştı. Gerçi henüz daha uyulması gereken kurallar vardı, ancak Metin Bey buna da razıydı. Annesini görmeyeli üç aydan fazla olmuştu. Nihayet Berlin’e dönmeden annesini yeniden görebilecekti.
İbrahim Bey Dr. Kader Hanımla konuşmuş, ziyaret için gereken randevuyu almıştı.
Heyecan ve büyük bir mutluluk içinde -her zamanki gibi- küçük kaplara mevsimlik taze meyvelerden koymuş, bakım elemanlarına teslim edilmek üzere yumuşak kuruyemişlerden de hazırlamışlardı.
Kurum’a yaklaştıklarında İbrahim Bey telefon ederek on dakikaya kadar orada olacaklarını haber vermişti. Arabayı park ederken bakım elemanı da Zülbiye Hanımı tekerlekli sandalye ile nizamiyenin bulunduğu bölüme yaklaştırmış, çite iki metre mesafede bekliyordu. Arada engel olsa da daha fazla yaklaşmak yasaktı.
Metin Bey, her gelişte olduğu gibi, bu kez de annesinin nasıl tepki vereceğini merak ediyordu. On adım öteden gelenlerin mutebessim çehreleri Zülbiye Hanımı sevindirmiş, heyecanlandırmıştı;
--- Yavruuuuum
Oturduğu tekerli sandalyede kolları kuş kanadı gibi açılmıştı.. Heyecanı belirgin olsa da, ne kadar tanıyıp neler hissettiği bilinemiyordu.
Metin Beyler için annelerinin sevgi dolu bakışı, her tebessümü bir ömre bedeldi. Mutluluk vesilesiydi. Cevabı meçhul sayısız soru olsa da, anlık tanıma dahi çocuklarını yine çok mutlu etmişti. Metin Bey öne doğru hamle yaparak;
--- Anacığııım... Nasılsıın?
Bak, sana abimi getirdim.
Canım anam... Seni çok seviyorum.
Zülbiye Hanımın çocuklarını sarmak, kucaklamak için açılan kolları bir süre boşlukta asılı ,kalmış, ardından yorgun şekilde dizlerinin üzerine düşmüştü. Virüs denen belâ, hasta bir ananın evlatlarını bağrına basmasına müsaade etmemişti.
Zülbiye Hanım tabi ki ne bulaşın farkındaydı, ne de yasakların. Anlamını bilmediği, hiç bir zaman da bilemeyeceği bir tuhaflık vardı.
Bakışları boşluğa takılmış, artık konuşulanlara da tepki vermiyordu. Ne düşündüğü bir muammaydı. Öyle de kalacaktı.
Az önceki neşesinden eser kalmamış, mimiklerin kaybolduğu çehresinde bakışlara hüzün bulutları çömüştü.
Metin Beyin annesini gülümsetebilmek için yaptığı gayret, tüm muziplikleri boşa gitmiş, sadece avcuna konan kuruyemişlere konsantire olmuştu.
Metin Bey her şeye rağmen, her zaman olduğu gibi yine "Buna da şükür, Allah bu günlerimizi aratmasın" diyordu. Çıkılan hayat merdiveninin bundan sonraki her basamağının çok daha zorlu ve hüzünlü olacağının farkındaydı.
Süratle dünya geneline yayılan bulaş birçok kısıtlamaları beraberinde getirse de Metin Beyler fazla etkilenmiyordu. Bunda şehir merkezinden uzakta, sakin bir muhitte oturmalarının yanı sıra, evin bahçeli ve geniş olmasının, on dakika mesafede de baraj bulunmasının önemi büyüktü. Özellikle de barajı çevreleyen orman nefes almak, dinlenmek için mükemmel imkânlar sunuyordu.
Bir-iki saatlik mesafeler ve hep aynı güzergâh kesmiyordu artık. Planda baraj çevresindeki geniş ormanlık alan gezisi vardı. Yürümekten mutluluk duyanlar için bundan güzel ne olabilirdi!
Sabah mükellef bir kahvaltı sonrası hazırlık başlamıştı. Dönüş vakti kestirilemeyen bir gezi için yiyecek ve içecek eksik olmamalıydı. İbrahim Bey bu konuda tecrübeli ve özenliydi.
Bir gün önceden hazırladığı listeye göre götürülecekleri sırt çantalarına yerleştirirken, Metin Bey de çayları termoslara doldurmuş, büyük bir keyifle ağabeyini izliyordu. Gıpta ediyordu aynı zamanda. Ne bir telaş, ne ellerde titreme... Eli her işe yatkın ve oldukça becerikliydi. Malzemeleri teker teker kutulara yerleştirirken dahi, hacimden tasarruf ediyor, boşluk bırakmıyordu. Her şey tamamdı.
Papatya tarlası gibi sarp bir patika yoldan çıkarak, kestirmeden baraj girişine vardıklarında daha şimdiden terlemişlerdi. Yakıcı bir bahar günüydü. Ağaç gölgesinin olmadığı açık alanlarda güneşin insafı yoktu. Şapka giymekle ne iyi etmişlerdi.
Kilidi kırık eskice sürgülü kapı araç geçişlerine engel olsa da, yan tarafındaki boşluk yayaların geçmesi için müsaitti. İçeri girmeden önce İbrahim Bey telefonundan arkadaşını arayarak, ormana girdiklerini, akşam saat altıya kadar aramazsa jandarmayı durumdan haberdar etmesini tembihlemeyi de ihmal etmemişti. Bu arada gözüne kestirdiği baston boyunda iki ağaç parçasının mukavemetini test etmiş, sağlamlığından emin olunca birini kardeşine vermişti. Metin Beyin bakışlarındaki şaşkınlığı görünce;
--- Burası orman. Ne ile karşılaşacağımız belli olmaz. Ormandan çıkana kadar yanından ayırma!
Metin Bey sopayı alırken ağabeyinin mimiklerinden tehlikenin derecesini okumaya çalışıyordu. Gerçi çevre köylülerden bu ormanda domuz, kurt, çakal, ayı olduğunu duymuştu ama pek ciddiye almamıştı.
Ağabeyinin yüz ifadesi hiç şaka yaptığı izlenimi vermiyordu. Aklına birden, avcıların belli zamanlarda av köpekleriyle ormana gittikleri geldi. Başlardaki heyecan yerini ufak da olsa bir tedirginliğe bırakmıştı.
Sopayı aldı. Bir de kendisi inceledi. Muhtemel bir ayı için hayli zararsız görünüyordu. Ağabeyinin sopası daha kalın ve sağlamdı. İçine sinmemişti. Etrafa bir göz atınca, ormandan çıkanların kenara attığı çok daha sağlam bir ağaç parçası gördü. Eline de yatmıştı. Kavradığında, kendisini savaşa hazır nefer gibi hissediyordu...
...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.