- 861 Okunma
- 1 Yorum
- 5 Beğeni
988 – DÖRT KAPI
Onur BİLGE
“Yaratılanlara bakmamız, onlar hakkında düşünerek Allah’a ulaşmaya çalışmamız isteniyor ama onları ne kadar, nereye kadar algılayabiliriz ki! Yedi kat gök yaratılmış, görebildiğimiz yıldızlar, ancak ışıkları bize ulaşabilenler… Ulaşamamış olanlar saymakla tükenecek gibi değil. Zaman o kadar uzun, o kadar geniş ki! Eksi sonsuzla artı sonsuz arası diyelim. Neresindeyiz zamanın? Bir bakalım ve akletmeye çalışalım eksisini ve artısını sonsuzluğun. Galiba onu akletmek, bir yerde varlığı sonsuz olan Allah’I bir nebze de olsa idrak edebilmek demektir ama hayal âlemimiz buna uygun değil. Bir o değil, bütün azalarımız, akıl sır ermez yaratılıştaki varlıkları bir yere kadar algılayabiliyor ve orada kalıyor. Onun için olsa gerek ki yaratılanlardan Allah’ı hakkıyla idrak etmemiz olanaksız. Akıl da bir yere kadar eşlik ediyor ve o da bir yerde durmak zorunda kalıyor. Aczimi anlıyor, Allah’I gönlümde arıyorum.” dedi Orçun. Mahir de:
“Allah bana öyle olaylar yaşatıyor ki O’nu onlarla buluyor ve aşk raddesinde sevmekte olduğumu hissediyorum. Aklımdan geçeni önümde buluyorum. Bunu tek bilen var. O da malum! O zaman O beni seviyor ve anında nimetlendiriyor, ben de O’nu seviyorum. Çünkü ikramın kimden geldiğini biliyorum. Bazen aksi de oluyor. Niyetimi bozduğumda, içimden geçirdiğim kötülükler ayağıma dolaşıyor, belamı buluyorum. Bunu hak ettiğimi düşünüyor, nereden ve neden geldiğini biliyor, mecburen kalbimi düzelterek af dilemek zorunda kalıyorum.” dedi.
“Allah akılla anlaşılmaz. Akıl ancak aracılardan biridir. İnsandan kul olması bekleniyor. Kâinatın sırlarını çözmek beklenmiyor. Onun için kendinizi zorlamanız gereksiz.
Gözlerimizin görüş alanı, kulaklarımızın duyabilme kapasitesi ve beynimizin çalışan bölümü çok az... Her uzvumuz tam kapasite çalışmış olsaydı, akıllı insan kalmazdı!.. Hepimiz akli melekelerimizi kaybetmiş olduğumuzdan sorgudan sualden muaf olurduk. Bu konuya daha önce de girmiş, aczimizi bir kez daha kabul ederek haddimizi bilmiştik.” diye katıldı sohbete Sadullah Bey. Orçun yine:
“Allah’ın yarattıkları hakkında edindiğimiz cüzi bilgiler bile bizi hayret ender hayret hallere gark ediyor, aklımızı kaçıracağımızı zannediyoruz! Belki de atıl kapasite, ahiret hayatımızda kullanıma geçecek. Ne dersiniz?” diye düşüncelerini bildirdi. Sadullah Bey:
“Bilemeyiz ki evladım! Ancak Allah, bizi ilgilendiren şeylerle meşgul olmamızı, verdiği bilgilerle ve donanımla ahiret hayatımızı düşünerek amel etmemizi, kendimizi cehennemden kurtarmaya çalışmamızı emrediyor. Yarattıklarının sırlarını çözmekle görevlendirmiyor. Her şeyi tüm ayrıntılarıyla bilmemizi isteseydi, ya algılama gücümüzü ve idrakimizi biraz daha açardı. ya da bize gereken her şeyi bildirdiği Kuran-ı Kerim’de kafamızda oluşabilecek bu tür soruların cevaplarını da tane tane anlatırdı.
Melekler hakkında detaylı açıklama yapılmamış. İradesiz, emre itaatte kusur etmeyen latif varlıklar oldukları bildirilmekte. Onlar için “Allah’ın kızları…” denmesi üzerine: “Onlar onları görmüşler mi!” diyor. Göremediğimiz duyamadığımız şeyler hakkında akıl yürütmemizi istemiyor. Bize bahşetmiş olduğu beden, dünya hayatımızda her bakımdan bize yetecek kadar donatılmış. Yaratılışta az veya fazla bir şey yok. Her şey ihtiyaç nispetinde… Tam kararında… Yine bu yaratılışımızla, en büyük nimet olan aklımızı kullanırsak, dünyada da ukbada da kendimizi kurtarabiliriz. O da bize yetecek kadar verilmiş. Beynimiz tam kapasite çalışmıyor. Fakat: “Allah’ım! Bana ne kadar akıl verdin ki benden ne bekliyorsun!” diyemeyiz. Her şeyi bilmemiz de gerekmez. Allah’ı bilen, her şeyi biliyor demektir. Allah, her şey değildir ama her şeyi yaratan, işleten ve idare edendir. İman ve ibadetten muaf olanları biliyorsun.”
“Allah’ı bilmek… Ne kadar kolay söyleniyor ama o kadar kolay olmasa gerek.” dedi Mahir. Bilebildiğimiz kadarıyla yetinebiliriz ama yeterli midir, onu ancak Allah bilir. Düşünüyorum da asırlardır bu insanlar neden nefis ve ruh terbiyesi için birilerinden yardım istemişler? Demek ki yalnız başlarına becerememişler. Yardıma ihtiyaç duymuşlar. Evlerini, yerlerini yurtlarını terk etmişler, ellerinde âsâları, kilometrelerce yol gitmişler. Tasavvufta dört kapıdan bahsediliyor. Onları birer birer açıp girmeden kâmil insan olunamayacağı söyleniyor. Acaba giderek daralan, daraldıkça girmenin zorlaştığı bu kapılardan geçildiğinde sırlar çözülecek mi? Hakikâte ulaşmak bu kadar mı zor ki ona varabilmek için Şeriat, Tarikat ve Marifet kapılarından geçmek gerekiyor? Onların anahtarlarının başta imanla güzel ahlak olmak üzere ibadet, zikir, fikir ve iyilikler olduğu söyleniyor. Günümüzde de o rehber şahsiyetler var mı acaba? Varsa neredeler? Onlara nasıl ulaşılabilir?”
“Eskiden bilgiye ulaşmak çok zordu. Şimdi kitaplar var. En önemlisi rehberimiz olan Kur’an var. Elimizin ulaşacağı yerde ve anlayabileceğimiz her dile çevrilmiş vaziyette. Akıl der ki Kur’an’a tâbi ol! Kimin ne niyette olduğunu anlayabilmek için öncelikle onu oku ve anlamaya çalış. Kıstas o olacağına göre rehber olarak gösterilen kişileri, Kur’an’a göre değerlendir. O zaman doğru yolda olup olmadıklarını öğrenir, ya yollarını izlemeyi ya da kendilerinden fersah fersah uzaklaşmayı tercih edersin. Şablon Efendimizdir! Her bakımdan ona benziyor, onun dediklerini diyorsa, onu dinleyebilir, yazdıklarını okuyabilirsin. Onun dedikleri, Allah’ın dedikleri veya demesini istedikleridir. Çünkü o, kendiliğinden konuşmaz ve kimseyi doğru yolun dışına sevk edecek sözler söylemez. Kişiye Allah yeter! Peygamberler de rehberlik eder.” Define de sessiz kalamadı:
“O kadar kuzu kılığında kurt var ki! Allah onların şerrinden hepimizi muhafaza eylesin! Elini verirsin, kolunu kaparlar! Bu işler, tehlikeli işler! Siz siz olun, yaldızlı sözlere kanmayın! İşittikleriniz, ayetlerle bağdaşıyorsa kabul edin, aksi halde reddedin! Kör kör körlerin peşlerine takılmayın, din kisvesi altında faaliyet gösteren din düşmanlarına yem olmayın! Size nasihatim de vasiyetim de budur!” dedi.
“Neler gördü bu gözler, neler duydu bu kulaklar! Dedeniz doğru söylüyor. O kadar casus var ki içimizde! Senden benden dindar görünen, hatta cami imamlığı yapan, nafileleri bile hassasiyetle yerine getirerek göz boyayan… Niyetleri dışarıdan anlaşılamaz. Alttan alttan akan yeraltı suları gibidirler. Fikriyatlarını bilemezsiniz. O kadar sinsidirler ki yavaş yavaş zehirlediklerinin farkına bile varamazsınız. Bir de bakmışsınız ki yanlışın tam orta yerindesiniz! Onun doğru yolda olduğuna o kadar inanırsınız ki yanlışta olduğunuzu bile anlayamazsınız! Açık açık söylense, doğruya davet edilseniz de kabul edemezsiniz. Beyniniz yıkanmıştır. Onca zaman yürüdüğünüz yolun, en emin ve en yakın yol olduğunu sanırsınız.” diye onu doğruladı Sadullah Bey. Define yine söze girdi ve:
“Ne kadar iyi niyetli, iyi huylu, Allah yolu arayan arkadaşların, sapıkların, akıl hastaların peşlerine takıldıklarını gördüm. Aralarında Mesih olduğunu söyleyenler mi istersiniz, Allah’tan vahiy aldıklarını iddia edenleri mi? Peygamberliğini ilan eden, seyyid olduğunu ispatlamaya çalışan birinin sağ kolu olma yarışında birbirleriyle mücadele edenleri gördüm. Akıl ve ilim, burada işe yarar ve görevini yapar. Akılsız insan da ilimsiz ibadet ve güzel amel de bir işle yaramaz.
Ancak faydalı ilim olmalı! Faydasız ilimden Allah’a sığınıyor, ilminizle amel etmeyi tavsiye ediyor, kurtuluşa erenlerden olmamızı niyaz ediyorum!” diye konuyu kapattı.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 988