- 386 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZERİHA
REŞADİYE 1893
Karesi il merkezinin kuzey, Fırt nahiyesinin güney batısında kalan, Bandırma İzmir tren yoluna bir saat yürüme mesafesindeki, yeşillikler içindeki bu cennet köyden kopup gelmeleri, hiç üzmemişti Fatma’yı. Köydeki evin sundurmasında divana oturup sırtını yasladığında, sağ tarafında Çataldağ’ın kardan bembeyaz olmuş yeşillikler içerisinden sivrilerek mavi göklerle kucaklaşan çatal zirvesini, sol tarafta da Keltepe’nin, yeşilliklerden hiç nasip almamış tepesini hayaller kurarak seyrettiği günler geldi aklına. Çocukları Ayşe ve Mustafa, eşi Mehmet’le artık onlar için yeni bir dünya olacak olan bu küçük sevimli kasabadaki evinde.
Fırt nahiyesinde evlerinin sundurmasında ki tahta divanda otururmuş Çataldağ’ı seyrederken tüm bunlar bir filim şeridi gibi gözünün önünden geçti. Buradaki yeni evinden de Çataldağ gözüküyordu ama, ona öyle heybetli falan bakmıyordu. Çevresini saran yamaçlardan sıyrılıp, o heybetli bakışlarını, onun umut dolu, siyah uzun saçları arasında kırpış, kırpış bakan kahverengi gözlerine atmıyordu. Bu Çataldağ, köyündeki o heybetli Çataldağ değildi sanki.
Mehmet ve Fatma’nın yeni taşındıkları ev Fırt nahiyesinin kışla tarafında ücra bir köşede, Keçibayırı denilen tepenin alt tarafındaydı. Evin tahta kapısından çıkıp sola döndüğünde yirmi metre yukarıda Balıkesir ana yolu vardı. Bursa Balıkesir yolu buradan geçiyordu. Karşılarında hiç ev yoktu. Tam karşılarında üzüm asmaları, meyve ağaçları arasında derme çatma bir baraka vardı. Buraya hemen hemen her gün yaşlı bir karı koca gelir, ellerinde çapa, çepi, burasını eker biçer, kuyudan bakraçla taşıdıkları suyla ektiklerini sulardı. Buraya geldiklerinde eşyalarını indirirken onlara, ilk yardım elini uzatan onlar oldu, Ellerinde testi ile yanlarına gelmiş, testide ki buz gibi soğuk suyu ikram etmiş, bahçeden topladıkları, meyve ve sebzeleri onlara vermişti. O günden sonra Ayşe’nin bir dedesi, bir ninesi daha olmuştu, Hüseyin dede ve Cemile teyze. Onların yeni evinden elli metre kadar kışla tarafına gittikten sonra, az ileri sol tarafta geniş, yemyeşil bir bahçenin içinde oldukça güzel, iki katlı ahşap bir konak vardı. Bahçenin ön tarafı boydan boya tahta bir çitle kapatılmıştı. Bu çitin tam ortasında at ve kağnı arabalarının gireceği kadar geniş ve yüksek iki kanatlı büyük bir bahçe kapısı vardı. İlk yıllarda onlara en yakın komşuları bu evde oturan daha önceki yıllarda Bulgaristan’dan gelen komşularıydı.
Fatma’nın kocası Mehmet’in dedesi ve babaannesi Bulgaristan da ölünce Razgrad’ta ki bağ, bahçe tarla ve evler önce miras yoluyla paylaşıldı. Sonra da, göçmek isteyenler buradaki paraya çevrilebilecek tüm mallarını Türk ve Bulgar komşularına yok pahasına sattı. Kardeş çocuklarından bir kısmı burada kaldı. Bulgarlar milliyetçiler artık orada oturan Türklere, müslümanlara pek rahat vermiyordu. Zaten sessiz sakin kendi halinde bir insan olan babası Ahmet’e de mal mülk adına pek bir şey kalmamıştı. Amcaları, enişteleri en verimli tarlalara el koymuştu, babasına da dağ, bayır taşlık araziler kalmıştı. Yıllardır oturdukları geniş avlulu, dört göz odalı kerpiç baba evi zaten onlara yetmiyordu. Damlarındaki hayvanlarda gün ve gün gittikçe azalıyordu. Yokluk son safhadaydı. Avrupa için için kaynıyor, Osmanlıya karşı büyük bir başkaldırı başlamıştı Müslümanlar bir bir bu topraklardan atılıyor, terk edilmeye zorlanıyordu. 1877-1878 deki Osmanlı Rus savaşı yenilgisi Osmanlı’yı bu topraklarda iyice bitirmişti. Mehmet savaş bittikten beş sene sonra doğmuştu. Savaşta köyün bütün gençleri kırılmış, köyde erkek kalmamıştı. Babası Ahmet bu savaştan sağ çıkan sayılı insanlardan biriydi. Artık bu topraklarda hiç birinin mal ve can güvenlikleri yoktu. Zaten Mehmet için, şimdiye kadar dünya dediği gözünün gördüğü, varlık dediği babasının, sofraya koyduğu, gerçekse ağızlarından çıkan sözdü. İlimse duvarda asılı duran musaf. Bu topraklardan Osmanlının yavaş yavaş çekilişi, burada kalanları çaresizlik içine itti. Buraları onların ana vatanıydı. Burada doğmuşlar, mezarlarını buraya kazmışlardı. Babaları, dedeleri ataları bu topraklarda yatıyordu. Bu topraklarda sevmişler, en büyük aşklarını burada yaşamışlardı. Gel de tarihini geçmişini burada bırak, vatan diye yeni diyarlar ara. Bu çoğunun zoruna gidiyordu. Ama çocukların, doğacak çocukların yarınları ne olacaktı bu topraklarda. Bu da madalyonun öbür yüzüydü. baz köylerde Bulgar çetelerin katliam haberleri gelmeye başlamıştı. Kendi köylerinde böyle bir sorun yoktu, Bulgar komşularıyla yıllarca bir arada, yıllarca kardeş gibi yaşamışlar, birbirinden kız alıp vermişlerdi. Osmanlının Rusya yenilgisi, Yunanistan’dan çekilmesi, buralarda yaşayan Türklere, Müslümanlara karşı tutumları değiştirmişti. İşin gerçek yönü balkanlar artık kaynayan kazandı. Yıllardır Osmanlı idaresinde yaşayan bölge halkı, içindeki ezilmişliğin, yıllardır yaşadığı mağduriyetin faturasını masaya koymuştu. herkes geldiği yere diyordu. Milliyetçilik duyguları öne çıkmış, kırk yıllık dostlar birbirine buruk bakar olmuştu. Anadolu’ya akın akın göç başlamıştı. Bulgaristan, Yunanistan, balkan göçmenleri, yurdun çeşitli bölgelerine yerleşiyor, yaşama tutunabilmek için kendi topraklarında varını yoğunu harcıyordu. Osmanlı Arabistan çöllerin de kıyıma uğramış, binlerce şehit vermişti. Kısacası her cephede yenilgi vardı. Bu savaş ortamında Bulgaristan’ın Razgrad ilinde yaşayan Ahmet eşi Emine ve ailesi, çevrede ve köylerinde yapılan baskılara daha fazla dayanmayarak, 1893 yılında tüm mallarını yok pahasına elden çıkararak, kardeşleriyle birlikte Türkiye’ye göç etti. Çok zor koşullar da uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra, önceden buraya yerleşen akraba ve komşularının önerisine göre Karesi sancağının Fırt nahiyesinin güzel köyü Reşadiye’ye, bazı komşu ve akrabaları da, Fırt nahiyesine ve Bursa’ya yerleşti.
Fırt nahiyesi bir sene önce yani 1892 Yılında aşırı göç aldığı ve nüfusu 1100’ü açtığı için Karesi sancağınca, Karesi sancağına bağlı nahiye yapılmış, buraya kaza teşkilatı kurulmuştu. Bundan sonra diğer nahiyelerde olduğu gibi burada da pazar kurulmaya başlamıştı. Fırt nahiyesinde eğitim bu yıllar İnebey vakfınca kurulan medrese, okul ve camilerde arapça olarak veriliyordu. Mehmet arif efendi (Rüştiye), Muharrem efendi (Hüsnü hat muallimi), Hasan efendi (ibtidaiye muallimi) gibi hocalarda Fırt nahiyesinde eğitim veren hocalarının önde gelen kişileriydi.
Not
’’1880 ve 1890 yıllarda karesi sancağında eğitim.
Osmanlı devletinde müslüman ve gayrimüslim öğrenciler ibtidai (İlkokul) ve rüştiye (Ortaokul) düzeyinde ayrı ayrı okullarda öğrenim görmektedirler. Hal böyleyken kayıtlarda Dursunbey ilçesinde Müslümanlara ait okullarda 6 erkek 7 kız öğrencinin öğrenim görüyor olması dikkat çekicidir. Ayvalık’ta ise hiç müslüman okul yokken, müslüman öğrencilerin Hiristiyan okullarına gittiğine ilişkin bir bilgi bulunmamaktadır. Gayri müslümlerin en yoğun yaşadığı ilçe olarak Ayvalığı, Erdek ve Burhaniye takip etmektedir. Erdek’te üç nahiyesi ile birlikte (Kapıdağ, Paşalimanı, Marmara) toplam 30 okulda 1470 Gayrimüslim öğrenci öğrenim görmektedir. Aynı bölgede yalnızca 9 okulda 248 öğrenci Müslüman öğrenci vardır. Balıkesir’de 670 Müslüman ilk okulunda (sübyan ve ibtidai) toplam 23.223 öğrenci öğrenim görürken, 61 Gayrimüslim ilk okulunda toplam 5.485 öğrenci öğrenim görmektedir. Buradan bir müslüman ilk okulunda ortalama 35 öğrenci öğrenim görürken bir Gayrimüslim ilk okulunda 90 öğrenci gördüğü anlaşılmaktadır. Rüştiyelerde ise tersine bir durum söz konusudur. Bir Müslüman rüştiyede ortalama 68 öğrenci okurken bir Gayrimüslim rüştiyede ortalama 35 öğrenci okumaktadır. 9 Müslüman rüştiyede 614, 3 Gayrimüslim rüştiyede 104 öğrenci öğrenim görmektedir. 1886 yılında Balıkesir (merkez), Kepsut, Dursunbey, Gönen, Burhaniye, Bandırma, Edincik, Bigadiç ve Edremit’te bir rüştiye bulunmaktadır. Ayvalık, Burhaniye ve Erdek’te ise birer gayrimüslim rüştiyesi bulunmaktadır. 1901 kayıtlarında biri kız diğeri erkek öğrencilere hizmet veren Balıkesir’de iki, Ayvalık’ta iki rüştiye, Bandırma’da bir Rum bir Ermeni Rüştiyenin 1889 yılında faaliyette görünmesine karşılık, 1889 yılı verilerinde bu okullarla ilgili bilgilere rastlanamamıştır’’
1883 yılında Razgrad’ta doğan Mehmet, babası Ahmet’le vatan yollarına düştüklerinde on yaşında bir çocuktu. Balkanlarda, Kafkaslarda, Yemen çöllerinde süren savaşın bilançosu çok ağırdı. Osmanlı da toprağa, savaşa, vergiye dayalı ekonomi bitmişti. Padişahlık saltanatı borç batağı içindeydi. Bu ekonomi sarayın, ordunun masrafına yetmiyordu. Fabrika yoktu, üretim yoktu, ülkedeki madenler ve ticaret yabancıların uyruklu vatandaşların elindeydi. Osmanlının dört bir cephede süren savaşları nedeniyle her mahallede, her hanede birkaç kayıp, birkaç şehit vardı. Dul ve yetim çoktu. Eli iş tutacak erkek kalmamıştı. Askere alınanlar gününde teskere alamıyor, evlerine gelemiyordu. Mehmet 1903 yılında askere çağrıldı. Malum savaş yılları, o yıllar askere giden helalleşip çıkıyordu baba ocağından, dönüşü belli değildi. Askerlik gittiği cepheye göre 3-4 sene sürebiliyordu. Mehmet asker gitmeden önce köyünde kendinden iki yaş küçük komşularının kızı Fatma ile evlendi. O yıllar aileler, ana babalar bir an önce torun sahibi olmak istiyordu. Oğlan gelmezse hiç olmazsa torun kalırdı ana babaya bakacak. Mehmet askere giderken geride gözü yaşlı bir eş bırakmıştı. Fatma evlendikten kısa bir sür sonra hamile kaldı. Herkes cepheye giderken Mehmet’in tayin yeri Amasya oldu. O yönden şanslıydı. Çünkü Arabistan çöllerine giden pek dönmüyordu.
Mehmet askerdeyken bir kızı oldu, adını Ayşe koydular. Yıl 1903. Ayşe babayı görmeden yürümeye başlamıştı bile. Mehmet’in hiç izine gelme şansı olmadı. Para yoktu, vasıta yoktu. Yollarda eşkiyalar, çeteler çoktu. Nasıl gelsin. Fatma’nın özlemi, doğduğundan dört ay sonra varlığını, eline ulaşan, sağda solda çok dolaşmış, iyice sararmış bir mektupla öğrendiği kızının hasreti yiyip bitiriyordu Mehmet’i. Amasya’dan Erzurum’a gönderildi. Sıhhiyeci idi. İki sene süren askerlikte sık sık hastalandı, Erzurum’un soğuk buz gibi geceleri, yorucu görev onun hassas bedenini epey yıpratmıştı. Çok duygusal bir çocuktu, Eşinin, kızının hasreti onu dert sahibi etmişti. Uzun müddet hastanede yattı. 1905 yılında teskere aldı. Köyüne sağ salim dönen şanslı gençlerdendi, ama yorgun bedeni çaresiz bir illet kapmıştı.
Askerden dönen Mehmet baba evinde pek rahat değildi. İki kız kardeşi bir erkek kardeşi daha vardı. Kardeşleriyle ayni evin çatısı altında iki çocukla yaşamak zor oluyordu, Köydeki bağ bahçe kime yetecekti. Babası Ahmet yaşlanmış evin bütün yükü ona kalmıştı. Zaten amcaları ile de araları iyi değildi. Mehmet döndükten sonra küçük kardeşi Hasan da askere gitmişti. Onun da ne zaman döneceği belli değildi. Mehmet babası Ahmet ve annesi Emine’yi ikna ederek Fırt nahiyesine yerleşmeye karar verdi Orada kendine bir iş kurabilir, kasabadaki okula kızı Ayşe’yi gönderebilirdi. Fatma da köyü istemiyordu.
Mehmet ve Fatma Reşadiye köyünde karların yavaş yavaş eridiği, doğanın yeşillere büründüğü günlerde bir mandanın çektiği kağnı arabasına yükledikleri eşyaları ile Fırt nahiyesine yola çıktılar. Diğer eşyaları da at arabasıyla arkadan gelecekti.
Fırt nahiyesinde oturan teyze oğlu Sami’nin, kendi evlerinin bitişiğinde kasabanın güneyinde askeri kışla tarafında, keçi bayırının alt tarafında onlara kiraladığı geniş bahçeli iki odalı bir eve yerleştiler. Evin geniş bir de büyük bir damı vardı.
İlk sermayeleri köyden getirdikleri bir inek ve altı tanede koyundu. Birkaç tane de tavuk. Mehmet sabah onları alır Keçibayırının dik yokuşunu yavaş yavaş tırmanarak, tepedeki otlaklarda onları otlatırdı. Teyze oğlu Sami ona can yoldaşı oldu. Onların her ihtiyacına koşturuyordu. Önce bahçeye güzel bir ekmek fırını yaptılar, sonra tavuklara kümes, Sami’nin elinde her iş geliyordu. Eşi ile Fatma da çok iyi anlaşıyorlardı. Onlarında Ömer adında Ayşe yaşlarında bir çocukları vardı. Fatma köydeyken iki aylık hamileydi. Ayşe’ye kardeş gelecekti. Mehmet eşini mümkün olduğu kadar yormamaya çalışıyor, onun bir dediğini iki etmemeye çalışıyordu. Mehmet’in de hasta olduğunu bilen babası köyden onların yanına kız kardeşini gönderdi, abisine, yengesine yardımcı olsun, minik Ayşe’ye de baksın diye. Zamanla komşularının tüm hayvanlarına, karşılarındaki amca ve teyzelerin bahçelerine de onlar bakmaya başladı. Keçi bayırı, onların evlerine oldukça yakındı. Genel de bu mahallenin hayvanları otlatmaya oraya götürülürdü. Keçi bayırında pek ağaç yoktu, yemyeşil mera idi. Şehir tarafında ise bağ ve bahçeler vardı. Mehmet’in en büyük zevki hayvanları meraya saldıktan sonra, tepedeki su yalağının yanı başında duran çınarın altına oturup, kaval çalmaktı. Kaval çalmayı asker ocağında öğrenmişti. Köyden getirdiği kocaman bir kurt köpeği onun en yakın arkadaşıydı. Merada otlayan hayvanlar ona emanetti. Hayvanların yanına ondan izinsiz kimse yanaşamazdı. Buradan Fırt ovası ve Kocadere’nin kıvrım kıvrım ovaya yayılışının gösteren manzara çok güzeldi. Derenin karşısında yeşillikler içinde kayıkçı köyü vardı. Baharda yağmurlarla birlikte coşan Kocaderenin suyu, aşağıdaki tüm ovaya yayılır, bağ bahçeyi sel basardı. Çataldağ’ın endamlı karlı zirvesi de burada çok güzel gözükürdü. Dağda eriyen kar sularını aşağı taşıyan çaylak deresinin en gür aktığı günler bahar günleriydi. Dağdan gelen Çaylak deresi aşağıdaki panayır meydanının karşısında Kocadere ile (Simav) birleşir hep beraber Marmara denizine doğru uzun bir yolculuğa çıkardı. Sular azalmadan buradan karşıya geçmek imkansız idi. Çaylak suyunun geldiği vadiye Çaylak denirdi. Burada iki adet değirmen vardı, Birinci değirmen büyük iki katlı taş bir yapının içindeydi. Değirmenin çarkı suyun akışı ile çalışır. Kasabanın yanı sıra yukarı dağ köyleri, Gürece, Yaylaçayır, Kalfaköy, Gürece, Kayıkçı, Buzağılık gibi çevre köylerin buğdayını öğütürdü. Biraz daha vadinin içinde dere yatağında ilerleyince ileride ikinci değirmen vardı. Asırlık çınar ağaçlarıyla doluydu bu vadi. Buradaki Çaylak suyu yamaç kıyısına yapılan 1.5 km.lik bir kanal vasıtası ile büyük değirmene taşınır ve buradaki değirmenin su çarkını çevirirdi. Daha yukarılarda, büyük kayalıklardan oluşan dik bir yamaçtan akan şelale vardı orada da üçüncü bir değirmen vardı. Değirmenler aşırı sellerden korunmak için hep yamaçlara yapılmıştı. Dereden kanallar vasıtasıyla getirilen sular değirmenin çarkına ulaşır, su aktığı müddet değirmen çalışırdı. Çaylak suyunu kaynağı Çataldağ’da eriyen karlardı. Bu tatlı su zirvede büyük kaya yığınlarında oluşan kanyonların içinde geçerek aşağıya hızlı bir debiyle inerdi. Yörenin en güzel suyuydu. Bu su daha sonraki yıllarda burada yapılan dinlenme havuzlarında, dinlendirilip, borularla Fırt nahiyesine getirilmiş ve belirli yerlerde çeşmeler yapılarak halkın ihtiyacına sunulmuştu. Koca derede balıkta boldu, genelde olta balıkçılığı yapılır, sular azaldığında serpme atılırdı. Bandırma tarafındaki kara derede bol bulunan yayın balığına, bazen Kocadere de de rastlamak mümkündü. Dereden daha çok Sazan ve yöresel adı Söğütcük olan, bol kılçıklı, tadı oldukça güzel olan 20 cm boylarında balık tutulurdu.
Mehmet’in mahalle komşuları Kayıkçı köyünden salcı Kadir bir alt sokakta otururdu. Kayıkçı köyüne ve çaylak yoluna en uygun yere sal teli gerilir, buraya sal konur ve sal, kış ve bahar aylarında suyun akış gücüne göre çalışırdı. Sal ile at arabaları, at, eşek, inek, koyun gibi hayvanlar rahatlıkla taşınırdı. Sal sadece yoğun sel olduğu ve suyun iyice azaldığı zamanlar çalışmazdı.
Sal için derenin en dar yeri, yani arabaların bineceği ve suyun akışının uygun olduğu yerler seçilirdi. Buzağılık köyünün oraya, tahta köprünün altına da sal konurdu. Onuda Buzağılık köyü salcıları işletirdi. Koca dere dağdan yoğun kum getirdiği için, dere yatağından geniş kumluk alanlar oluşurdu. Bu oluşum esnasında dere yatağının akışı bazı seneler değişir. Bu değişim sonucu salın konduğu yerde değişirdi. Yaz sonunda Çataldağ’dan toplanan odunlar eşeklerle sala bindirilip, karşıya geçirilip Susurluk’a getirilir burada satılırdı. Salın çalışmadığı günlerde Çataldağ’da ki dağ köylerine araba ile gidiş Kemalpaşa köprüsü üzerinden yapılırdı. Ayrıca Buzağılık köyünde tahta bir köprü vardı, bu köprüden sadece yayalar, at veya eşek geçebilirdi. Çoğu seneler onu da dağdan gelen sel suları alıp götürür, sular azaldığı zaman tekrar yapılırdı. Mehmet çobanlık yanında ayni zamanda mahallenin doktoru gibiydi, asker ocağında öğrendikleriyle, burada konu komşuya yardım ediyor onların iğnelerini yapıyordu.
Yaz sıcağının keçi bayırının meralarını cayır cayır yaktığı 1907 Temmuz sıcağının son saatlerinde oğlu Mustafa doğdu. Doğum evde olmuştu. Karşı bahçe komşusu Cemile teyzenin doğumda çok yardımı olmuştu.
Günler, aylar gelip geçiyordu, Mustafa’da Ayşe’nin peşinden sokakta çamurlar içinde oynamaya, ona arkadaşlık etmeye başlamıştı bile. Her şey çok iyi gidiyordu, bahçesinde iki küçük, abla kardeşin koşturduğu, bu güzel ev adeta cennetten bir köşe olmuştu. Tahta sokak kapısının yanındaki dut ağacı artık dut, bahçenin aşağı kısmındaki asmada üzüm vermeye başlamıştı. Mehmet kuru sıska yapısına rağmen herkesin yardımına koşuyor, evlerinde erkek olmayan komşuların bahçelerini kazıyor ekiyor, bağlarına bahçelerine bakıyor, evine ekmek getiriyordu. Yılda iki kez ilk bahar ve sonbaharda Kocadere kenarında yapılan panayıra katılıyor, Orada hayvan alıp satıyor. Akşamları da orada sucuk ekmek satan teyze oğluna yardım ediyordu. Eşi Fatma ve çocukları Ayşe ve Mustafa’yı sık sık burada kurulan elle dönen dolaplara götürür, Onları salıncaklara bindir, onlara cambazların, sihirbazların yaptığı o müthiş gösterileri izletirdi. Çocuklar dondurmalarını da yedikten sonra ailece teyze oğluna yardım ederlerdi. Üç gün süren panayır boyunca kasabada hayat canlanır, esnafın yüzü gülerdi. Kasabanın köylerinden dağından, bayırından, at eşek sırtında, at arabaları ile yürüyerek gelen köylüler, getirdikleri, peynir, yağ, tavuk, koyun gibi mallarını satar, yağ, şeker, gaz yağı ihtiyaçlarını alırlardı. Panayır yerinde aydınlanma gaz lambaları ile olurdu. O yıllar her ev gaz lambası ile aydınlanırdı. Dondurmacılar dağdan, Kalfaköy, Yaylaçayır köylülerinin, her sabah erkenden eşeklerin sırtında getirdikleri buzlu kar ile dondurma yaparlardı.
Mustafa iki yaşına kadar baba kucağı görebildi. Ne kadar dikkat etse de bu hastalık onu bırakmıyordu. İyileşir umutları yavaş yavaş tükeniyordu. 1909 yılında daha 26 yaşında olan Mehmet içinde taşıdığı bu illet hastalığa daha fazla direnemedi. Öksürüğü artmış, iyice halsizleşmişti. İki hafta sonra yatağa düştü. Balıkesir’deki doktorlar yapacak bir şey yok demiş, eve göndermişlerdi. Anne babası iki haftadır yanlarındaydı. Fatma’nın kucağında çaresiz bakışlar altında hayata veda etti. Ölümü tüm aileyi yasa bürüdü. Fatma iki çocukla dul kalmıştı. Mart’ın 14’ü, soğuk bir kış günüydü, Bir hafta önce yağan kar henüz kalkmamıştı. Sokağın diz boyu karlı çamurunda yürümek imkansızdı. Cenazesi çok az sayıdaki eli ayağı tutan mahalle komşuları tarafından bir gün sonra zorlukla kaldırıldı. Reşadiye köyü yolu kapalı olduğu için oradaki akrabalar bile haber ulaşamadı. Dağ bayır kardı. Kasabanın merkezinde çarşı camisinde kılınan namaz sonucu, istasyon yolundaki şehir mezarlığına gömüldü.
Mehmet’in ölümünden sonra abileri Fatma’nın köye dönmesini istediler ama ikna edemediler. Anne yoktu, baba yoktu. Ne yapacaktı köyde. Fatma tuttuğunu koparan bir kadındı, bağ, bahçe işlerinden, hayvan bakımlarından anlardı. Burada kalıp çocuklarıma bakmak, onları okutmak istiyorum dedi. Hatta kadın başına Bandırma veya Balıkesir’e (Karesiye) gitme hayalleri vardı. Orada ortaokul, lise de vardı. Köyde babadan kalan mallardan payına düşenden bir kısmını yok pahasına abilerine ve amcalarına satarak, oturduğu bu evi satın aldı. Bu damda keçi, koyun besleyip, evin geçimini sağlamaya başladı. Fatma hasat zamanı köye gider, orada kışlık erzak ne bulurlarsa, at arabasına atar evlerine getirirdi. Ayşe ile kardeşi Mustafa bazen keçileri alır onları otlatmak için keçi bayırına gider, keçiler otlarken annesinin onlara gösterdiği otları, mantarları toplardı. Askeri kışla onlara oldukça yakındı. Fırt nahiyesinde büyük bir askeri levazım birliği vardı. Balıkesir yolunun sağ tarafı Buzağılık köyünün karşısı cephanelikti. Buradaki ağaçlık alanlarda hep askeri depo olduğu söylenirdi. Çevresinde hep silahla nöbet tutan askerler vardı. Askerler akşam yemeğinden kalan karavana fazlalıklarını, ekmek atıklarını, nizamiye kapısının önüne getirir, burada bekleyen fakir fukaraya dağıtırdı. Akşam üzere burası, ellerinde kap kaçak bekleyen çocuklarla dolardı. Ayşe ve kardeşi Mustafa da bu çocuklardan biriydi. Fatma kocası Mehmet’in genç yaşta ölmesine rağmen evlenmeyi düşünmedi. Zaten çevrede ne evlenecek erkek ne de genç vardı. Osmanlı Afrika’da, Asya’da birçok cephede savaşıyordu. Çok zor günlerdi. Buğday un bulurlarsa ekmeklerini kendi yapıyorlardı. Fatma tüm olumsuzluklara rağmen Ayşe’yi okutmak istiyordu. Karşı komşuları Hüseyin dede de onlara destek çıkınca. Ayşe 1911 yılında Fırt nahiyesinin tek okulunun 55 nolu öğrencisi olmuştu. 1900 li yıllarda Fırt nahiyesinin nüfusu köyleriyle beraber 11.000 cıvarında, toplam okul sayısı da 39 du. Bandırma o zaman nüfus bakımından Balıkesir’den büyüktü. Burada Rum, Ermeni, ve Yahudi asıllı vatandaşlar yoğunluktaydı ve onun için burada okul çok vardı. En yakın ortaokul ise sadece Balıkesir, Bandırma ve Gönen’de vardı. Fırt nahiyesinde ilkokul Ayşelerin oturduğu mahalleye çok uzaktı, kış gelip soğuklar bastırınca, çamur yollarda okula gitmeye çalışan Ayşe, artık okula gidemez olmuştu, Fatma’da Mustafa’yı bırakıp onu okula götüremiyordu. Ayşe eski yazıyı sökmeye başlamadan okulu bırakmak zorunda kaldı.
1914 yılında Osmanlı savaşa girince, Mehmet’in Teyze oğlu Sami de diğer mahalle gençleri gibi askere gitti. Mahallelerinde sadece ileri de ki konakta oturan Adil ve eşi kalmıştı. Herkes cephede, Yemen’de, Libya’da, Çanakkale de idi. Gidenden haber gelmiyordu. Köyde eli silah tutan herkes askere, Kuvayi Milliyeye çağrılmıştı. Fırt nahiyesi güvenli değildi. Güney Anadolu işgal edilmiş, Yunan İzmir’e girmişti. Ve sonunda tüm cephelerde savaş kaybedilmiş, İngilizler İstanbul’u işgal etmiş. Yunan Fırt nahiyesine kadar gelip kapılarına dayanmıştı. Ülkede genel seferberlik ilan edilmişti. Osmanlı ordusu teslim olmuş, silah bırakmıştı. Anadolu’ya geçen Gazi Mustafa Kemal panik içinde olan halkı, kuvayi milliye çatısı altında mücadeleye çağırıyordu. Eli silah tutan tüm gençler Anadolu’ya Kuvayi milliye ye katılıyordu. Karesi de de kuvayi milliye ordusu kuruldu. Yunan askeri bir yanda Çerkez Ethem ve Aznavur’un çeteleri bir yanda ortalığı kasıp kavuruyordu Kuvayi milliyecilerle bunlar arasında çetin savaşlar yapılmaya başlanmıştı. Eşkiya çeteleri ulaşabildikleri köylerdeki köylülerin ellerindeki hayvanların çoğuna el koymuşlardı, çoğu köylü hayvanlarını dağa, ormana kaçırmıştı. Asker kaçakları ve eşkiya dağda, bayırda köylüyü rahat bırakmıyordu. Ayşe ve Mustafa bu zor günlerin çocuklarıydı. Bu zor günlerde yaşama tutunan sayılı çocuklardan idi. Kurtuluş savaşında çok gece aç yattıkları oluyordu. Fatma’nın kol kanat gerdiği çocuklarının bir daha okula gitme şansı hiç olmadı. Onlarda Yunan işgalinde evlerini terk edip, köye gitmişlerdi. İşgal döneminde çocuklarını alıp köydeki baba evinde bir göz odaya sığındılar. Köyde zaten genç erkek yoktu, çoğu cephedeydi. Bütün işler yaşlı dedelerin, kadınların üzerindeydi. 30 Eylül 1920 başlayan Yunan işgali tam iki sene sürdü, 5 Eylül 1922 de Mustafa Kemal’in ordusu önünden kaçan Yunanlılar, her tarafı yakıp yıkarak bu toprakları terk ettiler.
Mustafa da artık 16 yaşına gelmiş, eli silah tutan bir erkek olmuştu. Ayşe de güzel alımlı, boylu poslu bir genç kız. Yunanlılar Fırt nahiyesini terk edip, kaçınca Fatma çocuklarıyla tekrar evine geldi. Evine pek zarar gelmemişti, ama bakımsızlıktan harap olmuştu. Komşularıyla hep birlikte yardımlaşarak, balçık çamuru ve samanla yaptıkları kerpiç ile evlerini onarıp yeni ilave oda yaptılar.
Gün geldi yetim Ayşe serpilip büyüdü, mahallenin genç kızları arasında göze çarpmaya başladı. Ve beklenen gün geldi ve Ayşe’ye talip çıktı. Mahmut’tu damat adayının adı. Aşçı Mahmut. Arnavut’tu damat adayı. Askerden yeni gelmişti. Ayşe’den on yaş büyüktü, Evlilik yaşı gelmiş bir kızı evde pek tutmaya gelmezdi. Zaten evlenecek kız, dul çoktu kasabada, erkek yoktu. Mahmut Arnavut göçmeniydi. Göç yollarında yaşama tutunabilen şanslı gençlerdendi. Onun da babası kayıptı, askere gitmiş bir daha babasından hiç haber çıkmamıştı. Annesini hiç hatırlamıyordu. Üvey annesiyle geldikleri Balıkesir’de üvey annesi tekrar kocaya gidince, ortada kalmıştı. Çalıştığı lokantada yatıp kalkıyordu. Ayşe de he deyince, mahalle arasında kurulan düğün yerinde, telli duvaklı bir düğünle evlendiler. Mahmut aileye iç güveysi girmişti. Fatma’nın evinde bir oda da onlara verildi. Evliliklerinin ilk yıllarında çocukları olmadı. Kocası Arnavut Mahmut enişte, çarşıda, garajda çeşitli lokantalarda çalıştıktan sonra, Cuguş İsmail’in evinin altında kendine lokanta açıp, onu işletmeye başladı. Çarşamba günleri kasabanın pazarı kurulurdu. O gün dükkan çok iş yapar, onlarda ailece dükkana gider, servise bulaşığa yardıma ederlerdi. Bir de pazar günlerin onları güzel iş yaptıkları gündü. Askeri kışladaki askerler haftalık izine çıkar, çarşı pazar gezer, lokantalarda yemek yerlerdi.
‘’Çocukluğumun en güzel anılarından biri de bu lokantaydı. 1958 li yıllarda ilkokula gidiyordum. Okumayı yeni sökmüştüm. Elimde tahta okul çantası okuldan çıkınca, doğru koca babamın yanına gelir. Köşedeki masaya oturur, kitap ve defterlerimi çıkarıp ev ödevlerimi yapardım. Koca babam ‘’karnın aç mı oğlum dediğinde, yemek tezgahında ki yemeklere bakar, ‘’Şundan istiyorum’’ derdim. En çok kuru fasulye ve köfteyi severdim. Bazı zamanlar babam işsiz kalınca burada çalışır, koca babama yardım ederdi’’
SUSURLUK 1925
Yıl 1925 günler aylar derken Mustafa da 18 yaşında yakışıklı bir delikanlıydı artık. Her delikanlı gibi gönlünde yatan bir kız vardı. O da evlenmek istiyordu. Ülkede padişahlık yıkılmış, Yunan işgalinde kurtulan ülkede Mustafa Kemal’in önderliğinde Cumhuriyet ilan edilmişti. (Fırt) Susığırlık savaş sonu göçlerle biraz daha büyümüş, o zaman nahiye olan bu güzel yeşil belde kaza olmuştu. Resmi Osmanlı Karesi sancak belgelerinde Fırt olan, fakat yörede Susığırlık olan adı Susurluk olmuştu. İlçelerine kaymakam atanmış. Hükümet teşkilatı kurulmuştu Ama kasabada hala hastane, doktor yoktu, doğumu mahallenin ebeleri yaptırır, dişleri mahallenin berberi çekerdi. Asker de sıhhiye eri olarak görev yapanlarda mahallenin doktoruydu. Elinde iğne çantası evlere gidip iğne yapardı. Yunan işgali sırasında yıkılan askeri kışa yeniden onarılmış, buradaki askeri birlik buraya yeniden yerleşmişti. Balkanlardan, Bulgaristan’dan gelen göçmenler, keçi bayırı ve çevresindeki bağ ve bahçeleri alıp ev yapıp yerleşiyorlardı. Yol yoktu, toprak yollar kışın balçık çamur oluyordu. Üç tarafının dereyle çevrili olan, baharda her tarafını suların bastığı bu güzelim kasabada içecek su yoktu. Her mahallenin kuyusu vardı. Kuyudan çekilip bakır bakraçlarla taşınan sular, evlerde bulunan küplere doldurulurdu. Çaylak suyunun aktığı çeşmeler yazın temiz olurdu, yağmurlar yağdığı zamansa hep bulanık akardı. Tabii ki o yıllarda mahallerine daha çeşme gelmemişti.
Mustafa annesi Fatma’nın başının etini yiyor, onu hiç rahat bırakmıyordu. Niyeti askerlikten önce evlenmekti. Sevdiği kız elli metre ileride, karşı sokağın sol tarafında geniş avlulu eski bir Osmanlı konağı iki katlı evde oturan Adil’in kızı Zehra’ydı. Hanım hanımcık maviş gözlü, güzel mi güzel bir kızdı. Evde annesi, babası ve kardeşi Seher, Remzi ve Ahmet’le ile kalıyordu. Mustafa evden çıkışlar da bazen Zehra’yı kapılarının sağ tarafındaki kuyu başında görüyor, kaçamak bakışlarla ona hayran hayran bakıyordu. Gözü hep ondaydı, yüreği onun aşkıyla yanıyordu.
Mustafa’nın askerlik günleri yaklaşmaya başlayınca, annesi Fatma Mustafa’nın ısrarlarına dayanamayarak, oğluna Zehra’yı istemeye gitti. Zehra’nın babası Adil ve annesi Ayşe kızlarını pek vermek istemiyordu. Hem bu ara küçük kızı Sehere de Sultan çayır köyü Çerkezlerinden madende çalışan bir delikanlı talipti. Adetlere göre öncelik ablada idi. Zehra ve Seher giderse onca işi kim yapardı. Ama Zehra kararını vermişti. Gönlü mahallenin yakışıklısı Mustafa’daydı. ’’Beni verin yoksa kaçarım’’ dedi.
Ele avuca sığmayan kardeşi Seher’in ondan önce kaçacağı korkusu sarmıştı yüreğini. Çünkü ‘’abla git var bir an kocaya, sıra bana gelsin, yoksa ben gideceğim.’’ diyordu ablasına.
Zehra’nın evleri geniş bir bahçenin içindeydi, Geniş çift kanatlı tahta sokak kapısından girince sağında solun da ekili yerler vardı. Kışın Ispanak, pırasa, lahana, soğan, sarımsak, yazında domates biber, patlıcan vs. ekilirdi. Ev iki katlıydı ahşap bir merdivenle yukarı çıkıldıktan sonra, burada geniş bir sundurma vardı. Yaz geldi mi burada oturmaya doyum olmazdı. Erik ve dut ağacının dallarının gölgesinde sabah kahvaltıları yapılır, akşam yemekleri yenirdi. Buradan geniş bir salona geçilirdi. Mutfak tam karşıda arka bahçeye bakıyordu. Solda ise iki adet oda vardı. Odalardaki tavan altlarındaki ağaçtan yapılmış sergenlere kap kaçak konurdu. Evin altı damdı. Burada at, eşek, inek, manda, koyun keçi bakılırdı. Her evin demirbaşı genelde keçi, eşekti, Eşek ulaşım, nakliye işini görürdü. Çataldağdan odun hep eşeklerle gelirdi. Özellikle Çarşamba günleri Çataldağ ve Keltepe köylerindeki köylüler, eşeklerine yükledikleri meşe ağaçlarını kasabaya getirir, burada mahalle aralarını dolaşarak satarlardı. Kazandıkları parayla da gaz sabun, yağ ve diğer ihtiyaçlarını alırlardı.
Zehra’ların bu ahşap evi tam bir Osmanlı mimarisiydi, mahallenin en güzel eviydi, yemyeşil bahçenin içinde, ağaçların arasında insanın içini okşayan bir konaktı. 1874 yılında Hızargrad’ta doğan babası Adil ile dedesi Bekir ve 1885 de Silistre de doğan eşi Ayşe Susurluğa yerleştiklerinde el ele vererek yapmışlardı bu konağı. Adil ağanın elinden her iş gelirdi. İnşaat ustası, marangoz, çiftçiydi. 1877 yılında başlayan Osmanlı Rus savaşı sonunda birçok yakını Anadolu’ya göçmüş, onlar Bulgaristan’daki yurtları terk edememişlerdi, daha sonra 1900’lu yıllarda Susığırlık (Susurluk) beldesine yerleşmişlerdi.
Bu ahşap konağın bahçesinde, iri yapraklarıyla bahçenin geniş bir bölümünü yakıcı yaz sıcaklarından koruyan, iri tatlı duduyla ağızlarına tat veren dut ağacında büyük bir salıncak vardı, yaz kış asılı dururdu. Kendileri ve çocuklar arkadaşlarıyla yıllarca sallanmıştı. Bu salıncak Seher’ii, Zehra’yı, Ahmet’i ve Remzi’yi büyütmüş, sallanmaları için şimdi torunları bekliyordu. Evlerin bahçeleri birbirinden ya tahta duvarla ya da dikenli çalılarla, bitkilerle ayrılırdı. Durumu iyi olan kerpiç duvar yapardı. Her evin bahçesinde bir kuyu olurdu. Evlerin helaları genelde bahçede olur, arkalarında derin bir kuyu helanın giderlerini burada toplardı. Mutfağın ve banyonun giderleri toprak künkler ile buraya akardı. Kışın sorun olmasa da yazın, hela kokusu ve sinek herkesi rahatsız ederdi. Her ev bahçesi, bulaşığı çamaşırı için kendi suyunu kendi kuyularından kullanırdı. Durumu biraz iyi olanın, ekilecek bağı bahçesi olanın avlusunda ya at arabası, ya da öküz arabası olurdu. Taşımacılık at arabası ve öküz arabası ile yapılıyordu. Onun için bahçe kapıları çift kanat, büyük ahşap kapılardı. Kapının ağzında gündüzleri bağlı duran kurt köpekleri vardı. O evin bekçisiydi. Akşamları ipini çözerler, gece boyunca evi ona emanet ederlerdi. Evin arka tarafında geniş bir tavuk kümesi ve içinde onlarca tavuk vardı, tavuklar gün boyu bahçede eşelenir, bahçedeki köpek ve kedilerle didişir durulardı. Kasabada varlıkları, olanakları olan her ev bir imalathane gibiydi. Yaz gelip bahçe ürünleri boy atmaya, meyve, sebze vermeye başladı mı, kış hazırlıkları başlar, meyveler kurutulur, tarhanalar, erişteler, reçeller, pekmezler yapılır, turşular kurulurdu.
Birinci dünya savaşının yaşandığı yıllar, her kapıda yokluğun yaşandığı yıllardı. Ülke savaşın eşiğinden yeni çıkmış, yüce Atatürk önderliğinde birinci dünya savaşının yaralarını sarmakla meşguldü. Bu küçük kasabada halk genellikle hayvancılık ve çiftçilikle geçiniyordu. Köylü dağdan odun getirip eşekler yükleyip, kasabaya satmaya getiriyordu. Ormancılar peşinde, yakalanan oduncular hapse atılıyordu. Kasabanın tek eğlencesi baharda ve sonbaharda Susurluk çayı kenarında kurulan emtia panayırları idi.. Kasabanın esnafı burada sergi açıp, dışarıdan gelenlere satış yapıyordu. Panayır zamanı tüm çevre köyler, buradaki etkinliklere katılır, buradaki sanatçıların, sihirbazların, hokkabazların, sihirbazların gösterilerini izlerdi. En çok ilgiyi ise salıncaklar, dönme dolaplar, tel üzerinde yürüyen cambazlar ve çadır tiyatrolarının dansözleri çekerdi. Dere kenarında hayvan pazarı kurulur, cambazlar (hayvan tüccarları) burada çevreden getirdikleri hayvanları satardı. Panayır zamanı aşçı Mahmut’ta lokantasını bir kısmını oraya taşır, orada köfte ekmek, çorba satardı. Bahar geldi mi Susurluk çayı azardı, her tarafı su basardı. Suyun karşısına geçmek için, yani Çataldağ ve eteklerindeki köylere gitmek için sal kullanılırdı. Susurluk’un tam doğusunda Kayıkçı köyü, güneyinde ise Buzağılık köyü vardı. Derenin karşıya en yakın yerlerine çelik tel gerilir ve bu tel üzerinde sal çalışırdı. Sallar bir at arabası ve bir kağnının sığacağı kadar büyük olurdu. Derede su olduğu müddetçe sal çalışırdı. Çünkü sallar su akımıyla giderdi.
Artık evin reisi Ayşe’nin kocası aşçı Mahmut’tur. Ayşe okula gittiği birkaç aylık zamanda hocası ona ‘’ oku bakalım elli beş Ayşe, yaz bakalım elli beş Ayşe diye diye bu lakap çocuk yaşta üzerine yapışıp kaldı. Mahallesinde de, Ayşeler çok olunca, hangi Ayşe sorunun cevabı elli beş Ayşe oldu. Ayşe çok zeki ve bilmişti. Karşı komşuları Hüseyin dedenin yardımıyla Arapçayı sökmüş, mahalle çocukların kuran bile öğretmeye başlamıştı. Özünde bu haneyi o yönetiyordu. Aşçı Mahmut’un arkasındaki ana güç oydu. Evleri, avlu kapısından girince sol tarafta keçi ve koyunların bulunduğu hayvanların damı vardı, sağ tarafta büyük bir dut ağacı, dut ağacının sağ yanında da hela. Kapının tam karşısında ufak bir oda vardı. Burada hem mutfak hem de banyo vardı. Yukarıdaki sahanlıktan iki basamakla iniliyordu. Sağ tarafta maşınga, onun yanında banyo olarak kullanılan ufak bir bölme vardı. İki penceresinden biri bahçeye, diğeri avlu kapısına bakıyordu. Pencereler ufak ve yukarı doğru sürmeliydi. Banyonun sağ tarafında tel bir dolap, evin tüm yiyeceklerini muhafaza ediyor, ayni zamanda yiyecekleri farelerden koruyordu. Maşınganın yanında, merdiven eşiğinin sağ tarafında yere gömülü büyük bir toprak küp vardı. Yazın evin soğuk su ihtiyacını burası karşılıyordu. Küpe, avlu kapısının sağ tarafındaki mahalle çeşmesinden bakraçlarla taşınan sular konurdu. Onların şansı kuyunun hemen yanlarında olmasıydı.
Kuyu başı mahalle kadınlarının toplantı yeriydi. Bakır bakraçlar sıraya girer herkes sırayla doldururdu. Bu arada mahalle dedikoduları burada bakraç bakraç her haneye taşınırdı. Mahalle delikanlıları uzaktan kuyu başına gelen kızları keser, bazen sevdiği kızın elinden, kuyunun yanında asılı duran bakır bardaktan su içerdi.
Keçi bayırına çıkmadan biraz ilerde kaynak suyu akan çeşme vardı. Önünde de büyük bir yalak, otlamaya giden hayvanlar burada sulanır idi.. Bu kaynak suyu bazı yazları çok az akar, bazen de kururdu.
Bahçenin yürüme yolunun sol tarafında çiçekler, onların ardında da ekilecek yerler vardı. Soğan, sarımsak, marul ıspanak, domates, biber, mevsimine göre her şey ekilirdi. Sol tarafa dönünce on iki basamaklı bir merdivenle sundurmaya çıkılırdı. Burada yan yana iki adet oda vardı. Biri Ayşe’nin diğeri annesi Fatma ve oğlu Mustafa’nın Sundurmanın bahçeye bakan girişinin üstünde asılı su bakraçları dururdu. Helanın ibriğini, su testilerini ve bakraçları doldurmak, sabahın ilk görevleri arasındaydı. Burada bir leğen ve ibrik durur sabah el yüz burada yıkanırdı.
Karşı komşuları Adil ağadan olur haberi gelmekte gecikmedi. Zehra hemen istenmiş ve söz kesilmişti ama, şimdi ne olacaktı. Dul Fatma köyü Reşadiye’ye gidip abilerinden, amcalarından yardım istedi. Mustafaların ne oturacakları bir evi, ne de eşyaları vardı. Çözüm bulunmuştu. Mustafa evlenince annesi Fatma köyde baba evine gidecek, köyde kalacak, oğlu Mustafa askere gidince tekrar evine dönecek, gelini ile beraber kalacaktı.
Ayşe’nin bir türlü bebeği olmuyordu. Hocalar falan göründü ama nafile hamile kalamıyordu. Bu düğün işi canını sıkmıştı, zaten zor geçiniyorlardı. Şimdi bir boğaz daha katılıyordu haneye.
Kapı önünde ki meydana birkaç sandalyeye dizilen oturma tahtaları, yukarı mahalleden gelen çalgı çengi, konu komşu el birliğiyle mahallede bir güzel düğün yaptılar Mustafa’ya. Davullar çalındı, rakılar içildi. 1925 yılının Sonbaharında gelin evinin avlusunda da kına gecesi yapıldı. Fatma oğlu için yoktan var etmişti bu güzel düğünü. Mustafa artık Mahmut eniştesinin lokantasında onunla birlikte çalışıyordu. Boş zamanlarında da ne iş olursa yapıyor, evine ekmek götürmeye çalışıyordu. Evlilik, sevdalısına kavuşma Mustafayı mutlu etmişti, Zehra da bu aile ortamına uyum sağlama çabasındaydı. Görümcesi ile her işe koşturuyordu. Bahçedeki asmalar, eriklere, ayvalara can gelmiş, hepsi sanki yeniden doğmuştu. Onların el emekleriyle, bahçedeki çiçekler, ortancalar renk renk açıyor, içlerine ferahlık veriyordu. Zehra annesinin evi çok yakın olmasına rağmen eve fazla gidemiyordu, daha doğrusu annesi de ondan yardım bekliyordu ama zamanı yoktu. Kardeşi Seher’e de hemen söz kesilmişti. Nişan düğün hepsi bir ay içinde oldu. Sultan çayırda güzel bir Çerkez düğünüyle gelin oldu. Kocası Hüsnü madende çalışan bir işçiydi. Evde iki erkek abisinin annesine pek faydası yoktu. Remzi de evlenmek istiyordu. Diğer kardeşi Ahmet’te bir bıçkı atölyesinde çalışıyordu. Belki Mustafa asker gidince orada ara sıra annesinin yanında kalabilir ona yardımcı olabilirdi.
Sabah kalkınca, kahvaltı dertleri pek yoktu. Kocası ve eniştesi lokanta çalıştırdıkları için onlar dükkan da kahvaltı ediyorlardı. Lokantadan kalan yemeklerse evde yeniyordu. Keçi sütü çocuklara iyi geldiği için her evde keçi vardı. Genellikle keçiler mahalle çobanına teslim edilir, çoban sabah keçileri alır keçi bayırında tepeye yamaçlara çıkarır, akşam her keçi kendi evini bulur gelirdi.
Şehirde elektrik yoktu. Çataldağ’dan gelen çaylak suyuna elektrik üreten dinamo kurulacağı söyleniyordu. Bırakın elektriği kasabada su yoktu. Yağmur yağdığında her tarafı basan suyun ne yazık ki içme suyuna faydası yoktu. Mahallede ki bazı varlıklı evlerde genelde kuyu vardı. Su ihtiyacını bu kuyular sağlıyordu. Her evde gaz lambası hazır beklerdi. Yemekler ispirto ocağında veya maşınganın üzerinde pişerdi. Gaz bulmanı bile zor olduğu yıllardı. Ve gün geldi Mustafa’yı askere çağırdılar. 1.5 senelik eşini annesine emanet etti. Balıkesir’den Gaziantep’e doğru yola çıktı. Zehra hamileydi, bir ay sonra bir kız çocukları oldu. Yıl 1927 aylardan aralık. Mustafa kızının doğduğunu kendisine gelen ilk mektupta öğrendi. Bu kızın adını Samiye koydular. Annesinin maviş gözlerine inat kapkara bakıyordu dünyaya.
1 Kasım 1928 yılında Türkiye Cumhuriyeti meclisin çıkardığı kanunla yeni Türkçe tabir edilen Latin harflerine geçti. Arapça okutulan okullar yeni Türkçe üzerinden eğitime başladı. 25 Kasım 1925 yılında çıkarılan kıyafet devriminden sonra bu ikinci büyük devrimdi.
Zehra’nın işi çok zordu, annesinin yanına gitse evin bütün işi omuzlarındaydı. Kocası gidince kaynanası da köyden eve gelmiş. Evin bütün işleri omuzlarındaydı. Ayni zamanda Ayşe kocasına yardıma gidince, hem kendi kızına hem de evin işlerine koşturuyordu. Mustafa hiç izine gelemedi. Parasızlık, uzakta oluşu hep engeldi. Teskere alınca gelirim diyordu. Ve Mustafa’dan önce kara haberi çaldı kapıyı. Yıl 1929 Mustafa askerde teskereye gün sayarken hastalanmış, bir müddet sonra vefat etmişti. Daha 22 yaşında gencecik bir delikanlıydı. Cenazesi orada gömülmek zorunda kalınmıştı. Mustafa’nın ölüm haberi ailede şok yarattı. Zehra’nın tüm hayalleri yıkılmıştı. Herkes çaresizdi, gidip mezarına bulacak, ne oldu diyecek kimse yoktu. Mahmut’un işler iyi gitmiyor, aşçı dükkanı zarar ediyordu. Mustafa ölünce Zehra kucağında çocukla bir müddet daha kaldı kaynanasının yanında. Ama olmuyordu, kucağındaki çocukla herkese yük olmaya başladığını düşünüyor, babasının evine de dönmek istemiyordu. Ayşe ve annesi Fatma Mustafa’nın yetimi, Samiye’yi vermek istemiyorlar, ona sahipleniyorlardı Samiye evin neşe kaynağıydı yıllar gelip geçiyor minik Samiye sokaklarda koşturmaya başlamıştı. İki arada büyüyüp gidiyordu. Bu arada Zehra’nın Ahmet abisi evlenmiş kendi yuvasını kurmuş, evden ayrılmıştı. Bir sene sonra Remzi abisi de evlenince, Zehra bir sokak ileride annesinin evine taşındı, kaynanasının karşı çıkmasın rağmen, inat etti. Daha fazla kaynana, görümce kahrı çekemem dedi. Annesinin evinde de yokluk vardı. Babası çalışamıyor, anca bahçe işleriyle uğraşıyordu. Köyden ablasından gelen yardımlarla ayakta duruyorlardı. Koskoca bahçe onların eline bakıyordu. Dul bir kadını yanında altı yaşına basmış kızı ile evlenmeye kalksa kim alırdı. Samiye babaannesi ve anneannesi arasında gidip geliyordu. Bu yetimi okula yazdırmışlar ama birinci sınıftan sonra okula da gidememişti. Önlük gerek kitap gerek, işin gerçeği gaz lambalarını yakacak gaz bulamıyorlardı. Zehra akşam üstü askeri kışla kapısına gider oradan verilecek karavana artıklarını beklerdi. Zehra’nın annesi evlenmesini istiyordu ama kim talip olacaktı. Ülke kurtuluş savaşından çıkalı on beş sene olmuş, iş, aş yoktu. Dul genç bir kadın için bu kasabada yaşama savaşı vermek çok zordu. Bu arada aileyi sevindiren haber Ayşe’den geldi. Ayşe nihayet hamile kalabilmişti. Kocası Mahmut sevincinden o gün lokantada tüm komşulara pilav dağıttı. Çok sevinmişti.
Ve gün geldi nur topu gibi bir kız doğdu. Adı Zeriha.
Zeriha’nın aileye katılması Mustafa’nın yokluğunu bir müddet azaltmış, aileye moral gelmişti. Samiye babaannesine geldiğinde hem Zeriha ile oynuyor hem de ona göz kulak oluyordu. Fatma gelini Zehra ile pek konuşmuyordu, araları açılmıştı. Zehra’nın evleneceği haberlerine kızıyorlardı. Sanayide marangozluk yapan orta yaşlı biri Zehra’ya çocuğuyla beraber talipti.
Bu evliliğe artık on yaşına gelen Samiye karşı çıkmış annesine, ’’Babam belki askerden gelir’’ ben üvey baba istemiyorum diyordu.
Sessiz sedasız yapılan imam nikahı ile Zehra ikinci evliliğini yaptı. Zehra ikinci kocasıyla pek mutluydu, olan Samiye’ye olmuştu. Bu günlerde dul bir kadının, annenin toplum içinde yaşaması pek zordu. Üvey babası ne kadar iyi olsa da, bir türlü kabullenememişti. Bu arada Samiye on üç yaşına gelmiş, mahallenin göze batan kızlarından bir olmuştu. Adil dedesine yoldaşlık yapıyor, bahçe işlerinde ona yardım ediyordu
Adil dedesi, torununu Samiye’yi çok seviyordu. İlk torunuydu, göz ağrısıydı. Küçük kızı Seher’in de Sultançayır da bir oğlu, iki sene sonra da bir kızı olmuştu, Bir de Zehra’nın ikinci evliliğinde bir kızı daha olmuştu, Nuriye. Artık 66 yaşına gelen Adil’in dört torunu vardı.
Bu arada rahatsızlığı iyice artan Adil 22 Ekim 1940 da vefat etti. Kocasının ölümü Zehra’nın annesi Ayşe’yi çok sarsmıştı.
İkinci dünya savaşının Bulgar sınırına kadar dayandığı yıllardı, Almanlar Türkiye’yi savaşa sokmaya çalışıyor. Atatürk’ün 1938 yılında ölümünden sonra ülkeyi yöneten İsmet İnönü Hükümeti tarafsızlığını koruyor, savaşa girmiyordu. Ülkede her şey karneye bağlanmıştı. Tüm gençler askerde savaşa hazır bekliyordu. Alman sınır geçerse, Türkiye müdahale edecek ülkesini savunacaktı. Almanlar Türkiye’nin kendi taraflarında savaşa girmesini istiyor, Hükümet direniyor, tarafsız kalıyordu. Birinci dünya savaşının yaralarını sarmaya çalışan bu ülkenin bir savaşa daha girecek gücü yoktu.
Bu yıllarda giyim kuşam kadınlar için sorundu. Ülkede kıyafet devrimi yapılmasına, kara çarşafın kaldırılmasına rağmen her yerde ferace denilen siyah yöresel giysiler giyilirdi. Manto ancak yeni gelinlere alınırdı ya da hali vakti yerinde olanlar giyerdi. Kasaba köy gibi yerlerde, kadın terzisi diye bir şey yoktu. Kadın giysilerini mahalledeki kadın terziler dikerdi. Her kadının elinde yün şiş, devamlı çocuklara bir şeyler örerdi. Küçülenleri küçük çocuklar giyer yahut sökülür yeniden örülürdü. Genelde lastik ayakkabılar giyilirdi. Mahalle aralarında takunya dahi kullanılırdı. Erkekler giysilerini kasabanın terzilerine diktirirlerdi. Bir elbisenin dikimi bazen, provalarla birlikte ayları bulurdu. Usta terzilerde uzun sıra kuyrukları olurdu.
Zehra’nın ikinci evliliğinden olan kızı Nuriye kocasıyla geçinip gidiyordu. Nuriye’nin Kocası Samiye’nin kayınpederi İbrahim’in sağdıcı Hasan’ın ortanca oğlu Sabih’di. Zehra’nın başını sokacak bir evi vardı artık, ele düne muhtaç değildi. Babası ölünce, annesinin evine yerleştiler, bu arada hasta olan annesi de o bakıyordu. Samiye mutsuzdu, baba sevgisi görmeyen yüreği yaralıydı. Çocukluğu genç kızlığı bu iki evde geçmişti, Dedesi Adil’in ölümü onu çok üzmüştü. Onun yokluğunu anneannesi ne kadar sevgi gösterse dolduramıyordu. Üvey babasını pek sevmediği için artık o eve de gidemiyordu. Dedesinin konağında Remzi dayısı da kalıyordu. O babaannesinin, halasının yanında daha mutluydu. Zeriha ona hem kardeşlik, hem de arkadaşlık ediyordu. Dedesi Adil’in vefatı onu iyice sarsmıştı. Bir sene sonrada anneannesi Ayşe de yatağa düştü. 18 Kasım 1941 de henüz 54 yaşında o de vefat etti. Anneannesi vefat edince Samiye on dört yaşında bir genç kızdı. Mahallenin evlenme yaşına gelmiş delikanlıları kapının önünden geçiyor, mahalle düğünlerinde, görücüler gözlerinin ondan ayıramıyorlar, aracılık yapıp, ona kısmet buluyorlardı. Samiye’nin dedesi çevresine karşı ne kadar sert mizaçlı biri olsa da baba yerine geçiyordu. Onun uzun saçlarını elleri arasına alıp okşaması onun en büyük mutluluğuydu. Annesinden göremediği yakınlığı anneannesinden görmüştü, her ikisini de çok seviyordu. Her ikisinin de bir sene ara ile ölmeleri onu çok üzmüştü. Günler aylar yıllar geçip gidiyordu. Yeni harflerle eğitime geçen kasabanın tek okulu İnebey İlkokuluna gitme şansı bulamayan Samiye de artık evlenme çağına gelmişti. on altısında genç çıtı pıtı bir kızdı, çocuk sayılırdı ama isteyenler kapıdaydı. Bir gün annesinin kapısını Bulgaristan göçmeni İbrahim usta ve eşi Ümmü gül çaldı. Oğulları Sadullah’a istiyorlardı Samiye’yi. 1919 yılında Bulgaristan’ın Razgrad ilinin Gökçesu (Sinya voda) köyünde doğan Sadullah, ailesiyle oradan Susurluğa göç etmişlerdi. Trende Bulgar sınırını geçerken annesi Ümmüye, babası kimlik kontrolunda emine adıyla hitap etmiş, (Ümmü adını sevmeyen ibrahim usta eşine hep Emine dermiş) bu durumdan kuşkulanan gümrük memuru Ümmüyü trenden indirmiş. Ümmü bir müddet Bulgaristanda kaldıktan sonra başka bir grupla Türkiye’ye gelmişti. Sadullah’da ikinci dünya savaşı yıllarında dört sene süren askerlikten sonra 1945 yılında Avrupa’da savaş bitince Çanakkale de askerliğini bitirmiş, Susurluğa yeni gelmişti.
SUSURLUK 1945
Susurluk’ta ki baba evinde bir erkek ve iki kız kardeşiyle birlikte yaşıyordu. İşi gücü yoktu. Babası İbrahim ustaya inşaat işlerinde yardımcı oluyor, onun yanında çalışıyordu. Boylu poslu mahallenin kızlarının peşinden koştuğu yakışıklı bir delikanlıydı. Kardeşi Hüseyin’in bir sandalyecinin yanına çırak girmiş, orada çalışıyordu. Samiye bu boylu poslu delikanlının ve ailesinin ısrarlarına hayır diyemedi. Ondan çok etkilenmişti, aile büyüklerini oluruyla bu evlilik girişim resmileşti. En büyük hayali sıcacık bir evi olsundu. Nişan ve düğün iki ay içinde oldu. Doğru dürüst bir işi olmayan damadın ona yeni bir ev açma şansı hiç yoktu, Samiye kaynanasının evine gelin gelmişti.
Samiye artık evinin kadını olmuş, yeni evinin bütün sorumluluğu üzerine binmişti. Ayni evde kayınpederi, İbrahim usta, kaynanası Ümmü, Kaynı Hüseyin görümcesi Zülbiye ile kalıyordu. Büyük görümcesi Şerife geçen sene Bursa’ya gelin gitmişti. Evleri tek kat bahçeli üç oda bir salondu. Kışları çok zor geçiyordu. Soba tek oda da yanıyordu, yatak odalarına mangal konuyordu. Kasabaya çaylak deresine yapılan dinamodan elektrik gelmiş, evlerine bağlanmayı bekliyordu.
Annesinin ikinci evliliği, annesinden soğutmuştu onu, ama çıkışı yoktu. Fırsat buldukça babaannesine, gidiyor, sık sık onunla dertleşiyordu.. Bu arada dede evinde anneannesi de ölünce, evde Remzi dayısı, annesi, üvey babası ve kardeşi Nuriye kalıyordu.
Samiye kocasını seviyordu, ama kaynanası onu çok üzüyordu. Kayın pederi, kocası sessiz sakin uyumlu biriydi. Evleri çok küçüktü. bahçesi dar uzun bir bahçeydi. Çamaşırlar avluda kazanda kaynatılan suyla yıkanıyordu. Evin bakımı, badanası yemeği her türlü işi ona ve görümcesi Zülfiye’ye kalmıştı. Kocasının belli bir işi yoktu. Nerede bir iş bulursa orada çalışıyordu. İş bulamadığı zamanlar Eniştesi Arnavut Mahmut’un lokantasında çalışıyordu.
Bir müddet sonra Zehra’nin anne babadan kalan o güzel konak için kardeşler miras peşine düştü. Kardeşi Remzi ile geçinemeyen Zehra kocası ve kızıyla başka eve taşındı. Bu kez de dededen kalan konağa Sultançayır köyünden iki çocuğuyla Zehra’nın kardeşi Seher ve enişte Hüsnü yerleşti. Konağın bir odası yine kardeşi Remzi’ye verilmişti.
Atatürk’ün ölümünden sonra hükümeti başına İsmet İnönü geçmiş. Cumhuriyet halk partisi ülkeyi yönetiyordu. Tutucu din düşmanlarının hükümeti yıpratma kampanyası devam ediyordu.
1947 yılının ilk aylarında hamile olan Samiye’nin doğumu iyice yaklaşmıştı. Kayın pederi İbrahim usta da bugünlerde iyice rahatsızlanmış, yatağa düşmüştü. Artık evin sorumluluğu oğlu Sadullah ile Hüseyin’e kalmıştı.
Susurluk kaza olunca çok az da olsa buraya devlet eli uzanmaya başlamıştı. Yukarı kışla tarafında,keçi bayırına varmadan Balıkesir yolunun sağ tarafına büyük bir su deposu yapıldı. Çaylaktan gelen su bu depoya geliyor, buradan da mahalle aralarına konan çeşmelere geliyordu. Orta mahalledeki kahveci Akif’in alt tarafındaki sokaklarına da su geldi. Çeşme tam karşılarına konmuştu. Tam kapı karşısı. Kalfaköylünün iki katlı evinin sağ köşesine. Artık aşağıdaki çingene mahallesindeki kuyuya su almak için gitmeyeceklerdi.
Samiye daha önce iki kere hamile kalmış ikisi de düşmüştü. Bir sene sonra tekrar hamile kaldı. Kayın pederi ölmeden önce hamileydi. İbrahim usta ilk torununu kucağına aldıktan, birkaç ay sonra 9-4-1947 tarihinde vefat etti. Doğan bebeğe o günlerde İbrahim dede yaşadığı için, Samiye ölen babasının adı konsun dedi, direndi. Böylelikle İlk oğlunun adı Mustafa oldu. Samiye zayıflamış sık sık hastalanır olmuştu. Balıkesir’de ki yeni açılan devlet hastanesi yattı birkaç kez. Sinir sistemi bozulmuştu. Kaynanası ara sıra Bursa da kızında kalıyor. O zaman evinde huzur buluyordu. Bu arada kızamık hastalığında oğlu Mustafa’yı kaybetti. Morali iyice bozuldu. Bir de bu hastalık dönemlerinde kocasının bazı kadınlarla adı çıkınca, bunalıma girip aşağıda bardakçıların, yani çingene mahallesinde bulunan kuyuya attı kendini. O anda oradan geçen askerler görüp kurtardı. Boşanma aşamasına geldiler, ama Samiye’ye kim sahip çıkacaktı, anne ikinci kocada kendi derdinde, baba yok. O günlerde tekrar hamile olduğunu öğrenince, yeniden umutlandı tüm ümitlerini bu bebeğe bağladı. 1950 yazında Balıkesir devlet hastanesi doğum evinde ikinci oğlu oldu. Oldu da Samiye sık sık hastaneye yattığı için bebek babaanne ile elli beş Ayşe halaya gönderildi. Zeriha da büyümüş abla olmuştu. Bebek kucağından düşmüyordu. Bebeğin adını babasının adı Sadullah’ı koydular. Yaşamayanlara inat yaşasın diye. Kara kuru bir bebekti hiç yaşam umudu yoktu sanki, bu kuşkular Annesini bunalıma sokuyor, uykusuz geceler bitip tükenmiyordu. Sabahlara kadar başında yaşıyor mu öldü mü diye bekliyordu. Babaannesiyle birlikte Bigadiç’te bir hocaya götürdüler. Hoca okudu üfledi ve bebeğin karnına kızgın demir şişle üç çizik çekti. Ömrü uzun olsun diye.
Sadullah’ın babası bir keçi aldı oğluna, keçiyi babaannenin damında bakmaya başladılar. Anne sütü olmadığı için keçi sütü iyi gelirmiş. Bu arada görümcesi Zülfiye de Bursa’ya gelin gidince ev sakinleşti, Kaynanası da kızlarının peşinde sık sık Bursa’ya gitmeye başladı. Büyük damadın işi iyi idi. Orada daha rahat ediyor. Hem de torunu Rahim’e bakıyordu.
Bir sene sonra Samiye tekrar hamile kalınca, Sadullah’ı sık sık babannenin kışla mahallesinde ki evine bırakıyorlardı.
Zeriha ile Sadullah, dede evinde bir kardeş gibi büyüyordu.
Anne hasta, baba iş, ekmek derdin de. Küçük Sadullah artık babaanne ve hala’ya, ablası Zeriha’ya emanetti. Ayşe kendi öz kızından ayırmadı onu. İlk göz ağrısıydı, ilk erkek çocuğuydu ailenin, yaşamayanlara inat yaşaması gerekti. Askerde ölen, yattı yer bile bilinmeyen dedesi ‘’Mustafa’ya benziyor’’ diyordu. Babaannesi Mustafam benim deyip sarılıp ağlıyordu ona.
Samiye’nin kocasının evde kalan son kardeşi Hüseyin’de evlenince beraber oturdukları baba yadigarı ev tahta bir avluyla ortadan ikiye bölündü, Yarısında yeni damat Hüseyin ve eşi, yarısında da onlar kalacaktı. Samiye’nin artık kendisine ait bir evi vardı. Sağlık durumu da biraz düzelmişti. Bir tarafı beyaz, bir tarafı siyah olan dut ağacı artık avlunun öbür tarafındaydı. Hüseyin kayın pederi Fırıncı Hüsamettin’in karşısındaki bir damı kiralamış, orada bıçkı açmış, ağaç sandalye yapıyordu. Öldü ölecek yaşamaz bu çocuk dedikleri Sadullah iki yaşına basmış, sokaklarda koşturmaya başlamıştı bile. Eylül ayının sıcak bir gecesinde Balıkesir devlet hastanesinde bir erkek kardeş daha geldi ona. Ona da ölen diğer dedesinin adını koydular, İbrahim. Ailenin göz bebeğine ortak gelmişti. Samiye bebeğinle ve bitip tükenmeyen ev işleriyle uğraşırken Sadullah’ta babaannesinde kalıyor, koca buba dediği Mahmut eniştesinin lokantasına gidiyor, minik ellerinle ona yardım ediyordu. Zeriha ablası da artık okullu olmuş, okula gidiyordu. Soğuk kış günlerinde evin en ufak odası olan maşıngalı mutfakta, sokak kapısına bakan pencere kenarında oturur, Zeriha ablasının okuldan gelmesini beklerdi. Bazen de kapıda elinde paketlerle babası görünür, ona şeker simit getirirdi. Annesi hastanede yatarken babası her akşam iş dönüşü ona uğramadan eve gitmezdi. Sadullah’ın en büyük tutkusu soğuk kış günlerinde bu minik odaya kapandıklarında, bahçeye bakan küçük pencereden bahçeye inen sığırcık sürüleriydi. Sığırcıklar karlı günlerde dağ bayırda yiyecek bulamaz, köylere kasabalara inerdi. Onların bahçelerine de kapkara bir bulut halinde konar, erimeye başlamış kar yığınları arasından ortaya çıkan kara toprağa konar, toprakta yiyecek arardı. Sadullah’ta onların geleceğini bilir, bahçeye önceden ekmek kırıntıları koyar, onların karınlarını doyurmasını seyrederdi.
Zeriha okuldan gelince annesinin ilk işi, hava kararmadan kafasında bit kontrolü yapmaktı. Sık sık okulda bit salgını olurdu. Bitler Sadullah’a bulaşmasın diye onun saçları hep sıfır numara kesilirdi. Bazı zamanlar, gaz olduğu zaman bitler ölsün diye kafasını gaz yağı ile yağlardı. Kış aylarında banyo bu mutfakta yapılırdı. Maşınganın üstünde ısınan su ve odanın ortasına konan büyük bir leğen banyo için yeterliydi. Leğeninin içine konan oturağa oturulur, bakraçta, kovada ılıtılan suyla yıkanılırdı. Yaz aylarında banyo işi kolaydı. Bu iş için genellikle, sundurma veya bahçe kullanılırdı.
Samiye’nin kocası inhisar dedikleri tekelde işe girmişti. İş yeri Susurluk’un merkezindeki mezarlığın tam karşısındaydı. Mezarlıktaki mezarlar yeni açılan Susurluk ortaokulunun arkasındaki tepeye naklediliyor, burasının park olacağı söyleniyordu.
Ayşe’nin annesi Fatma nine artık iyice yaşlanmıştı. Zor yürüyordu. Samiye de eltisi ile geçinemiyor onunla sık sık kavga ediyordu. Bu kavgalar daha ziyade, kaynanasının kalma sırası onlarda olduğu zaman oluyordu. Bursa’da kızlarında kalan kaynanası, kalma sırası çocuklarına gelince, Susurluk’a geliyor, sırayla çocuklarında kalıyordu. Genellikle Hüseyin’in evi tek odalı olduğundan, Samiye’ler de ki arka oda da kalıyor, bu oda benim diyordu.. İki odalı evde yaşam zorlaşıyor, hır gür bitmiyordu.
Küçük bebek yani dedelerinin adıyla yaşayan. İbrahim sokağa bakan oda da, odanın içinde iple yapılan çingene salıncağının içinde uyurdu. Sadullah’ın evlerinde en büyük eğlencesi kardeşini bu salıncakta sallamaktı.
Yaz oldu mu Ayşe’lere eski yazı öğrenmesi için mahalle çocukları gelirdi. Annesi de sık sık Sadullah’ı eline Musafı verip Ayşe halasına gönderirdi. Birkaç sene sürdü bu kurslar. Arapça harfleri sökmeye başlamıştı. Ama bu devam edemedi. O yıllar ülkede resimli romanlar, kitaplar çıkmaya başlamıştı. Okuyamasa da resimleri ilgisini çekiyordu.
Bir yaz akşamı Zeliha ve Sadullah su deposunun alt tarafındaki sokaktan el ele yukarı doğru çıkıyordu, Sadullah beş yaşlarındaydı. Yukarıda ana yolda ellerinde çemberlerle oynayan çocuklar vardı. Buradan çemberleri aşağı doğru ellerinde sopalarla çevirerek iterler, peşinden koşarak yarışırlardı, çember dediğimizde, at arabalarının, kağnıların tahta tekerlerine takılan demir çemberlerdi. Bir ara Asuman adındaki bir kızın kontrolundan çıkan çember hızla gelip Sadullah’ın başına çarptı. Sadullah kan revan içinde yerde, alnı yarılmış kan akıyor. Zeriha çok korkmuştu, hemen oraya en yakın ev olan topal Mustafa’lara koştu. Mustafa Sadulah’ın babasının sağdıcıydı. Evde olan Mustafanın eşi Sadulah’ın başını kolonya ile temizleyip sardı. Bu yara Asuman’ın ona unutmayacağı ve ömür boyu alnında taşıyacağı bir iz bırakmıştı, hem de alnının tam orta yerinde.
Zeriha yıllar geçtikçe gelişmiş, boylu poslu güzel bir kız olmuştu, Her sabah okula gitmeden anneannesi o siyah saçlarını bir güzel tarar uçlarına da renk renk kurdela takardı. Sadullah’ın en büyük zevki onun tahta okul çantasını karıştırmak, onun kalemleriyle resim yapmaktı. Baharın bahçelerini rengarenk renklere bezediği günler, bahçenin içinde asmanın altında otururlar. Zeriha kardeşine kitap okurdu. İlkokulu bitirince yeni açılan Ortaokula gönderemediler onu. Hem okul çok uzak, hem de imkanları yoktu.
Zeriha artık genç kız olmuş, mahalle çeşmesinin önünde genç kızlarını arasında, gönül işlerine karışır olmuştu. Birinde gönlü vardı ama kimseye söyleyemiyordu. On yedisini geçmiş göze batan bir mahalle kızı olmuştu. Kışla mahallesinin delikanlıları kapının önünden sık sık geçmeye başlayınca, Zeriha’nın talipleri haber göndermeye başladı. Mahallenin kızları hemen sokak kapılarının sağ tarafına yeni açılan çeşmenin başına, su doldurmak için gelir, burada sırayla bakraçlarını da doldururken birbirleriyle görüşür, günlük olayları birbirine iletirdi.. Salim de bu sokaktan geçerken, çeşmeden su içmeden geçmezdi. Su güğümlerini taşıdığı kamyonetini yolun üstünde durdurur, çeşme başına gelir, kızların kikirdeyen bakışları altında utanarak elindeki ibriği doldurur ve Zeriha’nın yüzen utangaç kaçamak bakışlarla bakar ve hızla kamyonetine biner ve son gazla yoluna devam ederdi. Salim alçak boylu esmer bir çocuktu, babası yoktu. Kasabada. Beşeylül ilkokulunun karşısındaki bir peynir imalathanesin de şöförlük yapıyordu. Askerliğini yapmış, gelince burada işe başlamıştı. Damat adaylarının içinde en uygunu bu görüldü.
Hiç olmazsa şöförlüğü vardı. İşi gücü vardı. Zeriha da olur demişti. Bir gün görücüler geldi, arkasında isteme söz nişan derken. Bir gün öğle sonrası telli duvaklı gelin çıktı evin kapısından. Küçük Sadullah gözü yaşlı çırpınıyordu kapının önümde, ‘’ablamı vermem, onu götürmeyin’’ diye. Ondan başka itiraz eden yoktu. Arabanın önüne geçti, direndi bir müddet. Eline tutuşturulan paralarda kar etmedi. Zeriha’yı alıp götüren arabanın arkasından fırlattığı taşlar bile dindirmemişti gözyaşlarını.
Top bayırının altında, bakkal Muhacır Mehmet’in dükkanının yanındaki bir arada, iki katlı ahşap bir ev tutmuştu, evin ana caddeye bakan geniş bir bahçesi vardı. Sağ tarafında ise fırıncı Hüsamettin’in Fırını.
Bu arada Sadullah ilkokula başlamıştı. Okulu kasabanın ikinci okulu Beş eylül ilkokuluydu. Her gün tahta çantayla okula gidip gelmeler başladı. İlk öğretmeni bayandı.
Okula başladığı 1957 yılında yıl bir erkek kardeşi daha oldu. Tombik bir bebekti, afacan mı afacan onun adına bu kez büyükler karışmadı. Adını onun doğuran kadın, annesi koydu. Mülayim. Yaz tatillerinde gözü açılsın, boş durmasın, para kazanmayı öğrensin diye Sadullah elinde tepsi ile kaymaklı, pandispanya satıyordu. Sokak sokak geziyor 5 kuruşa 10 kuruşa bunlar diye bağırıyor, yorulunca da doğru Zeriha ablasının evine gidiyordu. Orada kalanları ablası satın alıyor, ikisi de kalanları bir güzel yiyiyordu.
Salim enişte, peynirci Süleyman’ın mandırası için, arkası açık süt arabası ile her sabah köylere gider süt toplardı. Bir ara buradan ayrılarak otobüsler de şoförlük yapmaya başladı. Birkaç gün eve gelmediği olurdu. Oldukça çapkın biriydi. Tabii ki bu eve de yansıyordu. Bu arada ilk çocuğu doğdu. Çocuk evdeki yaşamı biraz değiştirmişti. Ama huylu huyundan vazgeçmiyordu. Bir müddet sonra tekrar mandırada şöförlüğe başladı. Ailesi öyle istemişti. Hiç olmazsa akşamları evinde oluyordu. İçkisini de evinde içiyordu. 1962 yılında artık yatalak olan, yürüyemeyen anneannesi Fatma vefat etti. Annesi Ayşe ve babası Mahmut artık evde yalnız kalmıştı. Ama Sadullah sık sık halasına gidiyordu, onlarda kalıyordu. Zerihanın oğlu küçük Recep’e abilik yapıyordu.
Sadullah bir gün okuldan gelince, arka odada babaannesini ağzından kan gelmiş, duvara yaslanmış olarak gördü. Bu onu son görüşüydü. Babaanne Bursa’dan yeni gelmişti. Bu yaz kasabada kalacaktı. Bu ölüm tüm kardeşleri bir araya getirmiş, Bursa’dan halalar, enişteler hepsi gelmişti. Bu telaşe içinde sekiz aylık hamile olan Samiye’yi yormasın diye, onu halasına, yani babaannesinin evine gönderdiler.
Bir ay sonra bir çocuğu daha oldu. Herkesin beklentisi kızdı ve Samiye dört çocuktan sonra bir kız doğurmuştu. Bunca kötü haberlerden sonra, ailenin neşesi yerine gelmişti. Onun adı bir ay önce ölen babaannesinin adıydı. Gül. Bu arada Tekelden ayrılan eşi Sadullah 1955 yılında açılan Şeker fabrikasına odacı olarak girdi.
Zeriha’nın ikinci çocuğu da erkekti. Peynirci Süleyman’ın işleri azaldığı zaman Salim’e parasız izin veriliyordu. Salim’in gözü Bandırma’da idi orada, Etibank’ta iş arıyordu. Yemeği içmeyi gezmeyi seviyordu. Babadan kalan tarlalar bir bir satılıyordu.
Bir sabah Aşçı Mahmut’un ölüm haberi geldi. Evinde sabah ölü bulunmuştu. Kalp krizi dediler. Ayşe baba evinde yanlız kalmıştı.
Sadullah İlkokulu normal bir öğrenci olarak bitirmiş, ortaokula başlamıştı. Pek başarılı bir öğrenci değildi. Her sene bol zayıflı karnelere rağmen sınıfını ikmalle de olsa geçiyordu. Amcası Hüseyin yandaki evden kendi yaptırdıkları yeni evlerine çıkmıştı. Sanayide Sandalye imalat yeri açmış, işleri iyiydi. Bir ara eski dükkanında kaçak tomruk almaktan yakalanıp, yargılanmış ve bir müddet kasaba hapishanesinde yatmıştı.
Burada gelen tomruklar kesilir, işlenir ve tahta sandalye yapılırdı. Sadullah sık sık amcasının dükkanına gider, orada çıraklık yapardı. O yıllardaki ustası, ayni mahallede oturan Cemile annenin oğlu Sami abisiydi. Genellikle bıçkıdan çıkan talaşları çuvallamak onun işiydi. Bu çuvallar daha sonra evlere satılır, yakacak olarak kullanılırdı. Bunları yakma için özel sobalar yapılmıştı.
BANDIRMA 1968
Zeriha tekrar hamileydi. İki erkek çocuğu onu çok yoruyordu. Kocasının sorumsuz yaşamı devam ediyor, meyhane bar pavyon dolaşıyordu. Ve Bandırma’ya taşınmadan önce bir kız çocuğu doğurdu. Salimin analığı ölünce babadan kalan mallardan, tarlalardan payına düşenle Bandırma’da bir taksi durağında, bir taksi alarak taksiciliğe başladı. Sülfürik asitte şöförlük işi olunca Bandırma’ya taşındılar. Evleri kiralık’tı. Hem de eski ahşap yıkık dökük bir ev.
1971 Yılının 24 Aralık günü akşam üstü Zehra’nın kızı Samiye’nin kocası Sadullah beyin felci geçirdi, bir gün komada kaldıktan sonra vefat etti. Samiye de dört çocukla genç yaşında dul kalmıştı.
Gelelim Zeriha’nın çilekeş yaşamına, evinin her ihtiyacını karşılayan Salim ne yazık ki çocukların eğitimiyle hiç ilgilenmiyordu.
Çocukları okumuyordu, başarısızdı. İkisi de ortaokulu zar zor bitirdiler. Salim sosyal hayatı pek seviyordu, Eşinin de ona uymasını istiyordu ama. Akşam bir tek atmadı mı huzursuzluk çıkarıyordu. İbrahim altında arabası hem taksicilik yapıyor hem de gençliğinde yapamadıklarını yapmaya çalışıyor, gençlerle takılıyordu. Bar pavyon gece hayatı onun yıllardır özlemini çektiği bir yaşam şekliydi. Cebi biraz para görünce bu yaşamın içinde her şeyini eritmeye başladı. Babadan, anadan kalan tarlalarda satıla satıla bitmişti. Bu arada daha iyi bir eve çıktı. Zeriha’nın dayısının oğlu Sadullah’da o yıllar Bandırma’da idi, onlara sık sık yemeye gelir. O gelince Salim hemen rakı şişesini koyardı masaya Zeriha’ya ‘’kardeşin rakı istiyor’’ Hadi sen de gel diye takılıyordu.
Zeriha ev geçim derdinde üç çocukla çırpınıp dururdu. Çocuklar Ortaokuldan sonra okumadı. Kız da normal değildi, agresifti. Söz dinlemez, ev işlerinde annesine hiç yardım etmezdi. Babasının kadın kız peşinde koştuğu gibi, o da daha çocuk yaşta erkek peşinde koşmaya başlamıştı.
Yıllar bu çarpık yaşam zinciri içinde gelip geçiyordu. İki erkek çocuk büyümüş delikanlı olmuştu. Babalarının yaşam şekline karşı çıkmaya, onu dizginlemeye çalışıyorlardı. Çeşitli işler girip çıktılar. Kalıcı bir meslek sahibi olamadılar. Zeriha bazen yokluk bazen varlık içinde geçen yıllarda heba olup gidiyordu. Bir ara Annesi Ayşe’nin yanına gittiler orada kaldılar, Hiç olmazsa burada kira derdi yoktu. Ama olmadı duramadılar Çocuklar Bandırma’ya alışmıştı.
1977 yılı ağustos ayında İbrahim’in son model arabası Zeriha’nın kardeşi Sadullah’a düğün arabası oldu. Sadullah Bandırma’da evleniyordu. Salim bu günlerde çok koşturdu. Düğün nişan her yerde o vardı. Arabasını bir ondan hiç esirgemiyordu. Onun sayesinde Sadullah iyi bir sürücü olmuştu. Geçen senede ehliyet almıştı
Askere giden büyük oğlan dönüşte evlendi. Ona borç harç güzel bir düğün yaptılar. Ama ne yazık ki bu genç evlilerin evliliği uzun sürmedi. Bir sene sonra büyük oğlu 600 evler durağında işe giderken bir kamyonun altında kaldı ve orada öldü. Bir sene sonrada Eczanede kalfalık yapan küçük oğlu sevdiği kızı kaçırdı. Düğün nikah sıkıştı bu dar günlere.
Bir sene sonra Salim dede olmuştu. Evin sorunu havai kızdı. O da Ortaokulu bitirmiş, süslenip çarşı pazar geziyordu. Abisi de onun gibi agresifti, hemen kızar bağırır çağırırdı. Kendi evinde de sorunlar başlamıştı. Kızdan sonra ikinci çocukları erkek oldu. Evin sorumluluğunu taşıyamıyordu. Kazancıda çok azdı, Almancı olan kayın pederinin yardımı olmasa, bu evlilik çoktan bitmişti. Bu da gururunu incitiyor, bu durumu kabullenemiyordu.
Eşi ‘’babamın evi var, oraya çıkalım’’ diyordu. ’’kira vermeyiz’’ Bu da kocasının gururuna dokunuyor, çıkmak istemiyordu.
Bu ara evin havai kızı Saliha Erdek’te tanıştığı bir çocuğa kaçtı. Çocuk evliydi ve iki çocuğu vardı, eşinden yeni ayrılmıştı. Aile tam bir çıkmazdaydı. Zeriha Sadullah’a ‘’ Aklı başında bir sen varsın ne oldur git bak şu kıza ‘’dedi.
Kızın babası enişte Salim’le beraber Manisa’nın bir kazasında kızı kaçtığı yerde buldular. Ev kaynanasının eviydi. İş işten geçmişti. Boşanınca nikah kıyarız dediler. 18 yaşını geçen kız kendi gönlünce gidince, yapacak bir şey kalmamıştı. İki çocuklu adamın karısı olmayı kabullenmiş, onu seviyorum demişti. Çaresiz kızı orada bırakıp döndüler. Bir sene sonra bir çocukları oldu. Kocası eski eşinden boşanınca nikahları kıyıldı. O hızla bir çocukları daha oldu.
Susurluk’ta yalnız yaşayan Zeriha’nın annesi Ayşe de hastaydı, Zeriha sık sık annesine gider olmuştu. Baktı olmuyor Annesi Ayşe’yi yanına getirdi. Ama Ayşe evim evim deyip huzursuzluk çıkarıyordu. Tekrar Susurluk’taki evlerine gittiler. Zeriha annesinin son günlerinde mutlu olmasını istiyordu. Bir müddet onun yanında kaldı. Ve bir sabah Ayşe çok sevdiği biricik kızının kızının kollarında can verdi.
Yıllar hızla akıp gidiyordu.
Zeriha’nın kocası fabrikadan emekli olmuştu. Tekrar taksiciliğe başladı. Taksicilik onun için özgürlük demekti. Dilediği zaman gidiyor, dilediği zaman geliyordu. Gönlü yaşlanmayan delikanlı yaşam şeklini değiştirmeyi hiç düşünmüyor, içkili sazlı sözlü kadınlı yaşama devam ediyordu. Ama bu beden bu yaşam şeklini daha fazla taşıyamadı.
Bir bayram arifesi Zeriha’dan Salim’in hasta haberi geldi ağırca yatıyor dediler. Samiye ablasıydı bu haberi oğluna getiren. Zeriha’nın kardeşim dediği, çok sevdiği Sadulah o zaman Balıkesir’deydi. Bayramın ikinci günü sabahı onların ziyaretine gitti. Enişte Salim yatağında yatıyordu. Hiçte iyi görülmüyordu. Akciğer kanseri dediler. Bayram sabahı ev matem havasındaydı.
Sadullah ‘’Hasta olduğunu biliyorduk ama bu kadar ağır olduğunu tahmin etmemiştik. Balıkesir’den Susurluk’a oradan da bayramlaşmak için kayınvalidemlere gelmiştik. Bayramın ikinci günü erkenden Zeriha ablamlara gittik. Zeriha ablam perişandı, evde yalnızdı, kimsecikler yoktu. Yatağında yatan enişteye baktım. Çaresiz bakışlarla bir müddet bakıştık. Ne günler yaşamıştık onunla, her arabasına bindiğimizde benzin bitti lafı ağzından düşmezdi. Biz gençlerle beraber olmayı, yiyip içmeyi çok seviyordu, ’’Sizin yanınızda kendimi hep genç hissediyorum’’ diyordu. ’’Ah ablan süslenip püslense bana uysa, gazinolarda gezsek’’ derdi. Hiç yaşlanmayan gönlü bu dünyaya doymamıştı
O yıllar da araba herkeste olmadığı için, o da arabasıyla kişiliğine kişilik katıyor, çevresini zenginleştiriyordu. Taksi durağında çalıştığı içinde, bar pavyon, meyhane her taraf bulaşıyordu. Gözü dışarıdaydı. Ama yaşı ve tipi itibarıyla gençlerin tercih edeceği bir tip değildi.
‘’Eşim ve ben ne yapacağımızı bilemiyorduk. Yanına oturdum ellerini tuttum ’’Enişte nasılsın, bak biz geldik, tanıdın mı? ’’
Yüzü soluktu, kara kaşlarını hafif kaldırarak yüzüme baktı, yüzündeki yılların çizgileri ağzını oynatmaya çalışmasıyla şekilden şekile giriyordu. Bir şeyler söylemek istiyor söyleyemiyordu. Kulağıma sadece derinden gelen hırıltı sesleri geliyordu. Bana dik dik bakan o siyah gözleriyle sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Bir an düğün günü gelin arabasında Zeriha ablamı almaya geldiğinde ona karşı nasıl direndiğim geldi aklıma, ’’Ablamı alamazsın, götüremezsin’’ diyordum. Gelin arabasının önüne geçmiş ’’ablamı vermem’’ diyordum. Arabanın arkasından attığım taşlar bir bir gözümün önünde uçuşuyordu. ‘’Ablamı ben alacağım, ablamı vermem.’’
‘’Su ister misin? ’’ dedim
Başını hafif oynattı, gözleri kapandı sonra bir gözü açıldı. Yatağında hareketsiz kalmıştı. ‘’ Zeriha abla, enişte ’’ dedim. Öldü diyemedim.
O, o an oda da değildi. Komşuya inmiş Kuran okunsun diyor, Kuran okuyacak birini arıyordu. Eşim yanımda bildiği duaları okuyor, ben de anlamını hiç bilmediğim, sadece kulağa hoş gelen mırıltıları dinliyordum. Bu dünyada yapacaklarını yaptıktan sonra, son anda bu Arapça yakarışlar kurtaracak mıydı insanı. Yapılan günahlarının affını hep Allaha havale dünyaya veda vakti gelince. Ellerim ayaklarına gitti. İki ayağına da elledim soğuktu. Açık olan gözü sabit bakıyordu. Allah rahmet eylesin dedim. O gözünü de kapattım. Ölmüştü.
Bu ara içeri alt kattaki komşular girdi, ellerinde Kuran. Zeriha ablam iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Bu ara küçük oğlu geldi. Öldü dedim ama. Tekrar yüzüne baktığımda gözleri açıldı, ölmemişti. İçerisi komşularla dolmuştu. Komşular başlarına birer örtü takmışlar, oda da hep birlikte kuran okunuyordu.
Başında sadece ben vardım, herkes bir telaş karmaşası içindeydi biz eşimle soğukkanlılığımızı bozmamış, telaşe kapılmamıştık. Bir iki dakika açık kalan gözleri, dünyaya son bakışlarını attıktan sonra hafifçe kapandı, birisi hafif açık kalmıştı, sol elimle onu da yavaşça kapattım.
Zerihanın yazgısı iyi gitmiyordu. yeni evli büyük oğlu bir kazada ölmüştü. Şimdi de kocası. Manisa’da ki kızının ayrıldı haberleri son darbeydi.. İki çocuğunu bırakıp evi terk etmişti. Annesinin yanına gelmişti. İbrahim’den kalan emekli maaşıyla geçinmeye çalışıyorlardı. Geçmişte Zerihanın annesi Ayşe’den gelen yardımlarda yoktu artık. Annesi yıllarca Susurluk’ta bayramlarda, ramazan ayında kendisine gelen yardımları onlara gönderiyor, onların ocağına yardımcı olmaya çalışıyordu. Bir müddet sonra kızının Gönen’den biri ile evlendiği haberi geldi.. Birlikte pazarlamacılık yapıyorlarmış. Bu arada ortanca oğlu da eşinde boşandı. O da Zerihanın başına kalmıştı. Son olarak Taksi durağında çalışmış, burasını satarak büfe açmıştı. Eşinle geçinememe onu bunalıma sokmuştu, çocukları büyümüş genç kız delikanlı olmuştu.
Zeriha oğluyla beraber oturuyor eşinden kalan maaşla evi döndürmeye çalışıyordu. Kızının ona hiç faydası yoktu. Annesini aramıyordu bile. Kısmetsiz başın derdi bitmezmiş. Birkaç yanına geldiğinde, elinde ne varsa alıp götürmüştü. Gönen’de son evlendiği kocası da ölünce, bir müddet kendisinden haber alınamadı. Nerede ne yaptığı bilinmiyordu. Çanakkale’de tekrar evlenmiş. Bir kızı daha olmuş. Yıllar sessiz sakin geçiyor, her ocağın ateşi sadece kendini ısıtmaya çalışıyordu. Zeriha artık el ayaktan düşmüş kendine bakamaz durumdaydı. Yatmaktan her tarafı yara bere içindeydi. Ona oğlu bakıyordu. Her ikisi de sefalet içinde yaşıyorlardı. Oğlu çaresizlik içindeydi. Susurluk’ta ki anne evinin bir kısmını Ömerlere sattılar. Hiç bir akrabası yoktu yanında, kocasının yaşam şekli hepsini uzaklaştırmıştı çevrelerinden.
Ömrünün son günlerini yatalak bir şekilde bir bodrum katının, güneş görmeyen odasında geçirdi., oğlu hep yanında oldu, terk etmedi onu, o da çaresizlikten, tek geçim kaynağı annesinin dul maaşıydı. Kader anne oğulu birbirine bağlamıştı. Son olarak Sadullah bir doktor arkadaşını götürdü evlerine. Doktorun tedavisine cevap verecek ne ruh halleri, ne de ekonomik güçleri vardı. Pislik içindeydiler. Ev adeta bir çöp evdi. Yıllar sonra eve götürdüğümüz ve bizim hatırımız için onu muayene eden doktor ’’ Yıllardır doktorluk yaparım, beni böyle etkileyen hasta olmamıştı, çok ölümlere tanık oldum, çok hasta tedavi ettim. Bu hasta benim meslek hayatımda bir dönüm noktam oldu’’ demişti. Ücret teklifini de kabul etmedi. Belediyeye bildirildi, ev temizlendi ama bir müddet sonra tekrar ayni duruma geldi. Kızına annesine bakması için haber gönderiliyor ama kızı gelmiyordu. Zerihanın bakımsızlıktan her tarafı yara içindeydi. Bu koşullarda iyice yiten hafıza kaybı, bir nebze bu yaşadıklarını ona hissettirmiyordu. Ama gün geldi. Yorgun beden direnemedi. Hem ruhen hem de bedenen biten Zeriha oğlunun kollarında sefalet içinde hayata veda etti. Bazen insanlara yardım eli uzatmanın ne kadar zor olduğunu, istesen de edilemediğinin yaşandığı bir olaydı bu, oğlu da aksi, ters ve huysuzdu, bir çok yardım eline adeta engelliyordu. Her şeye rağmen Zeliha çok sevilen biriydi. Ama yanlış yerde yanlış insanlarla devam etmişti yaşamına, o da onun yazgısıydı. Tüm iyi insanlara set çekiyordu aile fertleri. Tüm bunlara rağmen, son yolculuğunda sahipsiz değildi. Cenazesini el birliği ile kaldırıldı. Küçük oğlu anne maaşı kesilince bunalıma düştü. Kendi çocukları evlenmiş dede bile olmuştu. Bir umut onlardı, tutunabileceği bir tek onlar vardı. Ama şimdiye dek ne vermişti ki onlara. Gururuna yenik düşmüştü yarınları.
Elli beş Ayşelerin gelini, Hanım Zehra’nın büyük kızı Samiye de iyice yaşlanmış, hafızası gidip geliyordu. Kocasından kalan o bahçeli evi Mütahhide vermiş, oradan kendisine ikinci katta geniş yeni bir daire almıştı. Çocuklarını evlendirmişti. Yeni evlendirdiği küçük oğlunun şohpenden zehirlenerek ölmesi onu canlı canlı toprağa gömmüştü. Son yıllarını bu evde yalnız başına geçirdi. ne oğlunla ne de kızınla beraber oturmak istiyordu. Kimseyi rahatsız etmemekti asıl amacı. Kendi başına komşularıyla mutluydu. Torunları oldu. Bayramlarda çocukları, torunları bu evde toplanır hep beraber neşe içinde bayram kutlarlardı. Gelinler ile görümce evdeki üç kız üç oğlan torunda birbiriyle çok iyi anlaşıyorlardı.
Çocuklar çocukluklarının anılarla dolu yıllarını yaşadıkları eski bahçeli, kerpiç evin o eski havasını özlüyorlardı. Annelerinin çok sevdiği bu beton yığını eve hiç ısınamamışlardı. 2008 yılının Mart ayında Balıkesir devlet hastanesinde, bir gün önce yurt dışından dönen çok sevdiği büyük oğlunun kollarında sabaha karşı hayata veda etti. Hasta yatağında günlerce direnmiş, onu beklemişti.
Aradan geçen yıllar Zerihanın çocuklarına hiç güzel bir gelecek getirmedi. Bir sabah gazete haberinde kızı, Gönen’de bıçaklanarak öldürüldü haberi geldi. Dört çocuk anasıydı. Hepsi ayrı eller de anne baba sevgisinden yoksun büyüyen dört çocuk. Gönen’de sessizce bir köşeye gömüldü. Mezarı nerede, kim gömdü bilinmiyor. Kimse de merak etmiyor.
Yetim Samiyenin keçi bayırının alt tarafındaki o güzel bahçeli baba yadigarı, dede yadigarı ev yıllardır boş kaldı, virane oldu.’’ O eve varis bile olamamıştı. Ölmeden önce söylediği ’’ Halam benim baba hakkımı vermedi, bu ev kimseye yar olmadı haykırışlarıydı. Son mirasçıları ise Zerihanın yaşam içinde kendilerine tutunacak dal bulamayan, yokluk ve sefalet içinde yaşayan çocukları oldu. Zeriha ne yazık ki kendi onurlu isminden başka geriye iyi bir miras bırakamamış, kendi gibi yokluk ve sefalet içinde yaşayan oğlunun kollarında hayata veda etmişti.
abdullah inaler
Taş evler- 2020
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.