- 818 Okunma
- 1 Yorum
- 4 Beğeni
983 - O BİR DEMDİ
Onur BİLGE
“Bu gün yüreğimin üstünde bir ağırlık var. Konuşulan ve duyulan şeyleri gönül midesinde yeterince hazmedemediğim zaman söz uzayıp gidiyor, uzadıkça da ağırlaşıyor. Allah’tan bahsediyor, O’nun içimizde olduğunu söylüyorsak, O’nu taşıyacak kendinden başka biri mi var ki taşıma davasına giriyoruz! O ancak kendi ağırlığını kendi taşıyor. Bende kim oluyorum ki!” sorusu beynimi tırmalıyor.
“Onun ağırlığı yok ki. Madde değil. Azameti var. Kibriyası var.”
“O halde ağırlık kime ait? Müstakil birilerinin varlığı mı var ki? Sen haklısın fakat ben de haksız değilim."
“Ona kalsa tüm gök cisimlerinin ağırlığı da onun yaratmasıyla var da O’nun ağırlığı değil. Biz bize verdiği akılla bilip, bize verdiği gönülle hissediyor, kalple seviyoruz.”
“Sen doğrucusun ama ben de yalancı değilim.”
“Hayvan, bitki akıl sahibi değil. İdrak vermiş bize. Onun için bizce bilinmeli, anlaşılmalı, tanınmalı ve sevgisi bizde teşekkül edip kemale ermeli! Bunu demek istiyorlar. Taşımak demek bu! İnsan bu bilgi ve sevgiyi taşımaya müsait yaratılmış. Hava veya havasız ortam çok mu dayanıklı ki gök cisimlerini tutup taşıyabiliyor!”
“Haklısın. Bize akıl vermiş, fikir vermiş, idrak vermiş ama irademizin O’nun iradesine Râm olmasını da istemiş. Hal böyle olunca akıl fikir de ne oluyor, O’nun iradesinin yanında! Galiba buradan varılacak gizli bir yol var.”
“Cüz’i iradenin kullanımı için...”
“Bizim cüz’i irademizin de bir sınırı yok mu! Olmalı değil mi! Geçen gün de söyledim, her şeyin bir Sidre-i Müntehası var. Her varlığın bir kara deliği, her canlının bir eceli var. Ölmeden evvel ölmenin idrakine varınca, hangi varlığımızın varlığından söz edebiliriz!”
“Cüz’i irademizin de bir sınırı var. O’nun müsaade ettiği kadar… Sınırsız bir O var. Her konuda gücü sınırsız olan da yalnız O!”
“Tamam azizim, bunlarda hemfikiriz ama hep O demek sözden ibaret… Varlık bir derya, söz de onun kıyısında birkaç kum tanesi değil mi! Ne vakte kadar bu kumcuklarla oyalanıp duracağız? O deryadan her an binlerce dalga kopuyor da yine bir damla, bir dalga eksilmiyor!”
“Bizi çağırana kadar... Dönüp duruyor… Devr-i Âlem…”
“Çağırmadığı bir an gösterebilir misin? Çağırmayan bir nesne, bir soluk, bir bakış var mı ki! Süresi belli olmayan zamanı bekleyip durmaktayız.”
“Neden gidemiyoruz?”
“Bilgi, O denizden meydana geliyor. Her dalga binlerce bilgi taşımakta… Bilgi incisinin sedefi de sestir, harftir. Gelmeden ve gitmeden kurtulamadığımızdan belki de Hüvel Evvel’i vel Ahir’i, vel Zahir’i vel Batın’ı anlayamadığımızdan… Bu ayeti bohça gibi katla, dört ucunu birleştir, yüreğine bir çivi çak, oraya as bakalım o zaman "Neden gidemiyoruz?" sorusu kalır mı! Sedefi kırıp içindeki inciyi çıkarana kadar bunu anlamamız çok zor!”
“Ne kadar zamanımız kaldı ki zaten! Onu da oraya gidince anlarız. Hiç de acelem yok anlamak için. Kul olduğumu anlasam, bana yeter! Kul olduğumu anladığımda, O’nun Allah olduğu apaçık ortada olacak ama nerde bende o kafa! Ah kalın kafam!..”
“Azizim, sen kula bakmaktan kulluğuna bakmaya fırsat bulamamışsın ki!”
“Bunu da nerden çıkardın?”
“Nerden olacak? Çocukların yazıp yazıp bana da verdikleri şiirlerinden, adressiz mektuplarından… Ne kadar güzel duygular var onlarda! Sana gıpta ettim. Onları okudukça, koca bir ömrü bomboş geçirdiğimi anlıyor, hayıflanıp duruyorum. Gerçekten harika şiirler, eşsiz mektuplar… Kime yazıldığını biliyorum ama onu göremediğim için meraktan çatlıyorum! İçtenlikle tebrik ediyorum ikinizi de! Yazanı da yazdıranı da… Önce yazdıranı… Onları yazdıracak kadar sevildiği için… Sonra da seni… Onu o kadar sevebildiğin için… İkinizi de kutluyorum! Allah’a da hamd ediyorum. İnsanları sevilecek nitelikte yarattığı ve bizlere sevebilme kabiliyetinde gönüller bahşettiği için.”
"O bir demdi. Her şey gibi bitimliydi. Geldi geçti. Geldiğinde neler getirdiğini ve neler götürdüğünü yazmaya çalıştım. İbret olsun millete!"
“Ölünce de dünya ve yaşadıklarımız aklımıza geldiğinde aynı şeyleri söyleyeceğiz muhakkak ki! “O bir demdi. Geldi geçti.” diyeceğiz. Bitmeyen ne var! Geçmeyen ne var dünyada!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 983