- 763 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
978 - EYVALLAH
Onur BİLGE
“Cami dönüşü Define: “Bizim arkadaşlardan Feyzullah Efendi de irtihâl etmiş." dedi. “İyi adamdı. Muhabbeti güzeldi. Eli açıktı. Namazdan sonra arkadaşları yemeğe, çaya falan davet ederdi. Sohbetine doyulmazdı. Mahallenin küçük çocukları yolunu bekler, ceplerindeki şekerlerden istifade ederlerdi. Ne verirsen elinle, o gelir seninle… Çok kişiye borç vermiş. Bazısı iade etmiş, bazısı etmemiş. İkisi için de “Eyvallah!” demiş. Ne dense “Eyvallah! dermiş zaten. Ben de çok duydum bu sözü ondan. Çok yemeğini yedim, çok çayını içtim, çok sohbetinde bulundum. Allah gani gani rahmet eylesin! Sekiz cennette de sofrası hazır olsun İnşallah! Başta Hüsn, Adn ve Firdevs olmak üzere… Âmin!”
Baş sağlığı diledik ona. Baş, yara demekmiş. Başın sağ olması, yaranın iyileşmesi anlamındaymış. Yani ona: “O ölmüş. Ölürse ölsün! Sen sağsın ya… Senin başın sağ olsun!” demek istemedik. Yüreğindeki yaranın iyileşmesini diledik.
Eskiden kimseye baş sağlığı dilemek istemezdim. Dilim varmazdı. Tuhafıma da giderdi. “Bu nasıl bir teselli sözü!” derdim. Annem: “Hüküm Allah’ın!” derdi. Babam: “Allah taksiratını affetsin!” Bunların da eskiler tarafından kullanılan, anlamını tam kavrayamadığım sözler olduğunu düşünürdüm. Kullanmakta olduğumuz sözlerin gerçek anlamlarını bilmiyor olmamız ne kadar kötü! Kalıplaşmış sözleri, duyduğumuz gibi söyleyip geçiveriyoruz.
”Kaptan bana: ”Tasavvufta dersler arttıkça, kademeler yükseldikçe sınav soruları çetinleşir. Bu yola girenler, imtihanlara hazır olacaklar. Ne olursa olsun “Hamdolsun!..” diyebilecekler. Hatta Her şerrin içinde bir hayır olduğunu düşünecekler ve en kötü olayla karşılaşıldığında dahi tam bir teslimiyet içinde hamd secdesi yapabilecekler.” demişti.
”Ölümden öteye köy yok. En kötüsü ölüm! Nasıl teselli olacak nasıl hamd edeceğiz ölümle karşılaşınca?” diye sormuştum.
“Ölüm karşısında de diyebiliriz ki! “Hamdolsun, imanla gitti. Ya yanlışa sapsaydı? O sırasını savdı. Biz ne yapacağız? Nasıl can vereceğiz? Yanarak mı donarak mı? İyi ki Müslüman olarak öldü! Din değiştirenler de var, inkâr edenler de… En az imanlı Müslüman’ın durumu, kâfirin durumundan kat be kat iyidir!” diyeceğiz.” demişti.
Bir keresinde ortak tanıdıklarımızdan biri ölmüştü de: ”İbadeti mi azdı? Hataları mı vardı? Nasıl gitti acaba? Her giden için nasıl iyi şeyler düşüneceğiz? Nasıl teselli edeceğiz birbirimizi? Senin sohbetlerini dinleye dinleye öyle bir hale geldim ki Kaptan, her giden için endişelenmeden edemiyor, onlardan önce azap çekmeye başlıyorum inan! Haydi teselli et bakalım beni!” dedim.
“Hangimizin ibadeti tam ki? Hangimiz kusursuzuz? İyi ki Allah iyiliklerimizi katlıyor ve kötülüklerimizi birebir değerlendiriyor! İyi ki Rahman ve Rahim! Bizlere amellerimize göre değil de fazlıyla muamele eder İnşallah!” dedi tebessüm ederek.
Ne kadar da rahattı! Allah’ı bilmek böyle bir şey miydi? Huzur denizine dalmak gibi yani… Demek ki O’nun safında olmak, O’nu bilmek, O’na teslim olmak dünyevi ve uhrevi mutluluğumuzun tamamlanması içindi. Ona nasıl imrendim, anlatamam!” dedi Define, umutlu ve dalgın gözlerle. O gözlerde geçmişe özlem de vardı. Hem de Toroslar kadardı!
Dede, zaman zaman Antalya’da oluyordu. Orada olması demek en çok Islak Kız’la ve Kaptan’la beraber olması demekti. Bakışlarının dalgınlaşmasından anlıyorduk. Yüzünün aydınlanmasından… Gözlerindeki belli belirsiz pırıltıdan… Bazen Islak Kız, kirpiklerini ıslatıyordu. “Dumandan…” diyordu. Dudaklarında zehir tadı… “Islak Kız mı dede?” diyorduk, muzip muzip. “O, orada kaldı!” diyordu. Koca adam, için için ağlıyordu.
Koca adam için için yanıyordu. Bir pamuk balyasının için için yandığı gibi… Pamuk gibi saçları ve kaşlarıyla… Koca adam, için için ağlıyordu. Samimi olduğu bir cami arkadaşını bir daha göremeyeceği için…
Bize ölümü anlatmaya çalışıyordu koca adam. Ölüm karşısında bile dik durmayı… O halde bile mutlu olunabilecek bir şeyler arayıp bulmayı…
”Ölüm de hayatın bir parçası çocuklar! İki hayat arasındaki geçit… Bir ara kapı… Öyle bir an gelecek ki iki dünya arasındaki kapı açılacak, birinden diğerine çıkılacak… İşte o kadar! O kadar basit! Evin kapısından çıkar gibi… Ötede Mümin’i bekleyen neler neler var! Neden üzülelim ki ölüm karşısında! Neden korkalım ki bir eşiği aşmaktan! Hem… Dost’a gidiyoruz, düşmana değil ki! Feyzullah Efendi de Dost’una gitti. Dost, dostuna nasıl gider? Nasıl giderse öyle gitti! Azrail’e “Eyvallah!” diyerek... Son nefeste nasıldı bilemem ama zannedersemi ruhen gülümseyerek…”
“Neye dayanarak öyle diyorsun dede?” diye sordu Neşe.
“Mümin kardeşimiz için hüsnüzanda bulunmamız istenmiyor mu Neşe? Hem mütebessim bir adamdı. İlahi mutluluğa ulaşmış kişilerde görülen bir aydınlık vardı yüzünde.”
Güzel şeyler diyordu Eyvallah için dede ama yine de kendisini nasıl teselli edeceğini bilemiyordu. Hayatında boşalan büyük bir yeri sözlerle doldurmaya çalışıyordu. Çipil gözlerindeki nemi gizleyemiyordu, piposunun dumanı. Duman kaçmıyordu gözüne. Duman ondan kaçıyordu hızla, o bizden kaçıyordu. Koca adam, için için ağlıyordu…
İçin için ağlıyordu koskoca adam… İçin için yanıyordu, piposundaki tütün gibi… Duman gibi sözler savuruyordu boyuna. Güya bize, aslında kendisine… Sağ olsun diye başı… Kolay kolay sağ olacağa benzemiyordu. Her şeye “Eyvallah!” demesi gerekiyordu. Dili “Eyvallah!” diyordu. Ancak o şekilde teselli edebileceğine inanıyordu kendisini.
“Hiç kimse ameliyle cennete giremez. Çünkü kimse aldığı nimetlerin zerresinin karşılığını tam olarak veremez. Her ölen pişmandır. Kimi yaptıkları için, kimi yapmadıkları için, kimi de daha fazla yapamadıkları için… “Ya Rabbi! Bize fazlınla muamele et!” diye dua ediyoruz. Biliyoruz ki verdiği nimetlerin en önemsiz gördüğümüzün dahi karşılığını tam anlamıyla veremeyiz. Ömür boyu yaptığımız ibadet ve iyi amellerimizin toplamı, bir gözün ve kulağın karşılığı etmez! O’nun bahşettiklerinin karşılığını vermeye kimsenin gücü yetmez!”
“Bu kayıplar, ayrılıklar, ölümler… Dayanılır gibi değil ki dede! Ben de çok acı çektim. Çok özledim, çok yandım!”
”Sabretmen lazım Mahir! Allah bizi zaman zaman mallarımızdan ve canlarımızdan ayırarak, yani mahrum bırakarak dener. Bize bir süreye kadar fırsat verir, sonra bizi bir yerde tutar.
O bir süre, ömür, o bir yer kabir olsa gerek. Ömrü biten gider, bekleyeceği yere. Ömrü varsa, onlarca kez ölümle burun buruna gelse, yıllarca hastalık çekse, defalarca ameliyat olsa, yine de ömrünün son saniyesini yaşamadan, son damla rızkını yemeden ölmez. Mesela insanlar sadece bulaşıcı hastalıklardan ölmezler. Bir anlık dalgınlık sonucunda kaza, bir pıhtı nedeniyle kalp krizi ya da felç gibi aniden gelen musibetlerle de hayatlarını kaybedebilirler. Hastalığı veren Allah’tır. Şifayı verecek olan da O’dur.”
”Annem kanser olduğunda dünyam başıma yıkılmıştı!.. Meğer boşuna üzülmüşüm. O vesileyle çok dua ettik, imanımız daha da arttı ve Allah’a daha da yaklaştık ailecek. Mutlaka kendisi de epey bir aşama kaydetmiştir. Neticede hâlâ sağlıklı ve ecelini beklemekte benim ve sizin gibi...” dedi Mualla.
”Yatan ölmez, vadesi yeten ölür kızım. Başa gelen kötü bir olay karşısında çok üzülmek de feveran etmek gibi üstü kapalı isyana girer. Tevekkül etmek ve duadan da geri kalmamak gerekir. Allah her şeye kadirdir. Ölüden diri çıkarmaya, diriden ölü çıkarmaya… O zaman? Allah’ı vekil olarak görmek, güç getiremeyeceğimizi bildiğimiz her halde kulluğumuza çekilmek, en doğru, en kolay ve en kısa yoldur.
Elimizi kaldırmamız bile O’nun dileyişiyledir. İslamiyet, teslimiyettir. Her halde teslim olalım!
Her birimiz imtihandayız. Denenmeyen kimse yok. Sadece taksimata rıza gösterelim!
’Ya Rabbi!..” dediğimizde, duamızı işiten ve hakkımızda hayırlıysa icabet edecek olan Allah’ımız var. O bize yeter! Sabredenlerle beraberdir. Sabrettiğimiz sürece bizimledir. Yani biz her an O’nunla oldukça..."
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 978