- 451 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
İRMİK HELVASI
Güneşten yayılan ışıklar kızıldan sarıya doğru boyarken şehri, şehir gecenin üstüne örttüğü topraktan silkinerek dirilmeye başlamıştı. Mahallenin camiinden, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar sayıda yaşlı cemaat, alışkanlığın üzerlerinde oluşturduğu gri tabakayı dağıtmak üzere esen sabah yeline mukavemet bile etmeden ağır ağır yürüyordu. Mevsim sonbahar, günlerden hüzündü.
Titrek buruşuk parmakları ile caddeye bakan pencerenin tül perdelerini aralayarak sokakta miyavlayan kediyi ve ona karşılık veren yavrusunu, sokak lambasının altına pusmuş, doğduğu andan itibaren insanlardan umduğu merhameti bulamamış ürkek ve aç sokak köpeğini, sabahın bu saatinde işe yetişmeye çalışan modern köleleri, okul çocuklarını, köşe başında simit satmaya çalışan simitçiyi, agresif bir ses tonuyla yolları arşınlayan çöp arabasını izledi sessizce. Yaşayan şehrin nabız sesini dinliyordu aslında yıllardır bu pencereden.
Yılların cildinde ve saçlarında yaptığı tahribat gönlüne de uğramıştı birazcık. Kırık hayaller, umutsuzluklar, yarım kalmışlıklar, hayal meyal hatırladığı mutluluk kırıntıları… Yapayalnız başladığı yolculukta hiç ummadığı ve belki de hazzetmediği kadar kalabalık bir ömür sürüp neticede yine tek başına kalakalmıştı işte. İnsanların kendi ihtiyaçları olduğu zamanlar etrafında nasıl pervane olduklarını hatırlıyordu. Ocağın altını bile yakarken bin kez düşünür hale gelmişti ve sesine ses verecek bir insana ne çok ihtiyaç hissediyordu oysa şimdi. Her şeye katlanmak kolay geliyordu da eşinin de dârı dünyaya göçünden sonra evde alışık olduğu sesin yokluğu tahammül edilir gibi değildi. Akıllarına eser de gelirlerse çocukları onun ne çok televizyon izlediğinden yakınırlardı. Televizyonun Safiye hanımın hayatındaki en önemli eksiği, sesi tamamladığından habersizlerdi. Ona karşı bu kadar kayıtsız olan ve tenkit etmeyi vazifeleri sayan bu çocukları bazen ‘ben mi doğurdum’ diye sormadan edemiyordu kendi kendine.
Geçen ay şeker komasına girdiğinde görmüştü en son hepsini birden. Sanki Safiye hanım orada yokmuş gibi konuşmuşlardı hastane çıkışı evinde toplanıp. Bir karar vermeleri gerekiyormuş. Bu kadıncağızı buralarda tek başına bırakmaları doğru olmazmış. Beş kardeş birer ay evlerinde baksalar beş ayda bir gelirmiş sıra. Adnan’ın karısının psikolojisi bozukmuş. O sırası geldiğinde bakıcı tutacakmış. Zehra’nın kocası evde yaşlı birini istemiyormuş. Ya altına kaçırırsaymış. Önemli adam Hacer’in kocası. Evlerine üst düzey misafirler gelince rezil olurlarmış.’ Ara sıra evine gelip ben bakarım burada’ diyordu Hacer. ‘Bu günler yine iyi günleri ya yatalak olursa? Kusura bakmayın ben tiksinirim. Huyluyumdur zaten’ diyordu bebekken kakasını yapsın diye dört gözle beklediği, en uzun süre bezle kalan, en çok hasta olup hastane köşelerini ev belleten, yıllarca altına kaçıran, yorgan döşek ne varsa her hafta yıkanmasına sebep olan en küçükleri Canan.
Sonuç belliydi. Şimdilik Safiye hanım ele ayağa düşmemişti ve o kadar da yardıma ihtiyacı olmadığına karar verilmişti. Acelesi olduğunu söyleyen, çocuğu kreşten alacağını hatırlayan, önemli bir iş görüşmesi yapması gerektiğini ama muhakkak ona güzel haberlerle geri döneceğini belirten ve başka bahanelerle bir an evvel bu sorumluluk sarmalından çıkmaya çalışan çocukları, onu kucaklayıp öpücüklere boğarak, apar topar ayrılmışlardı yanından.
Yatağını toparladı. Televizyonu açtı. Kapı zilinin fişini çekti. Güneşin evin her tarafına dağılması ve evi güneşe doyurmak için bütün perdeleri ve pencereleri sonuna kadar açtı. Işık, temiz hava ve cıvıl cıvıl insan sesi akıyordu evin dışarı açılan geçitlerinden içeriye. Sardunyaları suladı, menekşeleriyle konuştu, Ayla’nın anneler gününde ziyaretine gelemediği için gönderdiği orkidesinin yapraklarını temizledi. Dertleşmezdi hiç çiçekleriyle. Bir kez bir sıkıntısını anlatacak olmuştu da hepsi birden soluvermişti. Bundan böyle hep güzel şeyler paylaşmak istiyordu bu zarif hayat arkadaşlarıyla. Suya sabuna dokunmadan anlatabileceği o kadar az şey vardı ki , sırf bu yüzden muhteşem bir hikayeciye dönüşmüştü Safiye’nin ağzı artık.
Mutfağın kapısını açtı. Perdeleri tutuşturduğundan beri korkuyordu ocağı açacak olmaktan. Korkunun hiçbir şeye faydasının olmadığını hatırlatarak girişti işine. Tencereyi çıkardı itinayla dolaptan. Levent bey rahmetli olmadan beraber almışlardı bu tencereyi Eminönü’nden. O gün ne çok yağmur yağmıştı. Ayakları sırılsıklam olmuş, kocasına belli etmemeye çalışmıştı. Anlayışlı, kibar bir adamdı Levent. Karısının ıstırabını sezmiş hemen bir taksi tutup eve yollanmışlardı. Hemen ertesi günü ayaklarına uygun güzel bir pabuç almayı ihmal etmemişti, ayakkabılarının altının delindiğini fark etmeyişine içerleyerek…
Tencereye iki kaşık tereyağı, bir bardak irmik koyup kavurmaya başladı. Şeker hastalığı çıktığından beri, irmik helvası koymamıştı ağzına. En son komşusu bir dilim kek getirmiş kokmuştur diye. Ondan yemişti. Sonrası malum hastaneydi, doktorlardı… Allahtan kapıcı çöpleri almakta ısrarlı davranmıştı da kurtarmışlardı Safiye hanımı.
Mis gibi kavrulmuş irmik kokusu yayıldı bütün odalara. Pek de güzel yapardı gençliğinde ya neyse. Şekerini attı suyunu, sütünü döktü. İrmiğe suyunu çektirdi. Demlenmeye bıraktı.
İşte! Yine de çok lezzetli yapmıştı en sevdiği tatlıyı. Hem bu kez ocağı kapamayı unutmamış, perdeleri de yakmamıştı.
Helva demlenene kadar üzerini değişmeye gitti. Üstünde hâlâ çocuklarının hastanede yatarken giymesi için aldıkları geceliğinin olduğunu biraz ürpertiyle hissettiği üşüme hissinden farketti.
Henüz eli iğne iplik tutarken diktiği kırmızı çiçekli elbisesini giydi. Saçlarını taradı, başının üzerine minik gri bir topuz bıraktı. Saçları ne kadar azalmıştı. Seneler var ki boyamıyordu artık saçlarını. Eskiden omuzlarından aşağı akan lepiska gibi sarı saçlarını zalim zaman ne hale getirmişti. Levent bey olsa ‘sen her hâlinle güzelsin’ derdi. Pembe rujunu sürdü dudaklarına. Tuvalet masasını düzenledi. Evi toparladı.
Bugün gelecek olan misafir içindi biraz da bu kadar itina. Kahvaltıda en sevdiği tatlıyı yiyecek olmanın verdiği heyecan, buruk sevinç ve şaşkınlık… Masaya bir tencere helvanın hepsini getirdi. Levent beyin fotoğrafı eşlik edecekti artık bu ziyafete.
Bir kaşık aldı helvadan… Hımmmm... Enfes… Bir kaşık daha… Bir kaşık daha… Bir kaşık daha…
Bir tencere helva ne çabuk bitivermişti. Levent beyin resmine muzur bir gülümseyişle baktı, kalktı sardunyaların, menekşelerinin ve orkidesinin arasına koyduğu berjere kendini bırakıverdi.
Komşuları apartmanı saran helva kokusuyla uyanmıştı. Kokuyu alan alelacele Safiye hanımın kapısına koştu. Teyze çok yaşlıydı acaba vefat mı etti diye konuşuyorlardı aralarında dilleri pek varmayarak. Zile bastılar. İçeriden televizyonun sesi geliyordu. Duymamış olduğunu farz ederek kapıyı tıkladılar… Kapıyı yumrukladılar… Kapıyı omuzladılar en sonunda… Hırsızların tek hamleyle açtıkları lanet kapı açılmak bilmiyordu bir türlü. Çilingir çağırmaya karar verildi en sonunda.
Çilingir, polis ve ambulans ekibi eşliğinde açtı kapıyı. Ev buz gibi olmuştu. Cereyan yapan mutfak kapısı çarptı. Odaya korkmuş ve meraklı bir kalabalıkla beraber derin bir sessizlik de dolmuştu. Yeşil berjerde kimseye muhtaç olmayacağını bilmenin verdiği huzur ve sükunetle uyur gibi oturan Safiye hanım ve ihtimamla hazırlandığı misafiri ölüm…
Tencerede kalan bir kaşık irmik helvası…İrmik helvasıyla intihar etmek hiç akla gelir miydi?