- 564 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
970 - RIZA
Onur BİLGE
“Bekârlar, belki de daha rahat, daha huzurlu kişiler… Hayatımıza giren her kişi bir kambur oluyor sırtımıza... Birazcık mutluluk için ne sorumluluklar alıyor, ne negatifliklerle karşılaşıyoruz! Evlilik, altın kafes... İçine girmeyenin bir derdi var, girenin bin bir derdi...” diye yakınıyordu Müjgân abla.
Dede ne derse desin, onun bildiğini işleyeceğini biliyordu. Aslında o da ne yapacağını bilmiyor, içine düştüğü duruma olduğu gibi katlanmaya çalışıyordu. Bu arada kendisi de çocukları da zarar görüyordu ama güçsüzlüğünden ya da çaresizliğinden, kabuğunu terk edip çıkamıyordu. O kabuk onu sıkıyor, o da büzüldükçe büzülüyor, kendi kendisini yiyordu. “Gittiği yere kadar…” diyordu evliliği için. “Yuvayı yıkan ben olmayayım!” Beraberliklerinin bu şekilde sona kadar devam edemeyeceğini biliyor, o kararı vererek günaha girmek istemiyor ya da karar vermeye cesaret edemiyor, beklemede kalmayı tercih ediyordu.
“Kimsem yok ki Necmettin amca! “Anam babam…” dedim, baktım ki dağlar gibi arkamda değiller. “Kocam!” dedim, ondan da aldım payımı! “Yar!” dediğim, yüreğimi yardı! Ne yapayım? Şimdi de “Yavrularım!” diye sabrediyorum bunca eziyete. Onlardan da bekliyorum, ötekilerin ettiklerini! İşte işin gerçeği!” diyordu. Dede de dilinin döndüğünce onu teselli ediyordu.
”Öyledir kızım! “Allah!” deriz biz! Tek Dost O’dur! Onların onları yapmalarına müsaade eden ve bizi deneyen de O’dur. Kendisine istediği kişileri kimsesiz bırakır. Efendimizin, bir yere kadar, tutunduğu dallar elinde kalmadı mı! Allah, bir kulundan razı olursa, ona, her şeyi vermiş demektir. Ne olursa olsun, rızasını kazanmaya çalışmalıyız. Biz Allah’tan razı olmazsak, O’nun rızasını nasıl isteyebiliriz!
Bir taraftan sana kızıyorum ama bir taraftan da seni takdir ediyorum. Hâlinden memnun olmak, Allah’a hamd etmek, kanaatkâr olmak, kendinden mevkice üstün, zengin, kuvvetli veya güzel olanlara haset etmemek kalbe sükûn verir. O Allah’tan razıdır, Allah da ondan…
Kanaat, bitip tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Kanaatkâr fakir, kanaatkâr olmayan varlıklıdan daha mutludur. Bize gereken en başta huzurdur. Onun için içinde bulunduğumuz durumun, Allah’ın takdirinden olduğunu bilmeli, her halükârda, olanı olduğu gibi kabul ederek isyan etmemeliyiz.
Beterin beteri vardır! Gelen, gideni arattırır! İnsan, kaderinden kaçamaz. Kaderin, sen daha gitmeden gideceğin yere gider, başköşeye kurulur!
Ne gelirse Allah’tan olduğunu bilen, hayra da şerre de şükreder ve bekler. Allah, kendisinden razı olan ve hamd eden kullarını refaha çıkarır. Kara gün kararıp kalmaz.
Hayrın da şerrin de Allah’tan olduğunu bilen, asla halinden şikâyet etmez. Nimete şükreder, belaya sabreder. O zaman Allah, o kulunu dünyada da ukbada da yüceltir.
Bir zamanlar, bir oduncu varmış. Çalışkan ve dindarmış. O zamanlar oradaki insanlar, bir ağacı kutsal sayarlarmış. İsteklerini o dilek ağacına yapar, ona adaklar adarlarmış. Oduncu, bunun şirk olduğunu biliyor, o ağacı kesmek istiyormuş. Tam baltasını almış, onu kesmeye giderken karşısına, acayip bir mahlûk çıkmış. Oduncu:
“Sen kimsin?” diye sormuş ona.
”Ben şeytanım!” diye cevap vermiş yaratık.
“Vay alçak, hain, Aleinlane! Önce seni gebertmem lazım!” diyerek ona hücum etmiş. “Halkı kandıran, onlara bir ağacı kutsallaştıran sensin demek!”
“Boşa uğraşma! Beni öldüremezsin! Bana, kıyamete kadar mühlet verildi. O ağacı kesmekten vazgeçersen, sana her sabah bir altın getiririm. Uyandığında yastığının altında bulursun.”
“Ya sözünde durmazsan?”
“O zaman bana istediğini yaparsın!”
Oduncu, bu cazip teklifi kabul etmiş. Ağacı kesmekten vazgeçerek evine dönmüş. Uyandığında, yastığının altında bir altın bulmuş. Ertesi gün yine bir altın bulacağını sanmış ama yastığının altında hiçbir şey yokmuş.
Baltasını bıçağını kaptığı gibi ağacı kesmek ve şeytanı öldürmek için öfkeyle yola çıkmış. Yine aynı yerde onunla karşılaşmış. Hemen üstüne atılmış ama şeytan onu aldığı gibi fırlatmış! Adam düştüğü yerden kalkıp, tekrar saldırmış ancak ona hiçbir şey yapamamış. Şeytan bir kahkaha atmış ve:
”Boşuna uğraşma! İlk gün, Allah rızası için yola çıkmıştın, bu defa nefsin için intikam hırsıyla geldin. O gün sen güçlüydün ama bugün bana diş geçiremezsin!” demiş.
Sen de onca zulme karşı isyan etmiyor, sabrediyorsun. Günahtan korkuyor, Allah’ın rızasına aykırı hareket etmekten çekiniyorsun. O gücü sana O veriyor. Dayanabildiğin yere kadar dayan! Sabret ve bekle bakalım! Dayanamadığın anda Allah seni darda bırakmaz. Bir yol açar.”
“İmanın, ay gibi değil, ışığı kendinden olan güneş gibi... Bu yıkık dökük binadan etrafına ışık saçıyor, sıcaklık yayıyorsun. Buraya barut gibi geliyorum, pamuk gibi oluyorum. Ruhum, yanında huzur buluyor. Az daha ben de seni kutsayacağım! Dilek ağacının altına koşar gibi sana koşuyorum bunaldığımda. Allah senden razı olsun Necmettin amca!”
“Nasıl elsiz ayaksız, cansız güneş Allah’ın emriyle yapması gereken hizmeti tam anlamıyla yerine getiriyorsa, biz de son nefesimize kadar görev edindiğimiz şeyleri yapmaya çalışmalıyız. Tecrübenin de bilginin de zekânın da sadakası vardır. Kimde ne varsa, çevresinden esirgememeli. Neye sahipse israf etmemeli, gizlememeli.
Bende yeteri kadar olmasa da olduğu kadar kendimi, ilmimin sadakası olan eğiticilik ve öğreticilik işini son nefese kadar yapmak zorunda hissediyorum. Etrafımdakileri, bu zamana kadar çeşitli konularda edindiğim tecrübeden istifade ettirmeyi vazife sayıyorum. Kendimi buna mecbur hissediyorum. Karınca kararınca… Allah, azımızı çoğa saysın!”
“Bana cennetlik birini sorsalar, seni gösteririm Necmettin amca. Anlattıkların bana ilaç gibi geliyor. İnşallah öylesindir! Allah seni cennetiyle cemaliyle şereflendirsin! Bizi de sana komşu eylesin!”
“Aman ne güzel bir dua! Âmin! Ümmeti Muhammedi de öyle şereflendirsin! Hatamızla, sevabımızla, aciz, ezik, suçlu olduğumuz halde, İnşallah imanımızla ve aşkımızla sıratı geçeriz! Her ne kadar layık değilsek de fazlıyla muamele etsin ve bize “Kulum!.." desin yeter!”
“Dünya, bir tiyatro sahnesi… Biz oyuncular bile değiliz, kuklalar gibiyiz. İpler Allah’ın elinde...”
“Tamamen öyle olmasa da kuvvetli bir akıntıya kapılmış sürüklenmekteyiz. Ne kadar kulaç atarsak atalım, zaman akışı içinde sona doğru gidiyoruz. Her ne kadar cüzi irademizi, tercih etmek, arzu etmek, uygulamaya kalkışmak, çaba sarf etmek ve gayret göstermek şeklinde kullanmaya çalışsak da külli irade karşısında acze düşebiliriz. Bizim dileğimiz her zaman gerçekleşmeyebilir. Buna rağmen, akıntı ne kadar kuvvetli olursa olsun, iyiye, güzele ve doğruya doğru kulaç atmaya devam etmeli, ümitsizliğe kapılarak kendimizi bırakıvermemeliyiz.
Doğru bildiğimiz yolda mücadeleyi bırakmak, şeytana teslim olmak, maskaralığı ve helaki kabul etmek olur. Allah’ı dost edinmeli, tam bir teslimiyetle O’na güvenerek, dayanarak, her zaman, her konuda yılmadan, sabırla iyilerin yaptıklarını yapmaya çalışmalı, gerisini Allah’a bırakmalı, sonuç hayır da olsa şer de olsa razı olmayı bilmeli “Onda da vardır bir hayır!” diyerek, neticenin neticesini beklemeye başlamalıyız.”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 970