- 384 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ADONİA
Her akşam elinde balık sepeti, ayağında çizmeler çok zor olurdu bu dik sokağı çıkmak. Sepetine doldurduğu balıkların çoğunu balık pazarında satmış, sadece kendisine ve her akşam onun yolunu gözleyen kedisine biraz balık bırakmıştı. Cebine koyduğu üç beş kuruşla, bir paket sigara, bir ekmek, biraz da Hasan Çavuş’tan helva aldı. Mehmet Efendinin oğlu Hasan Çavuş, 1920 yılında açılan bu helvacı dükkanında, yıllardır Bandırma halkına ayni kalitede helva yedirmekte devam ediyordu. Bandırmalılar için evde balık pişti mi arkasında helva yemek, vazgeçilmez bir tutkuydu. Helva, balığın ağırlığını alıyor, insanı rahatlatıyordu. Ayni zamanda rakı mezeleri arasında tartışılmaz bir yeri de vardı.
Eski bir ahşap sandalı vardı Yorgo dedenin. Ayni zamanda eski de olsa iki yelkeni, çoğu balıkçılar sandallarına su motoru taktırmış, o daha taktıramamıştı. Kürekle, yelkenle işini görüyordu. Her gün olmasa bile sık sık, keyfi yerinde olursa balığa çıkardı, tabi ki bir de havanın iyi olması gerekiyordu. Soğuk kış günlerinde de balığa çıkamadığı zaman, balık pazarına takılır, buranın tek meyhanesi Taka’da meyhaneci Süleyman’a yardım ederdi.
Mahalledeki tüm komşular evlerini elden çıkarmış, Yunanistan’a gitmişlerdi. Onun kimsesi yoktu. Yunan işgali sırasında Yorgo’nun anne ve babasına Türk komşuları sahip çıkmış, onları kollamış, bazılarını Yunan askeri öldürmesin diye kaçmasına yardım bile etmişti. İşgal sırasında babası Bandırma’nın yanışını yaşlı gözlerle seyretmiş, ölenler için ağlamış, içi kan ağlayarak onları toprağa vermişti Kuvvayi Milliye Bandırma’ya girince, bu kez sevincinden ağlamıştı. Yıllardır kapı komşularıyla et tırnak gibiydiler, tavada pişen bir avuç balığı beraber yemişler, rakıyı ayni bardaktan beraber içmişlerdi. Alt komşusu Sadık faytonculuk yapıyordu. Bu sokaktaki tek Türk o idi o yıllar. Karşı komşu Vasili’ler, evdeki eşyaları elden çıkarmışlar, evi boşaltıp acele gitmişlerdi. Vasili bir ara geldi. Belki doğduğu baba evini son kez görmekti niyeti, bir müddet Bandırma’da kalıp hasret giderdi. Evi satmaya çalıştı, sattı mı satmadı mı komşuları bilemedi, belki de onlara “Sattım” diyemedi. Uzun müddet boş kaldı bu eski tek katlı iki odalı ev.
Küçük bir bahçesi, ortasında beyaz bir dut ağacı vardı. Aşağı yan tarafta, Yan komşusu Dimitri’nin bir altında, onun evine sırtını dayamış, altında bodrumu ve bodrumunda şarap küpü bulunan eski ahşap bir ev vardı. Alta ki komşu evinin bahçesindeki erik ağacı, sonbahar gelip yapraklarını dökmeye başladı mı Vasili’nin evinden aşağıdaki liman ve Kapıdağ’ın batı sırtları olduğu gibi gözükürdü.
Tabii bu arada 2 Temmuz 1920 yılında Bandırma limanına yanaşan İngiliz ve Yunan gemlerinden inerek Bandırma’yı işgal eden General Mazaraki komutasındaki Yunan askerlerini alkışlayan, onlara sarılıp onları kutlayanlar, yıllar yılı birlikte yaşadıkları komşularını ihbar edip, onları arkasından vuranlar da vardı. Onlar, komşularını arkalarından vuranlar 17 Eylül 1922 de Mustafa Kemal’in askerleri Bandırma’ya girerken, acele Yunan gemilerine binip kaçtılar, malları mülklerini olduğu gibi bıraktılar. Genelde zengin Rumlardı bunlar. Kaçırabildikleri değerli eşyaları, altınları idi, bir de canları. Yorgo rahmetli babasından duymuştu bu anlatılanları.
Önce babasını, iki sene sonrada annesini kaybetti. Bu ufacık iki katlı evde tek başına kaldığında, hiç kimi kimsesi, akrabası kalmamıştı. Aşağı limana gidiyor baba dostlarının yanında onlara yardım ediyor, balık ağlarını tamir ediyor, onlarla balığa gidiyordu. Evler, yıllar geçtikçe el değiştirmeye devam etti. Sokağın denize doğru köşesindeki ahşap iki katlı evi Giritli biri aldı. Girit mübadillerinden. Mustafa.
Sokağın başına gelince şöyle bir yukarı baktı, evine neredeyse gelmişti ama gücü tükenmiş, sırtı terlemiş, yapış yapış olmuştu.
’’Ah bu Bandırma’nın rutubetli poyrazı, bu yokuşlarda ter içinde bırakıp, hasta ediyor adamı.’’ diye mırıldanıp, köşedeki komşunun kapı eşiğine oturdu. Yeni aldığı sigarasının paketini açıp bir sigara yaktı. Oysa on metre daha o dik sokağı tırmanabilse kendi kapısının önünde oturup, limanı seyredip, tüttürebilirdi sigarasını. Tam karşısındaki tepedeki taştan yapılma ilkokul binası tüm heybetiyle Bandırma körfezini seyrediyordu. Oradaki çocukluk yılları gelirdi aklına, hep bu eşiğe oturduğunda. O okula iki sene gidebilmişti. Ailenin tek çocuğuydu Yorgo. Sınıfında en başarılı öğrencilerdendi, ama okulda onu arkadaşları rahat bırakmıyordu. Rum olması bazı tutucu çevrelerce onun dışlanmasına neden oluyordu. Babası onu okuldan aldı ama asıl neden yokluktu. Bundan sonra babasıyla birlikte balıkçılık yapmaya başladı. Oturduğu yerden kalkmadan denize, Kapıdağ’a doğru döndü Yorga, mayıs ayının çeşitli tonlarıyla bezenmiş Kapıdağ sırtlarını seyretti bir müddet, Marmara’nın mavi berrak suları yavaş yavaş hareketlenmeye başlamış, dalgalar sahilli dövmeye başlamıştı. Sonra karısı geldi aklına. ’’Ah be Adonia’’ dedi. Derin bir iç çekip, sigarasından bir duman daha, bir duman daha çekti, üfledi Kapıdağ’a doğru.
***
O gün erkenden kendinde çok genç karısı Adonia ile balığa çıkmışlardı. Hava önceleri günlük güneşlikti, Kapıdağ önlerine, Tanaşa’ya doğru kürek çektiler, dinlene dinlene. İyi bir istavrit akını vardı körfezde, bir de sürüye denk geldiler mi, dolacaktı balıkçı sepetleri. Eğer hava lodosa çevirmezse dönüşleri kolay olurdu. Genelde öğlenden sonra çıkan poyraz, yelken açınca rahat rahat atıyordu sandalı Bandırma sahillerine.
Oltalar sarsılmaya başlayınca, balık sürüsüne rastladıklarını anladılar. Hızla çekmeye başladı çaparileri. Tüm iğneler doluydu. Karısı balıkları oltadan toplamaya yetişemiyordu. Atıp atıp, dolu dolu çekiyorlardı çapariyi. Öyle dalmışlardı ki, bir anda Tanaşa sahillerindeki ağaçlarının ekim ayı sonbahar renkleri, kumsala vuran dalgaların beyaz köpükleri yakından fark edilmeye başladı. Hava da fark edilmeden lodosa çevirmiş, Bandırma üzerinden kara kara bulutlar üzerlerine doğru gelmeye başlamıştı. .
Hızla Bandırma’ya doğru kürek çekmeye başladı. Karısı da oltaları toplamış, söylenip duruyordu.
’’Nasıl oldu fark edemedik, nasıl döneceğiz şimdi Yorgo’’
Yorgo kürek çekerken, karısı da tas tas sandalın içine dolan suları boşaltıyor bir eliyle de biraz önce sarıp sarmaladıkları yelken direğine hem tutunuyor hem de onun denize düşmesine engel olmaya çalışıyordu. Yorgo’nun çabası, tam arkadan sırtına vuran delirmiş dalgalara yetmiyordu. İyice ıslanmışlardı. Pes edip bıraktılar kendini Tanaşa sahillerine. Vakit öğle vaktiydi, hava soğuk değildi ama iyice ıslanmışlardı. Yanlarında yedek giysi de yoktu. Sırtlarına vuran azgın dalgalara rağmen güç bela sandalı emniyetli bir şekilde sahile, kumlara çektiler. Sırılsıklamdılar, koyda ve karşı zeytinliklerde kimse yoktu. İyice irileşmek için yağmur bekleyen zeytinlerin bazılarında kararmalar başlamıştı bile.
Sadece ileride çayırda otlayan birkaç inek vardı
Kara kara düşünmeye başladılar “Akşama nasıl döneceğiz” diye. Yorgo üstündekileri çıkarıp hızla esen rüzgara tutup kurutmaya çalıştı. Kara bulutların arasından, ara sıra kendini gösteren güneş onları ısıtmaya çalışsa da Adonia çok üşümüştü.
Birkaç kilometre ileride yamaçta Pomakların yaşadığı ufak bir balıkçı köyü vardı. 1920 yılından itibaren buralara Pomaklar yerleştirilmişti. Ama nasıl yürüyeceklerdi, böyle ıslak ıslak. Sandal balık doluydu, o balıklara da kıyamıyorlardı. Adonia da sahildeki ağacın arkasına geçerek üzerindekileri çıkarıp güneşe serdi. İç çamaşırlarıyla kalmıştı tir tir titriyordu. Yorgo biraz kurumuş olan gömleğini Adonia’ya verdi.
’’Adonia çıkar şu üstündekileri, ıslak ıslak üşüteceksin’’.
Tedirgin bakışlarla etrafına bakındı Adonia, Sahildeki çalıların arkasına geçip, sıyırdı attı üstündeki ıslak giysilerini. Çırılçıplak kalmıştı, Bir an Kapıdağ’ın yamaçlarına, zeytin bahçelerinin arasına kaydı bakışları, Acaba onu gören olmuş muydu. Kocasının verdiği gömleği geçirdi sırtına. Adonia’nın dolgun göğüslerini saran gömlek, dişiliğini iyice ortaya çıkarmıştı. Çalıların arkasında ona sırtını dönerek bekleyen Yorgo’nun başı şimdiye kadar görmediği, elini dahi süremediği o bedenin hayalleriyle başı dönmüştü. Yanına gelen Adonia’yı sarıp sarmalamak, onu ısıtmak, dudaklarına bir öpücük kondurmak istiyordu. Karısı elinin tersiyle Yorgo’yu itti. ’’ Yorga uzak dur. Otur dinlen biraz yoksa kürek çekmeye mecalin kalmaz.’’ ‘’Hem sözünü unutma’’ Yorgo suratını asıp sessizce onun yanından uzaklaştı. Sahilin kenarındaki çınarın altında bir müddet daha uzanıp dinlendiler. Güneş iyice maviliklerle sarmalanmış, bir saat önce dalgaları azgınlaştıran, onları bu sahile atan lodos, sus pus olmuştu.
Adonia uzandığı yerden kalkarak çalılar üzerindeki giysilerini aldı. Yorgo’nun ter kokan kurumaya başlamış gömleğini çıkararak, Yorgo’ya fırlattı. Boynunun güneşten kızaran kısmından aşağılara indikçe bembeyaz teni ve dipdiri göğüsleri iyice açığa çıkmıştı. Üç senedir evliydiler, yirmi bir yaşın tazeliği bas bas bağırıyordu bu taze bedende. Çocukluğundan beri tanıyordu Yorgo’yu. Kendi halinde sessiz sakin bir adamdı. Annesi meyhanede çalışırken, Süleyman’a balık getirir, Kışları mutfakta annesine yardım ederdi. Beş sene önce Adonia evden kaçmış ve dokuz ay sonra geri dönmüştü. Kaçtığı çocuktan hamile olduğu yedi ay sonra ortaya çıkmış. Annesi ve Süleyman “Ne yapacağız bu kızı” diye uzun uzun konuşmuşlar ve ona sahiplenecek birisini aramışlardı. Bu ara akıllarına ellerinin altındaki Yorgo gelmişti. Aralarında yirmi yaş fark vardı. Bu iş nasıl olacaktı. Süleyman meseleyi Yorgo’ya çıtlatınca, Yorgo’nun kulakları ağzına varmıştı ama ruh gibi ortalıkta dolaşan Adonia bu işe ne diyecekti. Hala dudaklarında sevdiği çocuğun ismi vardı. Sevdiği apar topar askere gitmiş, Avrupa’da Alman harbi başlamıştı. Hükümet gençleri askere alıyor batı cephesine, Trakya’ya yığınak yapıyordu. Adonia’nın hamileliği daha ilerlemeden Adonia’ya niyetlerini söylediler. Yorgo ile evlenecek ve doğacak çocuk babasız kalmayacaktı. Adonio önce karşı çıktı. Ama araya meyhaneci Taka Süleyman girmiş ve “Bu iş olacak” diyordu. Bu mekanın, bu dükkanın itibarı vardı. Yoksa hepsini kapı önüne koyardı. Ana kız beraber yaşayan Adonia’nın annesi de kızına baskı yaptı. “Evlenmen gerek kızım” dedi. Sonunda Adonia tek şartla bu evliliği kabul etti.
‘’Bana asla elini sürmeyecek, ayni evde sen de bizle yaşayacaksın.’’ Süleyman Yorgo’yu kenara çekerek kızın tek şartını ona iletti. “Yorgo, işi zamana bırakacağız, sonra ne olur bilemeyiz, size kalmış. Hele bebek bir doğsun.”
Sesiz sedasız kıyılan nikah ile evlilikleri onaylandı.
Bir hafta sonra Yorgo’nun arkadaşlarıyla balığa çıktığı bir gün, Demirlitaş’ta arkadaşlarının ısrarıyla denize giren Adonia yosunlu bir kaya üzerine basınca kayarak düştü ve bu darbe sonunda çocuğunu düşürdü. Bilerek kendini taşlara attı diyen de oldu. Bazı yakın arkadaşları bile sık sık intihar edeceğini söyleyip duruyor diyorlardı. Ondan kalan son yadigarı kaybetmesi üzüntüsünü kat kat artırdı. Günlerce hasta yattı. Yorgo ona çok iyi bakıyordu, bir dediğini iki etmiyordu. Bu koşullarda evlilikleri beşinci yılına girmişti. Alman savaşı tüm Avrupa’ya yayılmış, 2. Dünya savaşı başlamış, Almanlar Türk Bulgar sınırına gelip dayanmıştı.
Biraz sonra bu süt gibi beyaz beden, çalılar arkasında giysilerine kavuşmuş, Yorgo da giyinmiş sandalın Bandırma’ya dönüş hazırlıklarına başlamıştı.
Onlar tam yarısı kumlar üzerinde duran sandalın başına gelmişlerdi ki, karşıdan zeytinlerin arasında biri saçı sakalı karışmış iki genç adam bir de ufak bir kız çocuğu belirdi.
’’ Merhabalar amca’’ Hayrola bir sorun mu var.’’ dedi sakalsız olanı.
Yorgo onlar daha fazla yanlarına gelmeden, sandalın başından ayrılarak gelenlerin yanına doğru yürüdü. Denizdeki dalga yavaş yavaş durulmuş, denizin o sahili döğen hırçın dalgalarından eser kalmamıştı. Sıyırdığı paçaları epey ıslanmış halde, sarı saçlı elinde av tüfeği olan uzun boylu köylünün karşısına dikildi. Bir yerlerden tanıyordu ama tam olarak kim olduklarını çıkaramadı, Ama yukarıdaki köyün sakinlerinden oldukları belliydi, konuştukları Türkçe Bulgar aksanıyla karışık anlaşılmaz bir dildi.
Kapıdağ’a Bulgaristan’dan gelen muhacir Pomaklardandı bu gelenler. Yanlarındaki kız beş yaşları civarındaydı. Başında renkli işlemeli bir yemeni vardı. Sarı saçlı maviş gözlü güzel bir kızdı. İki gencin arkasında sessizce konuşulanları dinliyordu.
’’Biz’’ dedi. ’’Şu arkadaki zeytinliğin sahibiyiz. Arkadaki dam da bizim,
hayvancılık yapıyoruz. Sizi burada görünce acaba bir sorunları mı var dedik. ‘’Belki yardıma ihtiyacınız vardır’’ Hayvanları zeytin arasına saldıklarında sık sık sahili kontrole gelirlerdi sahile. Bir kaç kez burada otlayan koyunlarından bazıları çalınmıştı. Koyunları bir iki motora atıp kaçırıyorlardı.
Yorgo da gelenlerin kötü bir niyetleri olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Yanlarındaki o küçük kızın sempatik hareketleri onda güven duygusu uyandırmış, köylünün de samimi konuşmaları onu rahatlatmıştı. Adonia’nın yüzündeki endişeli bakışları, güzel küçük Pomak kızının bakışlarına odaklandı. Ne güzel bir kızdı, sevimli tatlı, çıtı pıtı. Bir an “Ah benim de bebeğim yaşasaydı böyle güzel kız olacak mıydı acaba?” düşünceleri içinde sandala attı kendini. Kızın gözleri ona o kadar tanıdık gelmişti ki, o gözlere bakınca içinin cız ettiğini hissetti, ’’Ayni Ömer’in gözleri’’ Başını iyice örterek, karşıdaki adamlardan saklanmaya çalıştı. Bu sesleri birini bir yerden tanıyordu. Bu ses tanıdık geldi ona, sadece “Hoş geldiniz” diyen uzakta yanlarına gelmeyenin sarı saçlı sakalı gencin sesiydi bu.
Belki meyhaneden, belki de balıkhaneden.
Yoksa … Dili varmadı o ismi söylemeye.
Sandalın içinde hala su vardı. Onları boşaltılması gerekti. Yorgo laflarken o istavrit dolu balık sepetine sandalın kıyı köşesinde kalan son istavritlere elini attı ama son anda vazgeçti. Kulağı konuşulanlardaydı.
’’Ben Mustafa’’ dedi uzun boylu sarışın köylü, ayaklarındaki çizmeleri çamura ve hayvan pisliğine bulaşmış olan, arka tarafında beş metre kadar geride duran genci göstererek ’’ Kardeşim Ömer dedi. Ömer hiç konuşmuyor suskun bakışlarla onları uzaktan izliyordu.
Ben Bandırma’dan balıkçı Yorgo, o da karım.’’ dedi Yorgo. Elini uzatan Mustafa’nın elini sıktı. Ömer ise uzaktan sadece başınla selam verip, anca duyulacak bir sesle ‘’Hoş geldiniz ‘’dedi..
Küçük kız yavaş yavaş sandalın yanına yaklaşıp, ayağındaki terliklerle denize girerek sandalın kenarına geldi.
’’ Balık var mı abla’’ Bu güzel kız Adonia’ nın çok ilgisini çekmişti. Onun maviş gözlerinin ışıl ışıl bakışları ruhunun derinliklerini okşamıştı. “Olmaz mı bak bir sepet balık var. Sandalın içi de dolu.”
‘’İster misin?’’
’’Hani nerde’’ Sandalın kenarında balıkları arayan kıza sandalın içindeki sepeti göstererek,
’’Bak sepet balık dolu’’
’’Senin adın ne güzel kız’’ Küçük kız utangaç bakışlarını ondan kaçırarak, masum bir eda ile ’’ Ayşe’’ dedi.
’’Aman ismi de kendi gibi ne güzel bu tatlı kızın’’
‘’Bir zamanlar benim de Ayşe idi.’’
“Ver elini güzel Ayşe. Sandala çıkarayım seni balıkları görürsün’’
Eli Adonia’nın ellerini tüm sıcaklığıyla kavradı. Ayşe birden durup babasına baktı, ondan ses çıkmayınca, amcasına yöneldi bakışları.
‘’Amca bineyim mi?’’
“Kızım abla ve eşi hemen gidecek, bak belki dayın da dönmüştür balıktan. O da balık getirir balık sana. Hadi ablaya hoşça kal de’’
‘’Hoşça kal Ayşe abla, hoşça kal’’
***
İlk defa annesinin ısrarı sonunda balıkçı tezgahının başında görmüştü Yorgo’yu. Esasında o Yorgo’yu hiç istememişti. Altı yaşında, tam okula başlayacağı yıl babası ölünce evde yalnız kalan annesi artık evin geçimini sağlayamıyor, çok sıkıntılı ve yokluk içinde geçen yıllar sonunda evlenme çağına gelen kızının bir an önce evlenip, bir erkeğin onları sahiplenmesini istiyordu. Artık kendisi de eskisi gibi çalışamıyor, her işe koşturamıyordu. Zor günler geçiriyorlardı. Balıkhanede çalışan annesinin ve onun patronu Süleyman’ın ısrarları sonucu, artık direnemez olmuştu.
‘’ Kızım hala onu düşünüyorsan o iş olmaz. Kesinlikle onunla mutlu olamazsın.’’ Dinimiz ayrı, dilimiz ayrı’’
Oysa bu iki genç birbirlerini çok sevmişlerdi. Çocuk Kapıdağ’ın köylerinden birinde yaşıyordu. Onun ailesi de bu birlikteliğe karşıydı. Ama ateş bacayı sarmıştı. Gizli buluşmalar iyice artmıştı. Buluşmaların sonunda bir gece sabaha karşı Adonia yatağında yoktu. O gün çok yorgun olan annesi, erkenden yatmıştı. Oysa yattığı ağaç divan sokak kapısının hemen yanındaydı. Kapı açılsa duyardı. Hava o kadar sıcak olmamasına rağmen dün akşam olduğu için sokağa bakan pencere de açıktı. Telaşla üst kata çıktı, üst katta iki oda vardı. Adonia arkadaki odada yatıyordu. Yatağı ve eşyaları dağınıktı. Aklına arkadaki mutfaktan bahçeye açılan kapı geldi. İnip oraya baktı, kapı kapalı ama sürgüsü açıktı. Bu kız sabahın köründe nereye giderdi. O gece hiçbir şey duymamıştı. Kızı evde yoktu. Deli gibi dolaşmaya başladı içerde.
‘’Ah be kızım ne yaptın sen. Ah be kızım yaktın kendini’’
***
Akşamdan beri yağan yağmur kesilmiş, ortalığı bir mis gibi bahar kokusu sarmıştı. Haziran ayının son günleriydi, doğa yeni giysilerini üzerine geçirmiş, her taraf rengarenk çiçeklerle bezenmişti. Kapıdağ’ın tepesine çöreklenen kapkara bulutlar artık Bandırma sahilinin üzerinden uzaklaşmış, deniz, gökyüzünün üzerinde tek tük parlayan yıldızların ışıltısını üzerine sermiş huzurlu sessiz ve sakin bir güne başlama hazırlığındaydı.
Ömer ve Adonia sabahın alaca karanlığında yarım saattir at sırtında yol alıyorlardı. Bandırma’dan çıkmışlar Edincik sırtlarına gelmişlerdi. Yamaca tırmanırken sağ taraftaki çeşmeden ellerini yüzlerini yıkadılar. At terini attıktan sonra da onu da yalağa çekip içi yanan hayvanı suladılar. Ömer, ‘’Hadi biraz daha gayret çok az yolumuz kaldı.” Adonia hala titriyordu. ‘Üşüdün mü yoksa?’’
Elindeki bohçasını karıştırdı ama üzerine giyeceği daha kalın bir hırka yoktu. Acele ile evden kalın bir hırka almayı unutmuştu. Üstündeki annesinin örmüş olduğu ince kazak vardı ama at sırtında bu onu ısıtmaya yetmiyordu. Ömer sırtındaki ceketi çıkarıp onu iyice sardı. ‘’Şimdi ısınırsın. Hadi atla arkama, biraz sonra bizi aramaya çıkarlar.’’
Ömer geçen sene balıkhanede görmüş, vurulmuştu bu güzel balıkçı kızına. Adonia da ondan hoşlanmıştı. Ona ismini sormuş, “Adonia” deyince Rum olduğunu öğrenmişti. Kendisi de Bulgar göçmeni Pomak’tı. Nasıl olacaktı bu iş. Hem de önünde askerlik vardı. Daha yirmisinde bir gençti. Sevdiği kız ise on sekiz.
Ömer’in kaçamak buluşmaları için sık sık Kapıdağ’daki köyünden Bandırma’ya gelişleri ailesinin de dikkatini çekmişti. Çocukları evde, tarlada, merada, çayırda, bayırda adeta başka bir alem de yaşıyor, ortalıkta ruh gibi dolaşıyordu. Ömer’deki bu değişim onları derinden üzüyordu.
Ailenin en küçük çocuğuydu, kendisinden büyük iki abisi, bir ablası vardı. Ailenin söz sahibi ise anneleriydi. Babaları yetmiş yaşını aşmış kendi halinde uysal bir adamdı. Ama çok akıllı biriydi. Durumu fark edince Ömer’i takibe aldırdı. Balıkçı arkadaşları kısa zamanda ona haber uçurdular. Ömer bir Rum kızıyla konuşuyordu.
Anne şiddetle karşı çıktı ‘’Kesinlikle olmaz’ diyordu. ‘’Ne örflerimize ne adetlerimize uyar.’’ Baba,
‘’Hele dur hatun bir de oğlanı dinleyelim.’’
‘’ Evet baba’’ dedi, Ömer. ‘’ Ben bu kızı seviyorum, Askere gitmeden de evlenmek istiyorum.’’
Kapıdağ’a mübadele sonucu yerleşen Pomaklar, buradaki köylerde kendi halinde yaşayan, balıkçılık, ziraat ve hayvancılıkla uğraşan Müslümanlığı kabul eden Bulgarlardı. Dışarı kız verip dışarıdan kız almazlar, kendi içlerinde, kendi yağları ile kavrulurlardı. Çok nadir okumak için gidenler ancak bu zinciri kırardı.
Bu konuşmalar baharın Kapıdağ’ı yeşile boyadığı, rengarenk çiçeklerle donattığı nisan başlarında geçmişti. Ömer ailesine fazla direnemedi. Kendi kabuğuna çekildi. Annesi ona boyuna şurada bu kız var, orada şu kız var, boyu boyuna, huyu huyuna uygun diyor, onu Rum kızından soğutmak istiyordu. Ama nafile Ömer’in kimseyi dinlemeye niyeti yoktu. Bana evlilik lafı etmeyin diyor başka bir şey demiyordu. Annesi Ömer askere gitmeden onu evlendirmeyi düşünüyordu. Kız bile hazırdı ona göre. Şu bu demeleri ağız aramasıydı. Ömer he desin düğün davulları çalmaya her an hazırdı. Ömer’in çocukluk arkadaşı yıllardır yavuklu gibi gezdiği bir kız vardı Sadiye. Köyün en güzel kızlarından biriydi, bu ayrılık onu çok üzmüş, yemeden içmeden kesilmişti. İyice zayıflamıştı. Ne olduysa olmuş bu Rum kızı araya girdikten sonra soğumuştu araları.
Bazı günler Ömer alıyor başını yanında köpeği Zeytin, dalıyordu Kapıdağ’daki ormanların içine, yukarı manastıra çıkıyor, oradan şelaleye uğruyor, elini yüzünü yıkıyor, tekrar dere yataklarından akşam karanlığında eve dönüyordu. Her gelişinde eli hep boş oluyordu. Bir cana kıyma onun işi değildi. Tüfeği de ava gidiyorum bahanesiyle ya da olur ya domuz falan saldırır diye yanına alıyordu.
Haziran ayının ilk günlerinin sıcak tebessümünün Kapıdağ üzerinde kendisini gösterdiği bir günün öğle sıraları Bandırma’ya indiğinde, orada okul arkadaşı Hasan’ı gördü. Bandırma Ortaokulunda beraber okumuşlardı.
‘’Ee Hasan ne yaptın ‘’
‘’Ne olsun be Ömer çalışıp duruyoruz.
‘’Hayrola ne iş, marangozun yanındaydın devam mı ?’’ “Yok be Ömer bizim hanımın Edincik altında bir yeri vardı ya, dedesinden kalan, babası orasını bize verdi. Güzel bir çiftlik yaptık. Zeytin, tavuk, ufak tefek ekip biçme işleri, onlarla uğraşıyoruz.”
Hasan’ın ailesi de varlıklı sayılırdı. Gönen yolunda bir sürü tarlaları vardı. Ömer’e çiftliği tarif etti. “İstediğin zaman gel evim müsait. Misafirim ol.”
‘’Vaktin varsa gel bir çay içelim Hasan’’
‘’Tabii Ömer gel sahildeki gazinolardan birine oturalım. Özlemiştim seni.’’
İki okul arkadaşı sahildeki ilk gazinoda yıllanmış bir çınarın altındaki bir masaya oturdular. ‘’Hasan seninle çok önemli bir konu konuşacağım. Ne iyi oldu seni gördüğüm”. Tahta masalar arasında gezinen garsona seslenerek.
‘’Abi bize de iki çay alır mısın?’’
‘’Ah be Ömer inan şu andaki mutluluğumu sana borçluyum, Senin yardımın olmasa ben hayatta evlenemezdim. Bana cesaret verdin yol gösterdin, Zeynep’in peşinde koşarken aylarca benimle oldun, gece gündüz demedin bana destek oldun. Düğünümde yanımda oldun. İyi gün, kötü gün dostu oldun. Beni hiç yalnız bırakmadın. Yakında da bizi askere alırlar. Annem ve babam torun bekleyişi içinde, kulakları ağzına varıyor.”
‘’ Baba olacaksın, ne mutlu sana Hasan. Çok sevindim.”
‘’Sen de amca’’
‘’Evet ya, amca olacağım’’
‘’Ee anlat bakalım sen ne yapıyorsun, var mı sevdiğin, evlilik falan?’’
Hasan bakışlarını iskelenin çırpınan dalgalarından ayırıp, bardağın dibindeki son çayı da çektikten sonra, uzakta ki garsona seslendi.
‘’ Bize iki çay daha abi’’
‘’Nerden başlasam nasıl anlatsam bilemiyorum be Ömer.
Ben aşığım, aşığım hem de delice’’
‘’Hele çıtlat bakalım kimmiş bu şanslı kız,
‘’İşim zor Ömer, ailem karşı, ne yapacağımı bilemiyorum, Dünyalar güzeli bir Rum kızına tutuldum, bir seneye yakın görüşüyoruz, Önümde askerlik var, aileme bırakıp gidemem, zaten istemiyorlar’’
***
Ömer ve Adonia at sırtında hızla Edincik’e doğru yaklaşıyorlardı. Edincik’e girmeden Ömer’in tarif ettiği gibi aşağı zeytinliğe inmesi gerekiyordu ama nasıl?
“Keşke Erdek yolundan gelseydim” diyecek oldu. Ama yolu hem uzatmış olacaktı hem de yolda onları gören olabilirdi. Bir saat içinde Adonia’nın annesi ortalığı velveleye vermiş, Jandarma peşlerine düşmüş olabilirdi. Beline sarılan o elin ve bedenin sıcaklığını, o güp güp atan kalp atışları, onunda kalp atışlarını hızlandırdı. Pek bildiği yer değildi buraları, Edincik’e çok gelmişti ama, hep ana yollardan gelmişlerdi.
Akşam yağan yaz yağmurunun etkisiyle zeytinlikler arasındaki yol kısmen çamur olmuştu, bazı yerlerde at zorlukla gidiyordu. Bereket yokuş aşağıya iniyorlardı. Temmuz sıcağının tepelerinde gezinmeye başladığı saatlerdi. Elinin tersiyle yüzündeki teri silip attı ıslak toprakların üzerine.
‘’Acıktın mı kız?’’
‘’Yok be Ömer, sen yanımda olduktan sonra ne aş isterim ne de ekmek.
‘’Nere gidiyoruz Ömer?
‘’Kendi cennetimize’’
Sağ taraflarında taştan yapılmış yıkık dökük bir evin önüne geldiler.
Adonia ona daha çok sarıldı. ‘’Hep böyle kalalım Ömer hiç ayrılmayalım.’’
‘’Bak kalacağımız ev burası, cennet yuvamız.’’
‘’Aaa’’ dedi Adonia ellerinin onun bedeninden çözerek.
‘’Ama çatısı bile yok.’’
‘’Ama olsun sen varsın ya!
‘’Tut elimi yavaşça, atla aşağı bir mola verelim.’’
“Çok sıkıştım da.’’
‘’Ben de, ben de heyecandan mı ne söylemeye utanıyordum.’’
Atın eyerine bohçasını asarak onlar önde el ele, at arkada patika yoldan önü açık bir çayıra geldiler. Erdek yarımadası tam karşılarındaydı. Deniz masmavi, pırıl pırıl sanki sabah mahmurluğunu atmaya çalışırcasına hafif hafif kıpraşmaya başlamıştı. Bu gün boyu esecek olan poyrazın müjdecisiydi.
‘’Daha var mı Ömer ?’’
‘’Az kaldı güzelim, çok az kaldı.’’
Uzaktan köpek havlamaları duyulmaya başlamıştı, aşağı indikçe köpek havlamaları daha çok duyulmaya başladı. Ömer, Adonia’nın elini bırakıp sırtındaki tüfeği eline aldı. Bunlar belki Hasan’ın köpekleri olabilirdi ama tedbiri elden bırakmamak gerekiyordu. Bir elinde de atın yuları vardı sımsıkı tuttuğu. Hayvan ürkebilir, kaçabilirdi.
‘’Ömer, Ömer bu tarafa’’ Bu tanıdık ses uzaktan kulaklarına ulaştığı zaman ikisi de rahatlamıştı.
‘’ Korkmayın ben köpeklerin başındayım.’’
Az sonra sarmaş dolaş olmuşlardı. Geniş bir tahta kapının önüne geldiklerinde ‘’ Burası benim cennetim be Ömer’’ Zeytinlerin altında gülümseyerek gelen Karısı Zeynep’i gösterip
‘’O da benim ömrüme ömür katan dünya güzelim karım. Zeynep.” Hafif şişmeye başlamış olan karnını gösterip ‘’O da benim yakışıklı delikanlım.”
‘’ Belki de prensesin’’ dedi gülerek Zeynep.
Tabii Ömer Zeynep’i tanıyordu. Bu tanışma Ömer’in elini sımsıkı tutan, hala içindeki korku ve tedirginliği atamayan Adonia içindi.
Avludaki at arabasının yanındaki ahıra çektiler atı ‘’Atı içeri alalım teri soğusun sonra yedirir, içiririz. Ömer buradan pek geçen olmaz ama, olur ya gören olur.”
Ahırın yanında içinde tavukların olduğu geniş bir kümes vardı. Ördekler ise az ilerdeki kuyunun önündeki yalağın içinde oynaşıp duruyorlardı. Az ilerde iki katlı beyaz badanalı büyük bir ev. Hasan atı ahıra bağladıktan sonra sırtındaki bohçayı alıp yanlarına geldi. Evi gösterip ‘’Buyurun’’ dedi.
Hasan, Ömer’in bu gün bir aksilik olmazsa geleceğini biliyordu. Gözü hep yollardaydı. Sabahtan beri hazırlık yapıyorlardı. Yukarıdaki geniş yatak odasını onlara ayırmışlardı. “Siz yukarda kalın dedi. “Hiç çekinmeyin burası sizin de eviniz. Oda bol daha sonra istediğiniz odada kalırsınız ‘’Hele çıkın odanıza elinizi yüzünüzü bir yıkayın. Şimdilik bizim giysileri uydurun üzerinize, sonra Gönen’e gider oradan alırız bir şeyler.
‘’Kız’’ dedi Zeynep. Adonia ya dönüp, ‘’Ben pek ismini beceremiyorum, sana Ayşe desem olur mu?’’
‘’Bilmem ki’’ dedi Adonia Ömer dönüp.
‘’Ayşe” dedi Ömer. Ayşe. “Ne güzel bir isim.”
Hep beraber gülüştüler.
***
Sabah yatağından kalkan Adonia’nın annesi Kızını göremeyince başladı evin içinde yırtınmaya ‘’ Kaçtı bu kız, kaçtı. Kaçırdılar kızımı, kaçırdılar’’ Küçücük evde bir oraya bir buraya söylene söylene dönüp duruyordu. Giyinip başörtüsünü takıp attı kendini sokağa. Evden çıkınca, yokuş aşağı denize doğru inerken, tökezlendi, neredeyse düşecekti. Neyse ki sağdaki ince ağacın gövdesi kurtardı onu. Bir müddet bırakmadı ağacı. Biraz kendine gelince ortalığı velveleye vermeden sessizce iki gözü iki çeşme tekrar düştü yollara. Başörtüsünü iyice gözlerine indirdi. Önce balıkhaneye gitti. Bir umut oralarda görürüm diye. Taka Süleyman’ın kulağına.
’’Kızım yok Süleyman, sabah çekip gitmiş. Eşyalarını da almış, sabahtan beri delireceğim. Kızımı bul Süleyman, kızım bul, kızımı kaçırdılar.’’
‘’Gel be kadın sızlanmayı bırak, hele bir sakinleş, gel arka tarafa anlat neler oldu.’’
Tuttu kolundan arkadaki yazıhaneye çekti onu.
‘’O Tatlısulu Pomak çocuk mu?’’
‘’Başka kim olacak be Süleyman’’
“Gören var mı, şahit var mı ?”
‘’Yok gece kaçmış. Başka kim olur ki.”
“Zaptiyeye gitsen, şahit yok. Yaşı büyük çocuk değil.”
‘’Anca kayıp, evden kaçtı diyebilirsin.’’
‘’Bence bu işi dallandırmadan bir bekleyelim. Ateş bacayı sarmışsa elbette dumanı da çıkacak Velma. Biraz sabır nasılsa olsa olan oldu.”
“Ben bu akşam İstanbul’a gideceğim iki üç gün sonra döneceğim. Sen hem dükkana göz kulak ol, hem de ortalığı bulandırmadan beni bekle, gelince çaresine bakarız.’’
‘’Üç gün beklemek mi! Deliririm ben be ‘’
***
Kapıdağ’ın eteklerinden Bandırma körfezini sessizce seyreden köydeki bekleyiş sessizliğini koruyordu. Ömer dün öğlenden sonra atına atlayıp “Ben ava gidiyorum” deyip yola çıkmıştı. Heybesi bu kez daha doluydu. Evvelsi gün de erkenden sabah teknesiyle Bandırma’ya gitmiş, balıkhanenin arkasında Adonia ile buluşmuş ona “İki gün sonra, perşembe sabah gün doğmadan beni Demirlitaş’ın önünde bekle’’ demişti.
Dün öğlenden sonra köyden ayrılan Ömer hala köye dönmemişti.
‘’Hanım, oğlan geldi mi?’’ dedi Ömer’in babası.
‘’Yok be Hüseyin hala gelmedi ‘’
’Dağda yattı yine bu deli çocuk. Acıkınca iner dağdan.’’
Ömer son günlerde evdeki işleri de abilerine yıkmış hiçbir işle uğraşmıyordu. Alıyor tüfeğini, atlıyor atına dağ bayır Kapıdağ’ın köylerini, Ocaklar, Narlı dolaşıp duruyordu.
O akşam da gelmeyince bunlar huylanmaya başladılar Bir de kahvede “Senin oğlanı atla Bandırmaya giderken görmüşler” denince Ömer’in anası başladı dırdırlanmaya. “Bu deli oğlan nerelerde?” diye.
Ömer sır olup yerin dibine girmişti sanki. Anası “Oğlumu bulun bana” deyip saldı diğer oğullarını Bandırma yollarına. Kapıdağ’ın ormanlarında bütün avcılara, çobanlara haber salındı. Ömer her yerde aranıyordu. Ocaklar’da ki maymun deresine kadar her yer arandı. Ne ölüsü ne dirisi, Ömer atıyla birlikte sır olup ortalıktan kaybolmuştu. Ona bir şey olsa atı bulunurdu. Acaba dağda domuzların çakalların saldırısına mı uğramıştı. Ailesinin başında bin bir kötü olasılıklar uçuşuyordu. Anne hasta olup yataklara düştü. Zaptiyeye kayıp başvurusu yaptılar.
Aradan üç gün geçmişti. Velma’nın geldiği gün İstanbul’a giden Süleyman, balıkhaneye yeni gelmişti ki kapıda kendilerini bekleyen biri vardı.
‘’ Merhaba Süleyman abi. ‘’Ben Tatlısu’dan Ömer’in büyük abisi İsmail. Babamın da ayrıca selamı var. Ömer dört gündür kayıp ne ölüsü ne dirisinden haber var’’ ‘’Hoş geldin hele gel içeri. Derdin neymiş anlayalım.’’
‘’Ağzını hayra aç oğlum, gel hele.’’
Balıkhanenin arkasındaki yazıhanenin içine geçtiler.
‘’Otur oğlum hele bir sakinleş, tanımam mı seni, çocukluğunuzu bilirim.’’
Süleyman koltuğa sırtını dayayıp, elini masanın üzerindeki sigaraya uzattı. Yokluğunda buralarda bir şeyler dönmüştü anlaşılan, Velma’nın hallerinden belliydi. Gömleğinin cebinden sigarasını çıkarıp, paketten bir sigara çekti, yakmak için çakmak aranmaya başladığı an İsmail çakmağını uzattı “Buyur abi‘’
‘’Oğlum bize iki çay alıver’’
‘’Yakar mısın İsmail?’’
‘’Yok abi sağ ol’’
‘’Abi ben kardeşim Ömer’i arıyorum. Tanırsın, sana bazen balık getirirdi ’’
‘’Tanıyorum’’ dedi Süleyman.
‘’Tanımam mı, ama son bir haftadır hiç görmedim. Bir ara buralarda gözüktü ama öyle konuşmuşluğumuz falan olmadı. Bizim meyhaneye de pek uğramaz.’’
Çayları getiren Velma çayları ağırdan alarak masaya bırakırken, can kulağıyla onların konuşmalarını dinliyordu.
‘’Velma bak misafirim var. Hadi bize biraz balık hazırla.’’ ‘’Balıkçıya balık ikramda bulunmak, tereciye tere satmak gibi bir şey oldu ama, istersen köfte attırayım.’’
‘’ Velma, köfte, köfte çıkar. Balık iptal.”
Tekrar masasına dönen Süleyman
‘’Bak İsmail, böyle olmaz, baban kırk yıllık dostum oğlum. Şimdi dükkana geçer hem yer hem içer hem de bana neler olduğunu anlatırsın.’’
***
Onların tabiriyle Ayşe çiftliğe renk katmış Zeynep’e çok iyi bir arkadaş olmuştu. Artık evin bütün işleriyle beraber ilgileniyorlar, hatta Zeynep’e iş yaptırmıyor, “Sen hamilesin, yorulmaman gerek” diyordu. Ömer ile Hasan hayvanların, ağaçların bakımlarını yapıyor, sık sık da balığa çıkıyorlardı. Çiftliğin alışverişlerini Hasan yapıyor, Ömer çiftlik dışına pek çıkmıyordu. Bir gün Hasan’ın abisi geldi çiftliğe. Hasan’la pek geçinemiyorlardı. Bu çiftlik nedeniyle epey tartışmışlardı, ama babaları böyle olacak deyince fazla ısrarcı olamamıştı.
Hasan’ın abisi Ömer ve Ayşe’ye hiç de iyi davranmadı. Hatta bir ara Hasan’ı bir kenara çekip ne kadar kalacaklar diye sorgulama bile yapmaya çalıştı.
‘’ Abi onları ben işe aldım. Zeynep’e yardımcı olacak, Ömer de tarla bahçe işlerine koşturacak. Ben zaten yetişemiyorum. Benim okul arkadaşım, yıllardır tanıyorum.’’
Hangi köyden kimlerden laflarını öylesine geçiştirdi. ‘’Kimi kimsesi yok.’ Tabii ki abisi buna inanmadı. Ömer’le Zeynep’in burada olduğu kısa zamanda duyuldu. Hasan’ın babası da bir ara gelip, onlarda kaldı. Abisinin aksine Ömer’i ve Ayşe’yi çok sevdi.
‘’Oğlum Ömer bu böyle ne kadar devam eder, ne sizi ne de bizi buralarda rahat bırakmazlar. Evlenseniz de buraları dar gelir sıkar boğazınızı, huzurunuz olmaz.”
‘’ Sadık amca biz de pek durma taraftarı değiliz, Ayşe’nin İstanbul’da akrabaları varmış. İstanbul’a gideriz.
‘’Hele ben babanı bir yoklayayım bakalım oluru nedir bu işin.’’
‘’Sadık amca, babam belki de anam eve sokmaz bizi. Onun istediği bir kız vardı. Onun niyeti onla baş göz etmek beni. Askere gitmeden evlendireceklerdi. Kendilerine göre söz bile kestiler. Ben askerden gelince dedim. Oyalayıp duruyorum. Anam da bu oğlan köyde ele güne karşı bizi rezil etti deyip yırtınıp duruyor.”
‘’Bak oğlum ana baba aile rızası bizim buralarda çok önemli. Kız da gayrimüslüm olunca, işin içinden hiç çıkılmıyor.”
Ömer, Sadık amca ne kadar onlara hoşgörülü ve sıcak, içten davranıyorsa da kendisi de bu işten huzursuzluk duyuyordu. Biraz zamana ihtiyacı vardı. Şimdilik parası vardı ama sonra ne olacaktı. Öncelikle İstanbul’a gidip orada bir ev tutması gerekti. Sonra da gelip Ayşe’yi alacaktı. Ya da beraber gideceklerdi. Ama askerlik zamanı gelmiş, belki de onu askere almak için arıyorlardı. Evden, ailesinden hiç haber gelmiyordu. Sıkıntılı geçen bekleyişin sonu yoktu. Onlar da bu işin böyle devam edemeyeceğini gayet iyi biliyorlardı. Ömer artık resmen asker kaçağıydı. Devlet köylerden asker topluyor, ihtiyat olarak Çanakkale’ye, Trakya’ya gönderiyordu. İsmet Paşa savaştan yeni çıkan ülkeyi tekrar savaşa sokmak istemiyordu. Almanlar ağır basıyor Türkiye’yi yanlarında görmek istiyor, hiç olmazsa karşılarında olmasını istemiyorlardı. Alman ordusu Bulgaristan’a girmiş Trakya sınırına dayanmıştı. Bulgaristan’dan parti parti göçler başlamıştı. İstanbul Sirkeci Garı ana baba günüydü. Bulgaristan’dan, Yugoslavya’dan gelen göçmenlerle dolmuş, buradan yurdu çeşitli yerlerine gitmek için araç bekliyorlar, kimileri at arabasıyla, trenle, kimileri vapurla Balıkesir, Bursa ve Adapazarı’ndaki tanıdıklarının yanına gitmeye çalışıyorlardı. Ömer’e tüm bu haberleri ara sıra Bandırma’ya giden Hasan getiriyordu.
Yağmuru yiyen zeytinler yavaş yavaş irileşmeye başlamış, Edincik tepelerine Temmuz sıcağı iyice bastırmaya başlamıştı. Çiftlikte her şey yolunda gözükse de huzursuzlukları gün geçtikçe artıyordu. Bir ayı geçmişti geleli. Karnı gittikçe büyüyen Zeynep’in annesi de yanlarına gelmiş, kızına yardım ediyordu. Ömer ile Ayşe de üzüm bağlarında üzümlerin bakımını yapıyor, domates ve biberlerin altını çepiliyor, kuyudan su çekerek onları suluyordu. Tam iş zamanı burasını bırakıp gitmek de olmuyordu ama her an burada yakalanabilirlerdi.
Herkes yattıktan sonra çiftlikteki asmanın altında Hasan’ın geçen sene yaptığı şaraptan içiyorlar hem de sohbet ediyorlardı. Konu döndü dolaştı İstanbul’a gitme mevzusuna geldi.
‘’ Hasan, çok sağ ol kardeşim, bana bu zor günlerde kapını açtın, yüreğini açtın, ekmeğini benimle paylaştın’’ Hasan bir yandan elinde sigarasını sarıyor bir yandan onu dinliyordu. Sigarayı masanın üzerine bırakan eli şarap bardağına gitti. Şarap bardağını havaya kaldırdığında karşısında asmanın yaprakları arasından sızan ay ışığı bardaktaki şarabın üzerinde ışıldamıştı. “Hadi Ömer” dedi. Vurdu onun bardağına ve bir yudumda içti şarabı.
“Ömer, biliyor musun hayalim neydi? Biliyorsun bizim zeytinlik geniş, şu karşı yamaca güzel bir taş ev yapmak. Kesme mi, doğal taş mı bir türlü karar veremedim. Biliyorsun Bandırma’da ne güzel taş evler var, hepsi usta sanatçıların elinden çıkmış bir tablo, bir şiir gibi. Hele o limandaki iskele binası seyrine doyum olmuyor, tepedeki okul, karakol, Belediye binası hangisini saysam ki. İşte öyle bir ev yapacağım, geniş büyük. Yarın çoluk çocuk, eş dost rahat kalsın diye. Vallahi size bile yaparım.’’
Ömer elindeki şarap bardağını evirip çeviriyor, dilinin altındaki baklayı bir türlü dışarı çıkaramıyordu. Sonunda o da bardağı bir dikişte içtikten sonra.
‘’Hasan ben karar veremiyorum, sıkıştım kaldı iki ara bir derede’’
‘’Biz Ayşe ile artık gidelim diyoruz. El üstünde el olmuyor, bak ailenle abinle ilişkilerin bile değişti. Sen bizi Bandırma’daki vapura bırakırsın, sonra benim atı alıp dönersin. İstersen sat istersen sende kalsın. Benim param var. İstanbul şu anda ana baba günü biliyorum. Orada bir yer buluruz. Ayşe’nin akrabalarına ulaştık mı, belki onlar yardımcı olur.
‘’ Oğlum, orada barınamazsın, onlar da Rum, sizi sahiplenirler mi, size yardımcı mı olurlar bilemiyorum.’’
Belki de bağırlarına basarlar, senin gibi damadı kim bırakır’’
‘’Hasan ben kimseye yük olmak istemem çalışır bakarım evime. Senden istediğim beni kimseye görünmeden vapura bindirmen.’’ Hasan, Ömer’in gözlerinin içine buğulanmaya başlayan bakışlarını çevirerek’’
‘’Ömer, gemide jandarma kontrolü vardır. Bile bile askerin kucağına atmak olur bu seni. Ah şu askerlik işin olmasaydı. ‘’
‘’Belki daha kaçak değilim Hasan bir aylık zamanım var, sadece yoklama kaçağıyım. Bu zaman içinde ev tutup yerleşiriz. Hasan sigarasını yakmak için elindeki çakmağı ateşleyince, Ömer’in gözlerindeki ümitsizliğin ürünü yanaklarına süzülen gözyaşlarını gördü. Sigarası yanınca hala elindeki yanan çakmağı ona doğru yaklaştırarak, ‘’Ömer gözlerime bak ve iyice düşün’’
’’ Ya sonra sen askere gidince ne olacak Ayşe.’’
“Onu da düşündük annesinin yanına gider, ya da annesi İstanbul’a gelir’’
“ Oğlum millet açlıktan kırılıyor, git Bandırma’ya gör bak millet ne halde, ekmek karne ile veriliyor. Devlet askerini zor doyuruyor.
Otur oturduğun yerde. Rahat mı batıyor sana’’
‘’Hadi ben yatmaya gidiyorum’’ ‘’Sabaha bir sürü iş var, yine konuşuruz. Sonra bizim kızların da fikrini alalım. Kendi kendimize gelin güvey olmayalım.’’
‘’Kadınların ön sezgileri bizden üstündür unutma’’
Hasan sallana odasının yolunu tutarken, Ömer elindeki şarap bardağına, şişedeki son şarabı da döktükten sonra, bardak elinde odasına doğru yürümeye başladı.
Ayşe yatağında uzanmış, gözlerini tavana dikmiş onu bekliyordu. Gaz lambasının ışığı odayı hafifçe aydınlatıyordu. Hava oldukça sıcaktı. Ayşe bahçeye bakan pencerenin açık camından aşağıdaki konuşulanları kısmen duymuş, uykusu iyice kaçmıştı. Onun uyumadığını gören Ömer elindeki bardağı ona uzattı. ‘’İç biraz rahat uyursun.’’ Yatağından hafifçe doğrulan Ayşe uzattığı bardağı alarak bir dikişte bitirdi. Ömer soyunmaya başlamadan önce eğilerek gaz lambasını iyice kıstıktan sonra yavaşça Ayşe’nin yanına uzandı. Dışarıda sadece cırcır böceklerinin sesi gecenin sessizliğini bozuyordu.
‘’Ayşe İstanbul’a mı gidelim, burada mı kalalım? Yoksa trenle İzmir’e mi?
‘’Sen bilirsin Ömer, nasıl olacak ya!’’
‘’Senin olduğun her yere giderim’’
‘’Biliyorsun Bandırma’dan trene binmek çok zor. Sen sarınıp örtünürsün de beni hemen tanırlar. Zaten gara haber uçmuştur. Otobüs desen, günde bir otobüs var İzmir, Bursa ve Çanakkale’ye. Bir müddet sesimizi kesip burada kalalım diyorum ama Hasan askere gidecek, Zeynep de anasının evine. Ben de bir aydır yoklama kaçağıyım. At sırtında kaçak desek nereye kadar.’’ “Bak Ayşe biz buradan sabahın erken vaktinde yola çıkıp Aksakal’a en yakın durağa gidip, oradan İzmir trenine binip oradan Balıkesir yoluyla İzmir’e. İki gün içinde gitmemiz gerek, bizi buralarda görenler çoğaldı.’’
Ayşe’yi ateş basmıştı heyecandan, Ömer’e daha çok sarıldı, Ömer’in çıplak omzuna bir öpücük kondurdu.
‘’Ömer, İzmir’e gidelim, birçok komşumuz oraya gitti.’’
Ömer’e biraz daha sarılınca, Ömer’in güçlü ellerini belinde hissetti.
Edincik’in yamaçlarından onların penceresine kadar uzanan ezan sesini, köpeklerin havlaması bastırdı. Aşağıda anormal bir şey vardı ki köpekler bu kadar şiddetle havlıyordu.
Avlunun dış kapısından bir ses de köpeklerin havlamasını bastırmaya çalışıyordu.
‘’Hey kimse yok mu? Jandarma.’’
‘’Alın şu köpekleri, yoksa vururuz.’’
Köpekler ortalığı yırtıyordu. Sevdiğinin kollarında geçirdiği mutlu dakikalardan sonra derin bir uykuya dalmış olan Ömer’i, Ayşe’nin ısrarla dürtmesi uyandırmaya yetmiyordu. Köpeklerin sesini duymuş ama ne yapacağını karar verememişti. Ev sahiplerinin uyanmasını bekliyordu.
Oysa Hasan ilk havlamada uyanmış, Zeynep’e “Sen yataktan çıkma” deyip duvarda asılı duran çifteyi alarak bahçeye inmişti.
Sabahın alaca karanlığında avlunun dışındaki karartıları görünce endişeye kapıldı. Kim olabilirdi ki sabahın köründe.
‘’Jandarma, ihbar var. Tut şu köpekleri.’’
Hasan avlu kapısına yaklaştıkça karartılar belli olmaya başlamıştı. Kapının önünde üç tane jandarma vardı.
‘’Hayrola komutan’’
‘’İhbar var, Ömer adında birini arıyoruz.’’ Burada imiş.’’
Hasan köpekleri sakinleştirip, ikisini de ağaca bağladı.
‘’Ömer’i istiyoruz. Burada olduğunu biliyoruz.’’
Hasan yok demenin burada olmadığını söylemenin bir anlamı kalmadığını anlayınca bir an ne yapacağını, neler yapabileceğini düşündü. Ama bir çıkış bulamıyordu. Askerlerden komutan olduğunu düşündüğü biraz daha yaşlı olana ‘’Komutan şikayet neymiş. Neden arıyorsunuz’’
‘’ Onu ben bilemem, al getir dediler, ifadesi alınacak.’’
‘’Suçu neymiş ki’’ Askerler komutanın bir işareti ile bahçeye girerek etrafı kolaçan etmeye başladılar.
‘’Tamam, burada. Yatıyordur sanırım daha, ben söylerim Karakola gelir.”
‘’Yok, bize al getir dediler’’
Bu arada uyanıp, pencereden olanları izleyen Ömer,
‘’Ayşe, jandarma beni arıyor.’’
‘’Jandarma mı, Eyvah anam salmıştır bunları üzerimize’’
‘’Belki de bizimkiler’’ dedi Ömer.
Açık pencereden hafif başını çıkararak ’’ Geliyorum Hasan, geliyorum.’’ ‘’Kız da gelecek, kız da’’
‘’O niye’’ dedi yine Hasan.
‘’Karakolda anlatırsınız ne olduğunu.’’ Dedi Komutan ‘’Hadi hazırlanın’’
‘’Bizi zora koymayın.’’
Hamile olan Zeynep’i korkutmamak için gayet sakin hareket ettiler. Her ikisi de giyinerek aşağı indi. “Komutan, hep beraber bir kahvaltı etsek.’’
‘’Daha işimiz çok be hemşerim’’ ‘’Daha asker kaçaklarını arayacağız.’’
‘’Yolda giderken yesinler.’’
Jandarma komutanı ve iki jandarma aldılar Ömer ile Adonia’yı, düştüler yola. İhtiyaçların karşılayacak öteberilerini koymak için, yanlarına iki çıkın almasına müsaade etmişlerdi. Hasan,
‘’Ömer, merak etmeyin ben de geliyorum.’’
‘’Hayır hemşerim yasak’’ dedi Jandarma ekip komutanı.
‘’Nereye gidiyorsunuz?’’ Uzmanı tanıyordu. Edincik Jandarma karakolundandı. Ama şimdiye kadar hiç işi düşmemişti. Geçen ay askeri tebligat için çağrılmış yoklamasını yaptırmıştı. Oysa Ömer yoklama falan yaptırmamış, onun için kaçak görülebilirdi.
Gün ışığı yavaş yavaş serpilip, zeytin tanecikleri yüklenmiş dalların arasından yavaş yavaş kurumaya başlamış toprakla buluşmadan, kısa ara yollardan fazla kimseye görülmeden karakola varmaktı amacı jandarma ekip komutanının, öyle emir almıştı. Köy meydanındaki kahvelerin önünden geçmeyip ara yollardan geçerek kaçakları karakola getirdi.
Adonia’nın ağzı yüzü kapalı olduğu için zaten yüzü gözü gözükmüyordu. Ömer de başına bir kasket geçirmiş, gözlerine kadar indirmişti. Dikkatli bakılmadıkça kimsenin tanıyacağı yoktu. Jandarma genelde kaçakları, suçluları yakaladı mı ellerine kelepçe takar, ya da iple bağlardı.
Jandarma komutanın karşısına çıkarmak için salondaki bekleme yerine aldılar. Nezarethanenin içi doluydu. Daha doğrusu içerde yer yoktu, hepsi yoklama kaçağı gençlerdi. Bugünlerde Balkanlardan yoğun göç vardı. Oradan kaçanlar buralarda tanıdıklarına geliyor, hükümet de vatandaşlığa aldıklarından askerlik zamanında olanları askere alıyordu.
Saat dokuza doğru jandarma komutanı geldi.
‘’ Getirin şu kaçakları bana’’
‘’Önce kız gelsin.’’ İfadelerini ayrı ayrı alacaktı.
“İsmin” ‘’ Adonia, Bandırmalı Velma’nın kızı.”
“Kimlik?”
Adonia boynunu büktü.
‘’Aç bakayım şu yüzünü kimsin, nesin’’
Adonia yavaş yavaş yüzünü açınca tüm güzelliği ortaya çıktı.
Komutan kızı şöyle bir süzdükten sonra
‘’Kızım kaç yaşındasın?
‘’On sekiz’’
‘’Hakkınızda şikayet var. ’’ Adonia bir yandan komutanı dinlerken, bir yandan da gözleriyle Ömer’i arıyordu. Karakol binasının salonun tahta zemininde dolaşanların çıkarttıkları gıcırtı sesi kulaklarına geliyordu.
Gıcırtı sesleri çoğaldıkça gelip gidenlerin çoğaldığını anladı. Güneşin yakıcı sıcağı pencerede içeri sızmaya başlayınca, içerisinin havası ağırlaşmaya başlamıştı. Komutan
‘’ Oğlum aç şu pencereleri.’’
Yazıcı er pencereleri açıp Kapıdağ’ın tepelerindeki kestane, çam ağaçlarının arasından sıyrılıp Erdek körfezinin üzerinde gezinerek gelen mis gibi oksijen yüklü havayı odayı doldurunca ‘’Oh be.” dedi komutan Bir müddet aşağıda zeytin ağaçları arasından Edincik altından Erdek körfezine doğru uzanan denizin mavi güzelliğini seyrettikten sonra
‘’Bak kızım seni annene teslim edeceğiz’’ dedi Adonia’ya
“Onlara haber verdik, bugün seni almaya gelecekler.”
‘’ Bizi ayırmayın komutanım ne olur’’ ‘’Ömer nerede, ona ne oldu?’’
‘’Ömer burada kalacak, yoklama kaçağı, onun işlemleri uzun sürecek. Sonra da doğru askere’’
‘’ Askere mi? ”
Adonia’nın gözlerindeki yaş artık gözlerinde durmaz olmuş, damla damla yanaklarına inmeye başlamıştı. Yaşlı gözleri sık sık hafif açık olan kapı aralığından Ömer’i arıyordu. Komutan dışardaki askere seslendi.
‘’Oğlum bu kızı yandaki odaya alın, anası almaya gelene kadar orada beklesin.’’
Elinde çıkını başına geleceklerin ne olacağını sessizce anlamaya çalışan Adonia, askerin ‘’Beni takip et’’ uyarısı üzerine onun peşine takılarak odadan çıktı. Bir an geriye dönüp ‘’Komutanım Ömer nerde?” diyecek oldu. Babacan tavrıyla astsubay komutan ‘’Hadi kızım hadi, ona bir şey olmaz korkma ‘’ lafı üzerine yoluna devam etti.
Ömer’i nezarethaneye diğer asker kaçaklarının arasına atmışlardı. Yedi kişiydiler bu küçücük demir parmaklıklı yerde. Oturacak yer bile yoktu. Kimisi yere çömelmiş yorgunluk atıyordu. Ömer hemen hemen içlerinde en genciydi. İçlerinde yaşı biraz büyük olanı yanındakine, ‘’Biz Bulgaristan’dan geldik, ilk gelişte Bulgar polisi kimliklerimize el koydu’’ ‘’Sonra Almanlar Bulgaristan’a girince biz sınırdan kaçtık.’’ İçeride olanların her birinin ayrı bir hikayesi vardı. Ömer bir köşeye çekilmiş, dışarıdan gelecek bir haber bekliyordu.
Dışarıda biraz sonra Taka Süleyman’ın sesi duyuldu. Yanında da Velma vardı. Kapıdaki askere “Komutan beni bekliyor’’ dedi. Velma ile birlikte paldır küldür girdi içeri.
‘’Komutan, kızı bulmuşsunuz, Allah razı olsun sizden’’
‘’Hoş geldin Süleyman, geçin oturun hele.’’ Komutan Süleyman’ı Bandırma’dan çok iyi tanıyordu. Kızın bu bölgede olduğunu Süleyman ona iletmiş, hiç birine zarar vermeden bu işin kapanmasını istiyordu.
Oysa Ömer’in annesini kocası ancak bir ay oyalayabilmiş, bir ay içinde onları bulacağım demişti. Bir ay içinde Ömer’e ulaşamayınca annesi Zile Bandırma’daki jandarmaya gidip şikayetçi olmuş, hatta kendilerinden habersiz evden bir miktar para da alıp gitti demişti. Kocası bu kendinden habersiz şikayete çok kızmış, annelerini niye engellemedikleri için çocuklarıyla kavga bile etmişti. Sonunda Süleyman’ın mekanda kurulan masada ortak karar alınmıştı. Hiçbir şey olmamış gibi davranacaklar, Ömer köyüne, Adonia da anasının yanına dönecekti. Yeter ki İstanbul’a veya daha uzak bir yere kaçmış olmasınlar.
Bu süreç içinde bizim aşıklar Edincik altındaki çiftlikte saklanırken, onların Bandırma dışına çıkabilecek tüm kara ve tren yolu kontrol altına alınmıştı.
Hasan, Ömer’in burada olduğunun ihbarı kim yapabilir diye düşünürken, ihbarcı en yakını, abisi çıktı. Onları korumak için yapmış, kardeşinin çiftliğinin yanında yabancılar gördüğünü söylemiş. Bu haber Edincik’teki kahvelerden jandarmanın kulağına gitmiş. Ama kendilerine şikayetçi olan olmayınca zaten asker kaçaklarıyla işi başından aşkın olan jandarma komutanı pek oralı olmamıştı, ta ki Süleyman devreye girene kadar.
Bir akşam meyhanesine gelen jandarma komutanı astsubayın ve arkadaşlarının muhabbetine katılmış, onlara en iyi balıkları, en iyi mezelerini hazırlamış ve bir ara onu mutfağa çekmiş ve kulağına o günlerde yeni ortalıktan kaçan bizim kaçak aşıkların eşkallerini fısıldamıştı.
‘’Tamam’’ demişti komutan. “Aklımın bir köşesine yazdım.” Yazmıştı da, iki gün önce Bandırma jandarma komutanlığına gelen telefon olmasa belki daha yerinden kıpırdamaya niyeti olmayacaktı. “Ömer hakkında şikayet var, acele bulun” diyorlardı.
Adonia kapatıldığı odanın kapısı hızla açılınca yerinden fırladı korkuyla.
‘’Anne ne işin var burada?’’
‘’Kızım sen nerelerdesin, öldürecek misin beni meraktan?’’
‘’ Anne bizi rahat bırak. Ömer ne oldu?’’
“Hadi gel gidiyoruz kızım gidiyoruz. Ömer Asker kaçağı, o askere gidecek.”
‘’Hele biz bir eve gidelim sonrasını düşünürüz.”
Ana kız konuşurken içeri Süleyman girdi. ‘’ Hadi kızım bu kadar macera yeter. Komutan seni bıraktı. Hemen Bandırmaya dönüyoruz.”
“Al şu örtüyü sar üstünü başını daha fazla ele güne rezil olmayalım.”
‘’Anne, Ömer’i bırakmam’’
‘’Kızım ondan sana yar olmaz, o zaten sözlüymüş’’
‘’Yalan söylüyorsunuz anne o beni seviyor’’
‘’Kızım, oğlanı jandarma bırakmaz artık, önünde askerlik var. ‘’
Velma hem konuşuyor hem de odayı gözleriyle tarıyordu,
Yerdeki küçük çıkını gösterip ’’ Bu senin mi ?‘’
‘’He ya, içinde giysilerim var’’
’’Hemen çıkını alıp yapıştı kızın eline ‘’
‘’Hadi araba bizi bekliyor’’ dedi sert bir sesle Süleyman. Hızla karakolun içinde dışarı çıktılar, yüzü kapalı olduğu için dışarda kim var kim yok göremiyordu. Ama kapattığı yüzünün açık kalan bölümünden gözleri hala Ömer’i arıyordu. Karakolun bahçesindeki insanların arasından hızla geçerek Süleyman ve Velma’yı Bandırmadan getiren faytona yöneldiler.
Atlar toprak yolda yokuş aşağı ritmik nal sesleri eşliğinde Bandırma’ya doğru hızla yol alırken, Kapıdağ’ın üzerine çöreklenmiş olan bulutlar dağılmaya, şehrin üzerini yoğun bir rutubet eşliğinde yaz sıcaklığının bunaltıcı havası yayılmaya başlamıştı. Ana yolun sağ tarafındaki devletin ülkede hayvancılığı desteklemek için kurduğu Merinos çiftliğinin önüne gelince at yavaşlamaya başladı. Bandırma yolundaki son yokuştu bu yokuş.
Son düzlüğe çıkınca yolun solundaki çeşmenin önünde durdu Fayton. Faytoncu ‘’ Süleyman abi hayvan bunaldı biraz su içsin biz de serinleyelim’’
‘’Tamam Resül, fazla oyalanmayalım.’’
Ana kız faytondan inip çeşmenin yalağının dibindeki ağacın gölgesine oturdu. Buradan Bandırma’yı ve Kapıdağ’ı seyretmek insanı dinlendiriyordu ama Adonia’da bu güzelliği görebilecek göz kalmamıştı.
Tekrar yola koyuldular, Bandırma yolu boyunca anne konuşuyor Adonia dinliyordu. Aslında için için ağlıyor, gözyaşları yanaklarından aşağı damla damla süzülüyordu.
Bandırmanın üzerine erken inen yaz sıcakları tarlalardaki başakları sarartmaya başlamış, yolu sağı solu sapsarı bir başak denizine döndürmüştü. Tam karşılarından Kirmasti tepelerinde doğup yavaş yavaş yükselen güneşle birlikte, Kapıdağ üzerindeki oksijen yüklü hava Erdek ve Edincik üzerinde gezinirken, Bandırma’nın üzerine de İstanbul üzerinden gelip Marmara’nın rutubetini de yüklenen gelen poyrazın ağır havası çöküyordu.
***
Bu ara Kapıdağ sahilinde Yorgo, Ömer’in abisi Mustafa ile muhabbete devan ediyordu.
‘’Bak abicim hava bozmadan ya hemen dönün ya da bu akşam köyde kalın.’’
‘’Gideriz, gideriz merak etme, sağ olasın’’
Yorgo, Adonia ile Ömer’in bakışlarından kuşkulanmıştı. “Bir an önce hazır rüzgar varken yelken açayım” dedi.
‘’Biz zahmet yardım et de sandalı suya salayım.’’
Mustafa sandala yüklenince, zaten kumun kenarında kıpır kıpır duran sandal denize salmıştı kendini.
‘’Güle güle Ayşe abla” diyerek el sallayan minik Ayşe’nin bu sözleri iyice kuşkulandırmıştı onu. Hızla yelkenleri açmaya başladı, Adonia da hızla ama ne yaptığını bilmez şekilde elinde tas sandalın dibindeki suları boşaltmaya çalışıyordu. Bir gözü de uzaktan onu seyreden Ömer’deydi.
Yok olan hayalleri gibi sandal sahilden uzaklaştıkça, Ömer’in görüntüsü gittikçe büyüyen dalgaların ardında yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı.
Bandırma körfezindeki rüzgar kararsızlığını sürdürüyor, bir Kapıdağ’dan bir Erdek üzerinde esiyordu. Korkulan olmuş rüzgar lodosa çevirmiş ve de artmıştı.
’’ İkinci yelkeni de açalım’’ dedi Yorgo. ‘’Sen karşıdaki ipi çöz.”
Pek yapmadığı bir şeydi bu Yorgo’nun. Tek yelken, sıkışırsa kürekle idare ediyordu. Korkusu Adonia’ya bir şey olmasıydı.
Adonia yerinde dikkatlice kalkarak yelkenin bağlı olduğu direkteki ipe uzandı, sandal hırçınlaşan dalgalardan aşırı sallanıyordu, o anda sandalın dibinde daha sepete dolduramadığı istavritlerin üzerine basınca birden ayağı kaydı ve dengesini kaybetti. Son anda yelkene tutunmak istedi ama deniz sularından ıslanmış olan direk elinden kayınca, dalgaların arasında buldu kendini. O anda ağzından çıkan “Ömer” sözleri adeta Kapıdağ’ın zirvesine kadar uzandı.
Marmara’nın dalgaları arasına bir müddet çırpındı, üzerinde giysilerin ağırlığı fazla değildi ve çok iyi yüzücü olmasına rağmen hiç direnmedi. arkasından Yorga da atlamıştı denize. “Adonia, Adonio” diye bağırıyor, suya dalıp çıkıyor onu arıyordu.
Bu sesler Kapıdağ sahillerine ulaşmış, gözünü sandaldan ayırmayan Ömer ne olduğunu anlamış, “Ayşe” diyerek Üzerine doğru gelen dalgalara atmıştı kendini.
Bu dalgaların artık onu Ömer’e götüreceğine inanan Adonia, o nazik gencecik bedenini hiç direnmeden Marmara’nın tuzlu sularına emanet etmişti.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.