- 508 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
968 – İKİNDİ TOMURCUĞU
Onur BİLGE
“Biz, Antalya’da buluştuk. Hiç ummadığım bir anda. O farkında değildi bu karşılaşmanın öneminin. Ben de farkına varmamıştım ilkin ama sonra… Sonra anladım ki o an, hayatımın en önemli ve en muhteşem ânıymış!
O, neredeyse torunum olacak yaşta, bense treni çoktan kaçırmış, yıllarla savaşta… Yaşlı bir çocuktum aslında ama anlat anlatabilirsen el âleme! Kalbim! Kalbim delikanlı sıcaklığıyla alev alev atmakta… Yine de bende olurdu hata! Sustum…
Sustum… En acısından ağulu dikenler sardı içimi dışımı. Neylersin, o da bir anlamda aşkın zaman aşımı… Çaresiz, sessiz sedasız yaşamam lazımdı kara kışımı. İçime gömmek zorunda kaldım, ümitsiz aşkımı. Bıraktım ona sitemi, zamana hışmı. Bilmem ki ne kadar ömrüm kaldı. Bu güz son güz, bu kış son kış mı?
O, bir kuşluk vaktiydi, bense ikindi… Ne kadar gülümsesem de ağlar gibiydi yüz ifadem. Oysa açıldıkça açılan güller gibiydi onun bebek yüzünde gülümsemelerin en neşelisi ve en şahanesi.
Körpe bir gülfidanı gibi yaslanırdı bana. O güzel başını usulca koyardı omzuma. Yaslanırcasına, yaşlı ve yorgun, canından bezmiş ulu bir çınarın asırlık gövdesine.
Gül fidanı, aşka giden yoldu sanki. Dalları rüzgâra karşı dayanıksız… Körpe, ince ve narin… Esintiye göre eğilen bükülen ama kolayca kırılamayan… Çiçeği kalbim gibi kolay incinen, kırılgan…
Ağır çekim belirir tomurcuk, serpilir gonca olur. Yavaş yavaş açılır taç yaprakları, çiçeklere ece olur. Ne yazık ki her gündüz gece olur. Hiç umursamaz ki halim nece olur!
Heyhat, çok çabuk tozar güller. Yerinde yeller eser. Dökülen yapraklar hayal kırıklıklarımdır. Kalbe batan dikenler de dayanılmaz acılar ve kahreden ayrılıklar...
Gülün açılması, âşık olmak gibidir. Zaman, onlar gibi aşkları da olgunlaştırır.
Sevilmedikçe hırçınlaşır, yozlaşırdım. Şarap içince sultanlaşırdım. İçimden bir aslan çıkar, kükremeye başlardı. Karlı buzlu kış gecelerinin ıssızlığında, bir kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerde, bir dağ başında yapayalnız inleyerek uluyan sinsi bir kurt gibi hissederdim kendimi. Avımı yakalasam, çiğnemeden yutacak kadar kurtlaşırdım. Ayılınca uzaklaşırdım o vahşi duygulardan. Kuzu gibi uysallaşırdım.
Sanki bir değil, bilmem kaç ömür yaşamışım. O denli yorgunum, o denli yaşlanmışım. Yaslanmışım ardımda kalan yaşanmışlıklara. Baştan sona hataydı benim duygusal maceram. Baştan sona kanayan açık bir yara…
Çiy tanesi gibi düşmüştü yanan avuçlarıma. İçin için yanıyordum, ıslak odunlar gibi… Aldırmadan cahillik, yoksulluk ve yaşlılık gibi tüm kusurlarıma… Haddini bilmeden bir tomurcuğa sevdalanmak, umutlanmak, ve hayallere dalmak gibi suçlarıma…
Nesrin olsaydı hayatımda, sağa sola sapmazdım. Böyle akıl almaz aymazlıklar yapmazdım. Birlikte yaşlanırdık, eksik kalmazdım. Şimdi o da bir avuç kocakarı olmuştur. Nevin de ondan geri kalmamıştır. Onlar da yerlerinden kalkmakta zorlanıyorlardır artık. Halen hayattaysalar yani… Belki… Belki de vâsıl olmuşlardır son duraklarına.
Ya çocuklarım? Onlar ne kadar büyümüşlerdir kim bilir! Oğullarım çoktan evlenmişlerdir. Torunlarım bile vardır belki de.
Çok yaşlandım çok… Kafa kâğıdım iyice eskidi. Kafamda kara tek tel kalmadı. Aynaya bakınca kendimden korkuyorum!İşkembenin kırk katına dönmüş bir surat…”
“Öyle deme dede! Sarı burma bari de!”
“Kaleiçi gibiyim, Semiray. İçim yıkık dökük ahşap Rum evleri gibi… Gönlüm daralmış. Dolambaçlı Kaleiçi sokakları gibi… Hele bir de çıkmaz sokağım var ki sorma! Yıllar önce saptım, bir daha çıkamadım.
Antalya limanı gibi oldum. Gelen gemilere, yelkenlilere, kayıklara şefkatle kucak açtım. Sığınanları barındırdım, korudum ama artık yoruldum.
Neden böyle oldum? Yoksa ben yaşlı mı doğdum? Ne zengine denk olabildim ne de gence… Bence hep en iyi oldum, en yakın, en özverili… Şimdi bin pişmanım, ifrata kaçtığım için kendime kızgın, bir yay gibi gerili…
Bir ayağım çukurda, Semiray. Ne bir sevenim oldu, ne param pulum, ne de malım mülküm… Elimde ne varsa paylaşmak oldu bütün ülküm.
Kırgın bir ihtiyarım şimdi ne yazık ki! Bunasam da unutsam benliğimi allak bullak eden mazimi!”
“Ya bilgelik? O zaman sen artık Define olamazsın ki dede! Virane’nin bile büyüsü bozulur. Define, bedenine defnedilir. Kara kışa daha çok var. Henüz ekimdeyiz.”
“Biz, ikindi vaktindeyiz kızım. Güneşimiz battı batacak! Oldu olacak, kırıldı nacak! Olan oldu, biten bitti, giden gitti. Bu yaştan sonra bizden ne olacak! Ne köy olur artık, ne de kasaba!
Sükûnet içinde yaşamalıyız bu çağımızı, İlahi hazla… Allah için sevmenin, Allah aşkından ağlamanın mutluluğunu yaşaya yaşaya... Sabahlara kadar dolaşmalıyız mânâ âleminin sokaklarında. Her gece zikirler, dualar, ilâhiler… Gönüllerimizin sahillerine inmeliyiz, sabaha karşı. Güneşin doğuşunu seyretmeliyiz, kendimizden geçercesine, ilkmiş gibi…
Hayata yeniden başlarcasına, kilitleyip mazinin arşivinin kapısını, bir daha açmamacasına… Gaflet defterini fırlatıp denize, gelmeliyiz kendimize. Derinlemesine dalmalıyız ilim deryasına. Yürümeliyiz, denizin yüzünde yürürcesine… Uçmalıyız, bir kulaç üstünde uçarcasına... Yok olarak Allah yollarında... Varların tümünden varcasına... İnananlara, O’na can adayanlara, yani… Yani O’na yarcasına… Her şeyi sürüp çıkarmalıyız hayatımızdan, Aleinlaneyi kovarcasına… Aşmalıyız okyanusları, geçmeliyiz gökleri, uçarcasına…
Nasıl dalga geçiyor o en vahim olayla Yörük oğlu Koca Yunus, yapacaklarını yapmış olmanın huzuru içinde! Evler yapıyor, Sırat üzerine, Gayya’da biraz yanmak istiyor, en şiddetli nâra meydan okurcasına!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 968