- 328 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TAŞ EVLER
Tertemiz kumların üstünde, köpük köpük gidip gelerek oynaşan minik dalgaların önünde, elinde kum kovasıyla oynuyordu. Dünya tatlısı bu güzel küçük çocuğun önündeki deniz suyu dolu kovayı, ablası bir tekmede devirince, bir çığlık sesi yankılandı sahilde.
‘’Anneee…’’
Karşı Midilli sahillerine gidip gelen bu ses, akşam yorgunluğunda Ege’nin bu sıcak denizinde, ardı ardına atılan kulaçlar sonu yorgunluktan uyumak üzere olan beni, bu şekerleme seansından kopardı. Şezlongumda doğrulduğum an, güneş Midilli sırtlarında akşam yorgunluğunun tadını çıkarıyordu.
‘’Ela’’ diye bağırdı şemsiyenin altında komşularıyla akşam muhabbeti yapan genç hanım.
‘’Kardeşini rahat bırak’’
Sahildeki bu akşam curcunasından kendimi hayallerimin çizdiği rotada yol almak için, başımı yaslayıp, gözlerimi kapattığım an telefonumdan çantamın en dip köşesinden gelen ölgün ses, güçlükle kulaklarıma ulaştı. Her şey bu cep telefonumun çalmasıyla başladı. Arayan İstanbul’dan kızımdı. Hal hatır sormalar bittikten sonra ‘’ Baba Ayvalık’ta Küçükköy diye bir köy varmış. Eski bir Rum köyüymüş, içinde tarihi taş evler varmış. Şimdi Boşnaklar oturuyormuş. Bizim arkadaşlar oradan çok eski bir taş ev almış. Arkadaşımın eşi, o da
Boşnak. Şimdi orada evler çok değerlenmiş. Gidip bir bakın bakalım, ucuzsa biz de alalım.’’
Önce onun hayallerine girmişti Küçükköy.
‘’Evet kızım biliyorum. Küçükköy, Sarımsaklının merkezi, yani belde merkezi.’’
Yıl 2015, sekiz senedir Ayvalıklıyız. Altınova’daki evimize kış bitip bahar yüzünü göstermeye başlayınca Bandırma’dan göçüp gelip Kasım ayı ortalarına kadar kalırız burada. Ayvalık ve çevresi Madra Dağı’ndan Kaz Dağları’na kadar, tüm körfez adım adım gezip, kare kare fotoğrafladığım yerler.
Yıllarca Sarımsaklı Ayvalık arasında git gel ama Küçükköye girme. Olur mu? Olur. Belki köye girdik kenarından geçtik ama hiçbir şey fark edemedik. Ayvalık’ın güneyine sırtını dayamış bu tarih kokan gizem dolu köyü göremedik. Küçükköy, Sarımsaklı yolundaki çeşmeden defalarca su doldurduk. Köy meydanından da geçtik belki ama, ne yazık ki hafızada köyle ilgili hiçbir şey yok.
Ayni yıl Kasım ayının başı deniz sezonunun sonu, Bandırma’ya döneceğiz ya zeytinleri biraz erken topladık. Oturduk hepsini tuzlayıp, bidonlara doldurduk, kimisi kırma oldu, kimisi sele. Narlar toplandı, iğdeler kurumaya alındı. Ayvalar reçel oldu. Kısacası kışa hazırız. Kız Küçükköy dedi ya, takıldı kafaya.
Bir gün komşularımız Zonguldak Ereğli’li Mehmet bey ve Dilek hanımla atladık onların arabaya doğru Küçükköy’e. Ayvalık çamlık yolundan Küçükköy levhasının gösterdiği ok işaretini takip ederek sağa döndük. Asfalt bir yol. Sağ tarafında Küçükköy Stadı, sağ yamaç yerleşim alanına açılmış tek tük evler. Sol tarafta ağaçların altında bir çeşme, daha önce burada su doldurduğum geldi aklıma. Çeşme Çamlık sırtlarından gelen doğal kaynak suyu, yine başı kalabalık, arabalar park etmiş bidonlar sırada. Bu çeşmenin çayı iyi oluyormuş. Yine sol üst yamaçta, Çamlık Koyu ve Sarımsaklı manzaralı yeni yapılmış bir site. Onun alt tarafında köyün yeni ilkokulu.
Köye yeni yapılan Küçükköy Belediyesinin taş binasının önünden girdik. Sağ yol ise köyün doğu tarafındaki aşağı mahalleye gidiyor. Aracımızı uygun bir yere park ettikten sonra başladık köyün içine doğru yürümeye. Taş sokakların sağında solunda eski taş evler dikkatimizi çekmeye başlamıştı. Arada sırada yeni yapılarda vardı ama genel de taş evler çoğunluktaydı. Sol tarafta geniş bir taş avlunun içinde bahçe temizliği yapanları görünce ‘’Kolay gelsin’’ dedik. İnce zayıf uzun boylu başındaki geniş hasır şapkanın altına gizlenmiş mavi gözlerini gözlerime dikerek ‘’Hoş geldiniz’ dedi. Kucakladığı sararmış ot yığınını yere bıraktıktan sonra yanımıza geldi. Elli beş yaşlarında ya vardı ya yoktu. Boş bahçenin taş duvarına yaslanarak, bir müddet soluklandı. Bahçenin sağ tarafındaki taş evi göstererek
‘’ Burası satılık herhalde’’ dedim. Başında ki hasır şapkayı çıkarıp, alnındaki teri eliyle sildikten sonra,
‘’Evet dokuz yüz metre, bahçesiyle birlikte bu taş eve sekiz yüz bin TL istiyorlar.
‘’Vay be sekiz yüz, fiyatlar uçmuş gitmiş.’’
Komşum Mehmet söze karıştı.
’’ Peki başka daha uygun satılık yer var mı?
‘’ Olmaz mı, köyün yarısı satılık’’
Duvarın üstünden yaşından beklenmeyen bir hareketle atlayarak yanımıza geldi. ‘’Buyurun isterseniz köyü gezdireyim.’’
Yanımıza gelince başladık beraber köyün içine doğru yürümeye, hafif bir yokuşu sağdaki soldaki taş evleri ilgiyle seyrederek çıkmaya başladık. Ara sokaklarda yıkıntı evlerin yanında, bir de yeni inşa edilmiş yeni tuğla evler vardı. Köyün tarihsel havasını ne kadar da bozuyorlardı. ‘’Bu evler ne’’ dediğimde. ‘’Beş sene öncesiyle bugünkü görüş çok değişti. Bu beton yığınlarında oturanlar bin pişman. Çoğu tekrar taş kaplatmaya başladı. Çünkü onların evinin şu anda hiçbir tarihi, nostaljik değeri yok.
Hepimizin ilgisini çeken sokağın sol tarafındaki bir taş binanın önünde durduk. Mahzen Otel. Önünde sarmaşıklarla kaplı küçük bir bahçesi vardı. Kapının önünde eski toprak küpler, eski kağnı tekerleri. Biraz daha yürüyünce ufak bir meydana geldik. Sol tarafta otobüs durağı, sağ tarafta köşede de bakkal. Evlerin dış yüzleri genelde sıvanmıştı. Bazı evlerde de sıva kırıklarının altındaki taşlar kendini yer yer açığa çıkarmıştı. Evler genellikle iki katlıydı. Bir ev sağlam duruyorsa iki ev bakımsız ve boştu. Hafif yokuşu çıkarken sol tarafta yeni restore edilmiş taş bir bina dikkatimizi çekti. İki katlıydı kabası yapılmış, kapısı penceresi yoktu. İçine şöyle bir süzüldük. İkinci kat merdivenleri de yarım bırakılmıştı. Bazı yerlerde kesme sarımsak taşı kullanılmıştı. Yapıştırma harcının kireci fazla gibi geldi, beyaz kireç o doğal taşların arasında sırıtıyordu. Vardır ustanın bir bildiği dedim, belki zamanla koyulaşır.
Orijinal taş duvarların harcı çamurdu. Sanırım onun için duvarlara sonradan sıva yapmışlar.
Meydana geldiğimizde sağ tarafta meydana tepeden bakan yüksek bir kahve, cami avlusunun içindeki tarihi bir çınar ve onun altında kahvenin masa ve sandalyeleri vardı. Sol tarafta geniş bir meydan, onun önünde tahta bir seyyar baraka ve içinde köfteci, onun bitişiğinde de köyün ikinci kahvesi vardı. Sağ tarafındaki sarmaşık tüm kahvenin sol tarafındaki ara yolu kaplamış, güzel bir gölgelik alan yaratmıştı. Onun solunda ise restore çalışmaları devam eden bir yer vardı. İçinde ustalar çalışıyordu. Meydanın sağ tarafındaki, geniş bir avlunun içinde yer alan cami, Rumlar döneminden kalma eski bir kiliseymiş. 1886 yılında cami yapılmış. Ayni avlunun içinde iki katlı tarihi taş bina ise eski bir okulmuş. Bu taş binanın bir kısmı köyü ve Boşnak kültürünü tanıtan kent müzesi olarak hizmet veriyor. Alt katıda düzenlenerek resim galerisi yapılmış. Müzeden dışarı çıkıp merdivenlerden aşağı inerek, alt kattaki açık kapıdan içeri girdik. Rutubet kokusunun taş duvarların içine sindiği bu galeride, loş bir ışıklandırma taş duvarlardaki eski siyah beyaz resimler köyün tarihini, mübadele yıllarında Balkanlardan göçenlerin hikayesini anlatıyordu. 1900’lü yıllarda Küçükköy’ün bir Boşnak köyü oluşunun öyküsünü siyah beyaz resimlerin içine girerek bir bir onlarla beraber yaşadık.
Çınar altına doğru yürüdük. Yarı alacalı hem güneşli hem gölgeli tahta bir masaya oturduk. Güneşi aradığımız günlerdi.
Çaylar içilirken Ahmet Bey sözü devraldı. ‘’Norveç’te yıllarca gemilerde çalıştım. Balıkçı gemilerinde yattım. Her şeye rağmen güzel, macera dolu yıllardı. Kutuplarda balık peşinde aylarca dolaştık. Ama olmadı, ailem, eşim dostum bu köyde. Norveç’ te yaşadığım günler hep vatan hasretiyle geçti. Tutunamadım o uzak diyarlarda. Tekrar ver elini Türkiye. Evlenemedim, kısmetim mi yoktu yoksa cesaretim mi. Yaşadıklarımı bir anlatabilsem, bir yerlere yazabilsem sayfalarca kitap olur.’’
Kuru incecik bedeninde sanki hiç et yoktu. Kafasındaki şapkayı masanın üzerine koyduğunda, çınar ağacının yaprakları arasından kaçamak bakışlarını bize atan gün ışığı saçsız başında pırıl pırıl parlıyordu. Çayındaki son yudumu da içtikten sonra bardağı yavaşça tabağın içine koydu. Eline aldığı çay kaşığını bardağın içinde tıngırdatırken aklından geçenleri yavaş yavaş bizlerle paylaşmaya başladı.
‘’ Kaç paraya kadar yer düşünüyorsunuz. Arsa da var, taş ev de.’’
‘’Sen bize en ucuzundan başla göstermeye Ahmet Bey, biz ona göre karar veririz.’’ ‘’Hem de köyü daha yakından tanıma fırsatı buluruz.’’
‘’ Hadi kalk gezelim, nerde neler var’’
Meydandaki çardaklı kahvenin yanında restore çalışmaları olan bir taş evi gösterdi. ‘’Burasını İstanbul’dan Simay Hanım yeni aldı’’ dedi. ‘’Şimdi orijinal haline getirilmeye çalışılıyor, yanındaki de satıldı.’’ Ustalara “Kolay gelsin” dedikten sonra, içerisine kapıdan şöyle bir baktık. İç duvarlar kırmızı yığma tuğla ve taştı. Çok güzel örmüşlerdi.
Köy meydanından aşağılara doğru indik aşağıda da inşaatlar vardı.
Yine bir tadilat çalışması yapılan geniş bahçeli bir yapının önünde durduk. “Burasını”, dedi, “Ankara’dan gelen bir Heykeltraş aldı. Uğur Çalışkan daha önce Alaçatı’da imişler. Hanımı Rabia ve kız kardeşi Binnur Hanım da ressam. Atölyelerini buraya taşıyacaklar.” Köyde yoğun tadilat çalışmaları vardı. Onlardan biri de Ressam Burhan Yıldırım ve eşi Ayşen Yıldırım’a ait iki katlı bir taş evdi. Onlar da bu köyde yaşamak ve burada çalışmalarına devam etmek istiyorlardı. Burhan Bey’in galerisinin tam karşısında İki katlı taş binanın kapısının önündeki mozaik bir panelde Mozaik Kafe yazısı dikkatimi çekti.
Ahmet Bey ‘’Buyurun’’ dedi. ‘’Bizim Ferhan’ın atölyesi’’ Yılların yaşanmışlığının aynası tahta kapıdan ürkek adımlarla içeri girdik. Kapıdan aşağı iki basamak indik. Sol tarafta mutfak ve buzdolabı dikkatimizi çekti. Sağ tarafta ise yer sediri ve mozaik işlenmiş bir masa ve hemen yanında yukarı kata çıkan tahta merdivenler. Tam karşımızda da bahçeye açılan bir kapı.
Biz içeri dolmaya çalışırken bahçeden içeri yakışıklı ve uzun boylu bir genç girdi. Maviş gözlerinin gülümseyerek içimizi aydınlatan bakışları hepimizin üzerinde gezinirken,
‘’Hoş geldiniz’’ dedi. ‘’Ben mozaik sanatçısı Ferhan Orhon’’
Mozaik kelimesinin bu kadar anlam ve sanat yüklü olduğunu, onun çalışmalarını, eserlerine bize anlatırken yavaş yavaş anlamaya başlamıştık. Ev ve inşaat mozaiğinden başka bir şey görmemiş olan bizler. Tabii ki o kadar da değil diyecek oldum içimden. Hatay’daki dünyanın en büyük mozaik eserlerinin tanıtıldığı müzeyi gezerken bu konuda epey bilgi sahibi olmuştum. Arka bahçeye geçip oturduk. Ferhan’la ilk tanışmamız böyle oldu. O anlattı biz dinledik, biz sorduk o anlattı.
Onun yanında da Diş Doktoru Nedret Onman Bey’in Mandala sanatçısı bir arkadaşının çalışmalarının sergilendiği geniş bahçeli bir evi var. (Daha sonraki yıllarda Ferhan’ın bahçesinde ve burada eniştesi müzisyen, gitarist Cenk Sancar’la müzik yapmıştık)
Bu tür sanat içerikli sokakları ve sokaklardaki sanat evlerini atölyeleri gezerken, biz gezginlerde bir ürkeklik hakimdir. Kadın “Gireyim gezineyim, tanıyayım” der erkek geride kalır. Onu geri çekmeye çalışır, aman masraf açmasın der. Çalışan kadın ise daha cesurdur. Çünkü kendi parasını harcama yetkisi ondadır. Bazen tam tersi de olur. Adam atılgandır, görüp tanımak, araştırmak ister. Bu taş sokaklara ruh verenler sanatçılardır. Bu unutulmamalı. Sanatın taş taş işlenip, bizim görselliğimize sunulan bu taş evler. Sanat yüklü eller, maharetli eller tarafından yapılmıştır. Bu sokaklar sanatçılarla bütünleşince bir anlam kazanır. Buraya kadar gelip de bir sanatçıya merhaba dememek sadece kendisine kaybettirir. Sokakların, taş evlerin dili yoktur ama ruhları vardır. Onlarla konuşabilmek ancak sanatçıyla yüz yüze gelince bir şeyler anlatır insana. Sanatçılar bu sokakların sesi ve ruhudur.
Biraz daha aşağılara inince yolun sol tarafında bulunan daha bitmemiş binayı göstererek burası da Ressam Suna Tüfekçibaşı’nın evi ve atölyesi dedi. Kapıları kapalı olduğu için sadece dışardan görebildik. Yanında nefis balkonunda kırmızı begonvillerin insanın içini okşadığı iki katlı bir ev dikkatimizi çekti. Tasarımcı Melahat Tanrıkulu hanım ve kızı Özlem’in evi dedi. Küçükköy sessiz sedasız sanatçıların istilasına uğramıştı. Bu ara birkaç butik otel inşaatı da dikkatimizi çekti. Otellerdeki yenileme çalışmalarını gördük.
Bol bol da satılık ev levhaları taş duvarları süslüyordu. Köyün taş sokaklarına büyülenip kalmıştık. Çoğu evler boştu. Çok güzel tarihi evler vardı. Köyün mezarlığına yakın ana yola kadar inmiştik. Köydeki evlerin çoğu iki katlıydı. Evlerin bahçeleri genellikle evlerin arkalarındaydı. Dışa karşı korunma amaçlı olarak bu şekilde inşa edilmişti. Hem yürüyor, hem konuşuyor, hem de çevreyi inceliyorduk. Köyün doğusuna gelmiştik. Buradaki yolun sol tarafı köyün mezarlığına sağ tarafı da Ayvalık ve Sarımsaklıya çıkan ana yola gidiyordu.
‘’Burası mengene’’ dedi. Ahmet Bey. ‘’Yani zeytin yağ fabrikası. Önceki yıllar köyde iki tane büyük yağ mengenesi vardı. Şu anda ikisi de çalışmıyor’’ Mengene dedikleri içi zeytin dolu çuvalları sıkarak yağını çıkaran preslerdi. Bu sıkma işi o zaman ya insan gücüyle ya da hayvan gücüyle yapılıyordu. Mezarlık yolunda eski bir binanın ikinci katındaki vinci gösterip “Burası Hacı Ömer Yazıcı’nın mengenesi dedi. Çok eski bir yağ fabrikası zeytinliklerden toplanan zeytin çuvalları, at, at arabası veya eşek sırtında getirilir, buradan yukarı çekilir, oradan eleklere, yıkama kazanlarına ve sonra da özel keten çuvalların içine konduktan sonra mengenenin altında sıkımı yapılır.’’
Ara sokaklardaki taş evlerin büyüsüne kapılmış o sokaktan öbür sokağa giriyor, her evle o evin geçmiş yaşanmışlığını yaşıyorduk. Ahmet Bey’in evler hakkında verdiği rakamlar çok uçuktu. Taş evi alacak ve ondan sonra evi restore ettireceksin. Maliyet çok yüksekti.
Bu köyde bir taş eve sahip olmak epey masraflıydı. Bizim buradaki bir yer için ayırdığımız bütçe ile bir dam bile alınmazdı. Hacı Ömer’in mengenesini dışarıdan inceledikten sonra, Köy meydanına giden ara ana yola girdik. Sağlı sollu taş evleri hayran bakışlarla incelerken sağ tarafta bir ara sokakta Kabak Evi yazısı dikkatimizi çekti.
‘’Burası ne Ahmet Bey?’’ dedi Mehmet. ‘’Kabak Evi, açık mı acaba bir bakalım.’’ Geniş bir meydanın ortasında beyaz bir binaydı. Her tarafı sıvanmış beyaza boyanmıştı. Pencerelerinin önünde kabaklar asılıydı. Evin sağ tarafında beş altı basamaklı bir kapı girişine yöneldik.
’’İyi günler’’ diye seslenen Mehmet’e içeriden bir bayan sesi ‘’Hoş geldiniz’’ dedi. Normal bir evdi, ama odaların içi çok güzel el emeğiyle işlenmiş çeşitli renkte kabaklarla doluydu. Su kabakları abajur ve lamba olmuşlardı. Biz içeri girince bir erkek sesi de hoş geldin dedi. Ellerimizi sıktı.
‘’Ben Bülent Arsev, eşim Yasemin.” Bu harika el yapımı ürünleri yaratan, su kabaklarını sanat eserine dönüştüren Bülent Bey ve eşiyle tanışmamız böyle oldu. Küçükköy’e yerleşen ilk sanatçılardanmış. Bu evi kiralamışlar, burasını hem atölye hem de ürettikleri adeta bir sanat eseri olan pırıl pırıl işlemeli kabak abajurları sergiledikleri bir galeri olarak kullanıyorlar. Bülent Bey’e tekrar görüşme vaadiyle “Hoşça kal” dedikten sonra tekrar köy meydanına dönüp, çınar altında bir masaya oturduk.
‘’Ahmet Bey ’’ dedim. ‘’Biz yine geleceğiz senin aklında olsun bize uygun bir yer bulursan haber ver’’
‘’Hadi şimdi Boşnak böreği yiyelim’’
‘’Ispanaklı mı, kıymalı mı, peynirli mi olsun’’ dedi uzun boylu saçları son model kesilmiş, sarışın maviş gözlü garson çocuk.
’’Hepsinden birer tabak olsun’’ dedi hanım.
Küçükköy’ün bayanlarının kendi elleriyle hazırladıkları Boşnak börekleri masamıza geldiği zaman, mis gibi bir koku kapladı masamızı, önce benim elim uzandı çatala.
‘’Haydi buyurun ‘’
Masamızda misafir gibi duran Ahmet’e ‘’Hadi Ahmet Bey durma’’ dedim. Yanında ayran da söylemiştik. Çekingen bir tavırla ilk yudumu ağzına atıp, ilk lokmayı ağzında çiğneyip bitirdikten sonra yan tarafımızdaki taş merdivenleri göstererek ‘’Köyümüzün ufak bir müzesi de var, isterseniz gezeriz.’’ dedi.
Cami avlusunda uzun, iki katlı eski tarihi bir taş bina vardı. Börekler yenip, hesap ödendikten sonra hep beraber kalkarak müzeye giden merdivenlere yöneldik. Kapısında “Küçükköy Kent Müzesi” yazıyordu. Girişte uzun bir koridor, sol tarafta geniş bir salon, sol tarafta da görevliye ait küçük bir oda vardı. Müzede Balkan Boşnak kültürüne ait giysiler ve evlerde, bağ ve bahçelerde kullanılan el avadanlıkları, eski radyolar, dikiş makinaları, mutfak malzemeleri ve tarım araçları vardı. Sol taraftaki panoda da Küçükköy’ün tarihçesi yazıyordu. 1462 yılında, yani İstanbul’un fethinden dokuz yıl sonra Midilli’nin fethi sırasında kurulmuş. O yıllar Midilli prensi bu sahillerde gezen Aragon korsanlarının Türk sahillerine yaptığı saldırılara destek olduğu ve ganimetlerden pay aldığı belirlenince, Fatih sultan Mehmet Midilli prensine iyi bir ders vermek için Midilli’nin fethedilmesine karar verir.
Bu sırada Edirne’de bulunan Fatih Sultan Mehmet donanma komutanlarını Edirne’ye çağırarak, Midilli’nin alınmasını emreder. Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra 1462 senesinde Mahmut Paşa komutasındaki donanma 200 parça irili ufaklı savaş gemisi ile deniz üzerinden Midilli üzerine yürür. Mahmut Paşa adanın merkezine asker çıkararak Midilli şehrini kuşatır. Bu kuşatma sürerken Fatih Sultan Mehmet de ordusuyla Bursa üzerinden Ayvalık’a, oradan da şimdiki adı Altınova olan Ayazment’e gelip, karargahını buraya kurar. Bu sırada Midilli kuşatması devam etmektedir. Fatih Sultan Mehmet bir gemiyle Midilli’ye, kuşatmadaki ordusunun başına geçer. Midilli’deki Rumlar çareyi teslimiyette bulur.
Mahmut Paşa Midilli’yi ele geçirince padişah Fatih Sultan Mehmet tarafından adanın idaresi ona verilir. Mahmut Paşa ada halkından bir kısım Rumları gemilere bindirerek İstanbul’a gönderir ve bunların yerine Türkler yerleşir. Fatih sultan Mehmet Ayazment’ten dönerken bir yeniçeri taburunu bu sahillere hakim bir yamaç olan, şimdiki Küçükköy yamaçlarına yerleştirir. Zamanla burada bir yerleşim yeri oluşur. Bölgedeki Rumlar ve yeniçeriler uzun müddet bir arada yaşar. Zamanla Ege Denizi bir Türk iç denizine dönüşüp Ege sahilleri güvenlik altına alınınca köydeki yeniçeri birliği köyden ayrılır.
Bu arada köyün Latince ismi Yeniçarohori (Ohaion) Rum halkı tarafından benimsenir. Uzun yıllar burada Rumlar ve Türkler hep beraber yaşar. Sarımsaklı sahillerine yakın tepe üzerinde beş adet yel değirmeni ve Ayvalık sırtlarında üzüm bağları olduğu söylenir. Köyün geçimi hayvancılık, zeytincilik ve balıkçılıktır. Köydeki evler Rum mimarisini özelliklerini taşır. Evler Sarımsaklı sahillerinden çıkarılan sarımsak taşı ile yapılmıştır. Evler Türk ve Rum ustaların ellerinde adeta bir sanat eserine dönüşür.
Köyde birçok kilise ve şapel olduğu söylenir. Yeniçeriler köyden çekildikten sonra, Türklere göre çoğunlukta kalan köyün yerli halkı Rumlar, uzun yıllar bu topraklarda Osmanlının en şaşaalı yıllarında huzur içinde yaşamıştır. Köyün içinde her mahallenin bir kuyusu, doğal kaynak çeşmesi vardı. Köyün Madra Dağları’na bakan kuzey doğu tarafındaki dereden bağ bahçe sulaması yapılırdı.
Osmanlının çöküş döneminde Balkanlar’da kaybedilen topraklarda yaşayan Müslüman Türkler, Bulgarlar (Pomak) ve Yugoslav Müslümanları (Boşnaklar) azınlık durumuna düşünce, 1893 yılından itibaren ana yurda dönüşe geçerler. Bu zorunlu bir göçtü. Savaş Balkanlar’ı sarmış, Balkan ülkeleri bir bir bağımsızlıklarını ilan ediyordu. Bir zamanlar o toprakların sahibi, patronu olan Müslümanlar azınlıktı artık. Birçoğunun can güvenliği yoktu. Elde avuçta ne varsa elden çıkarıp Anadolu’ya göçüyorlardı.
Kurtuluş Savaşı sona erip, 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Anlaşması imzalanınca mübadele tekrar gündeme geldi. 30 Ocak 1923’tde Yunanistan’la mübadele antlaşması imzalandı. Yani yıllardır bir arada yaşayan Rum ve Türk halklarının değişimi.
‘’Benim babamlar Karadağ’dan kaçıp gelmişler’’ dedi Ahmet, ‘’Birçoğu da Bosna’dan. Mübadeleden öncede balıkçı kayıklarıyla balkanlardan gelen Boşnaklar, burada Rumların eşyaları ile bırakıp terk ettiği boş evlere yerleşmişler. Kurtuluş savaşı sonu Atatürk bize sahip çıktı ve bizi bu topraklara yerleştirdi. Bizim köyde Midilli’den, Yunanistan Serez’den ve Girit’ten gelenler de var. Çoğunluk Boşnak muhacirler. Bizim köyün yüzde sekseni Bosna’dan. Serez Yunanistan’ın Selanik ile Kavala arasındaki Orta Makedonya bölgesinde ayni ilin adını taşıyan bir şehir. Ülkemizde oradan gelen muhacirlere Serezli denir’’
Küçükköy Ayvalık’ın güneydoğusunda çamlık tepesinin arkasında kayalık bir zemin üzerinde. Alt tarafında Madra Dağı’nın eteklerindeki zeytinlikler arasından kıvrıla kıvrıla gelen küçük bir deresi var, Nikita Deresi. Bu dere Sarımsaklı sahillerinde denize kavuşuyor. Dere son yıllarda fabrika atıkları nedeniyle simsiyah akıyor ve çevresine pis bir koku salıyor. Ayvalık Küçükköy’e yürüme mesafesiyle yarım saat kadar tutuyordu. Köyün dört ayrı yoldan girişi var. Sarımsaklı denizine de yarım saat bir zaman diliminde ulaşılıyor. Güneye bakan kısmında çamlık körfezinin mavi sularına bakan ufak bir iç deniz vardı. Denizi sığ ve kayalık olup yüzmeye uygun değildir. Ufak sandal ve yatlar için adeta doğal bir limandır. Koyun Ayvalık yolu üzerinde, Küçüköy sapağını geçince sağ tarafta o dönemlerden kalan bir çeşme vardır, hala suyu akar. O yıllarda körfeze giren ufak gemi ve kayıklar buradan su tedarik edermiş. Kuzey tarafındaki Çamlık tepesi ve Şeytan Sofrası arasındaki boğazla Ayvalık koyuyla birleşir. Güneye yöneldiğinizde ise Sarımsaklının dünyaca meşhur geniş kumluk, pırıl pırıl tertemiz plajlarına ulaşırsınız. Sağ tarafa yani kuzey batıya yöneldiğinizde güzel bir yol sizi önce Çamlık’a oradan da doğru Ayvalık’a ulaştırır. Sarımsaklının batısında da kuzey rüzgarlarına korunaklı Badavut plajları var.
Benim babam, yani dedem İbrahim usta ve ailesi 1924 yılında Bulgaristan’ın Razgrat şehrinden Balıkesir’e göçmüşler. Babam 1919 yılında Razgrat’ın Gökçesu köyünde doğmuş. Bulgaristan bağımsızlığını kazanıp Osmanlı’dan ayrılınca, birçok Türk aile gibi onlar da yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalmış. Trenle Sofya’dan yola çıkarak Bulgar gümrüğünde yapılan kontrolde, dedem İbrahim ve babaannem Ümmü Gülsüm’e isimleri sorulunca dedem babaannemin ismini Emine demiş, Gümrük memuru elindeki evraklara bakınca Emine ismini görememiş, Evrakta Ümmü Gülsüm yazıyormuş. Meğer İbrahim dedem, Ümmü Gülsüm adını sevmediği için eşine Emine adını takmış, ona hep Emine diyormuş. Gel Emine git Emine. Trendeki sorgulama esnasında da Emine deyince. Gümrük memuru babaannemi trenden indirmiş, Bulgaristan’dan çıkmasına izin vermemiş. Tüm yalvarmalara yakarmalara rağmen o Sofya’da kalmış. Dedemler kardeşleriyle Türkiye’ye gelmiş. Babaannem de altı ay sonra diğer akrabalarla gelebilmiş.
Küçükköy’de de kuşkusuz her ailenin kendine göre bir göç öyküsü var. Hepsi zor koşullarda gelip bu topraklara yerleşmişler.
‘’Bizim oralarda Muhacir adı geçer Ahmet’’ ‘’Ama genelde son zamanlarda göçenlere takılır bu ad. Bizim mahalle bakkalımız vardı Muhacir Mehmet amca. İlk gelenler artık yerlisi olmuştur o yerin. Tabii bir de gerçek yerlileri vardır. Onlara da Manav denir.
Arnavutluk’tan gelenlerin ise lakabı direkt Arnavut’tur. Bu yörede de Giritli, Serezli, Boşnak deniyor. Sanırım buralarda pek Pomak yok. Bizim Bandırma taraflarında, Kapıdağ’da Pomak köyleri çoktur.’’
Laf lafı açınca, zaman diliminin nasıl hızla ilerlediğini havanın kararmasıyla anlayabildik. Komşular “Kalkalım” diyordu. Hava serinlemişti, masamızın üzerine düşen sararmış yapraklar rüzgarın yavaş yavaş arttığının göstergesiydi. Havada yağmur kokusu vardı sanki.
Karşımızdaki kahvenin yanındaki iş yerinin çatı katını yapan ustalar da tek tek aletlerini topluyorlardı. Harç bitti yapı paydos misali. ‘’Orası yeni satıldı’’ dedi Ahmet. Yanında eski yıkık bir dükkan vardı. Orasını işaret ederek orası da kasaptı. Bunda yirmi sene önce köyümüz çok güzeldi. Bakkalı kasabı, terzisi, berberi hepsi vardı. Yazlık sinemamız vardı. Şu anda kent müzesi olan taş bina köyün okuluymuş, ben de bilmem. Biz mezarlık yolundaki taş okulda okuduk. Köyde üç tane kilise vardı. Her mahallenin de bir çeşmesi.
Komşum çay paralarını öderken hepimiz kalkmış gitmeye hazırlanıyorduk.
‘’Gelin’’ dedi Ahmet.
‘’Şurada ufak bir yer var. Bir de oraya bakın emlakçı bir arkadaşın yeri.’’
Gitme arzusu içimizdeki merak arzusuna yenilince düştük Ahmet’in peşine. Ben elimde makine boyuna resim çekiyordum. Eski taş evleri resimlemek tutku olmuştu bende.
Meydandaki kahvenin arkasına doğru yürümeye başladı, biz de takıldık peşine. Solumuzda uzun dar bir sokak vardı, sokağın hemen başında bir tabela, üzerinde bir ok işareti, Su altı Butik Oteli. Ben hemen sokağa daldım, yukarı doğru hafif kıvrımlarla, taş evlerin görkemli bakışları altında adeta bir kuğu gibi süzülüyordu. Bu sokakta tarihin durduğunu hissettim. 1462 yılında burada başlayan yaşamı kulağımıza fısıldıyordu sanki taş evler. Pencere aralığında içeri baktığımda, ağaç bir merdiven ikinci kata davet ediyordu beni. Aşağıda bir oda, ağaç bir tavan, yer yer çökmüş bir şömine ve hala siyah duman isini üzerinde günümüze taşıyan bir baca deliği. Burada neler yaşanmıştı, bu evler o günün koşullarında ne şartlar altında yapılmıştı. Bu evdeki ilk gece ne kadar mutluluk vermişti onlara. Peşimden kimse gelmemiş hepsi Ahmet’in peşine takılmış gitmişti. Kendimi tarihin derinliklerine kadar uzanan taş sokakların beni kendine çektiği gizem dolu geziden kurtarıp, bu eski taş eve veda ettim. Bizim ekip az ilerde yeni yapılmış sarı badanalı dükkan gibi bir binanın önünde durmuş ona bakıyorlardı. Demir bir kapısı ve demir bir penceresi vardı. Üstüne beton atılmış çatısı bile yoktu.
‘’ Burası satılık” dedi. “Şu anda da fiyatı en uygun yer burası. Size uyar.” Söylediği rakam bize uyardı ama bu yirmi metrekarelik yerde ne olurdu ki? Uzun caddenin ortasındaydı. Sağında uzun bir taş duvar, solunda ufak bir üstü açık dükkan gibi yer vardı. Arkası geniş bir bahçeye bakıyordu. Tam karşısında üç katlı bir yeni yapı, sol tarafta eski iki katlı bir taş ev, sağ tarafında ise tek katlı eski bir taş ev vardı. Kasım Ağa Sokağı’ydı bu sokağın adı. Bir araba ancak geçerdi bu yoldan. Küçükköy’ün merkezine 50 - 60 metre kadar ya vardı ya yoktu. Biz dükkana bakarken. ‘’Hoş geldiniz’’ sesi çınladı kulaklarımızda ‘’Hoş geldiniz’’ Geriye dönüp baktığımızda tam karşımızdaki üç katlı evin kapısında elli yaşlarında bir bey duruyordu. ‘’Hoş Geldiniz, Hoş Geldiniz” dedikten sonra, gayet kibar bir lisanla ‘’Burası eski şaraphaneydi. Güzel bir kapısı, kapısında çok güzel sarımsak taşından sütunlar vardı. “Çocukluğumuz burada geçti. Bakımsızlıktan yıkıldı gitti. Kimse sahiplenmedi, kıymetini bilemedi. Bu hale geldikten sonra uzun müddet yağ deposu olarak kullanıldı. Sahibi yeni rahmetli oldu. Şimdi satılık’’ Parmak arası terliklerini giyerek yanımıza geldi.
‘’Bu sokak cıvıl cıvı idi, o zaman, köyümüz çok kalabalıktı. Şimdi boş gördüğünüz tüm evler doluydu.’’
Elimi uzatıp ‘’Merhaba’’ dedim.
‘’İnşallah komşu oluruz, köyümüz güzeldir, havası temizdir, mis gibi zeytin kokar.” Doğru, Ayvalık Balıkesir yolundaki zeytinyağı fabrikalarının bacalarından çıkan duman köyün çok uzağında olmasına rağmen zeytin kokusu burunlarımıza kadar geliyordu.
Açıkça söylemek gerekirse ben pek sıcak bakmadım. Yeni bir yapıydı, köyün tarihsel dokusuna hiç uymuyordu. Arkadaşlardan ortak alalım önerisine de sıcak bakmadım. Her zamanki tavrımla ‘’Bakarız’’ dedim. ‘’Düşünelim’’ dedim.
“Biraz daha gezelim” dedim. Ayvalık tarafındaki eski taş okula doğru yürümeye başladık. Tam karşımızdaki elektrik direğinde “Su altı ressamı” yazısı dikkatimizi çekti. Sağ tarafımızdaki yıkık, çöp içindeki boş arsayı incelerken ‘’ Burası yeni satıldı’’ dedi karşı komşu Adil bey. ‘’Benim yanım da satılık’’ havada uçuşan rakamlar bizim bütçemizin üç dört katı olunca gezimiz artık turistik bir geziye dönüşmüştü.
Su altı ressamı Süleyman Yeşilce Bey’le böyle bir ortamda tanıştık. Tek katlı eski geniş bahçeli bir evi vardı. Hemen girişte de geniş bir atölyesi. Su altı dünyasını tuale yansıtıyordu. Ayrıca üç boyutlu çalışmaları vardı. Yaptığı güzel eserleri hayranlıkla seyrederken, resimler hakkında bilgi verdi. Sıcak ilgisine, açıklamalarına teşekkür ettikten sonra Ona “ Hoşça kal” dedik. Ara sokaklardan tekrar Kasım Ağa caddesindeki dükkana geldik. Hanım pencereden içeri baktı ‘’Bayağı genişmiş.’’ ‘’Ahmet Bey, anahtar varsa alıcı gözle içine de bakalım’’
‘’Tamam’’ dedi. ‘’Hemen geliyorum.’’
Ali bey sıcak sevecen tatlı dilli biriydi. Sokağı ve köyü anlatmaya devam ediyordu. Bizim komşularla muhabbetleri tutmuştu.
‘’Ali Bey, kim bu Kasım Ağa?’’ dedim. Cadde ismi Kasım Ağa Caddesi’ydi de.
‘’Kasım Ağa mı?’’ dedi. ‘’Bilmiyorum’’ dedi. Kasım ağa caddesinde doğ, büyü yaşa ve Kasım Ağanın kim olduğunu bilme hayret dedim içimden. Doğru bu konuda kent müzesinde de bir kaynak yoktu. Ama önemli biriydi ki bu caddeye ismi verilmişti. Bunu yazdım bir tarafa Kasım Ağa kimdi, araştıracaktım. Ahmet anahtarı getirmişti. Asma kilidi rahatça açtı. Demir kapı ağır ağır açıldı. ‘’Buyurun’’ dedi. İçeri sırayla girdik. Zemin beton, duvarlar ve tavan üstünkörü beyaz badana olmuş, yerlerdeki yağ lekeleri de kalıplaşmıştı artık. Doğu tarafında biraz yukarıda havalandırma penceresi, arkadaki ucube binanın çatısındaki demirden yapılma terasının çatısını görüyor. Eşim ‘’Yazın burası ne kadar sıcak olur’’ dedi.
‘’Çatısı bile yok.’’
Fiyatı da zorlayacaktı. Ama toparlayabilirdik.
‘’Düşünelim Ahmet Bey’’
‘’Bakın burası çarşıya da yakın, ne yaparsanız olur burada.’’ Şu anda hiç kimse burada ne olacağının düşünemiyordu. Alt tarafı yirmi metre kare bir bina, devam etti Ahmet Bey ‘’ Üstüne de bir kat çıkılabilir. İsterseniz yan tarafı da satarız. Orası da satılık’’
Köyü gezdikçe, taş sokaklar ve evler hepimizi büyülemişti. Hepimizde köyden bir yerler alma hayalleri oluşmaya başlamıştı. Cidden, bu eski tarihi köyün yarına umut bağlayanların önünü açacağı gün gibi meydandaydı. Çoğu yerlerde doğal özelliğine bağlı tadilat çalışmaları devam ediyordu.
‘’Tamam Ahmet Bey, çıkabiliriz.’’ ‘’Biz sana neticeyi bildireceğiz.’’ Hanım, ‘’ Sen kimseye söz verme, biz sana iki gün içinde burası hakkında kararımızı vereceğiz.’’
Kasım Ağa sokağında aşağı doğru inmeye başladık. Soldaki tek katlı binaların arasına sıkışmış, hala tüm heybetiyle ayakta kalmaya çalışan iki katlı taş konak dikkatimizi çekmişti. Kapısı bacası penceresi açık kırık döküktü. Karşısında tek katlı yıkık bir yapı ve solunda iki katlı içinde halen oturulan taş bir bina vardı.
‘’ Burası eski askerlik şube binası. Arkada geniş bir bahçesi var’’
‘’Burası da satılık ama rakamlar çok uçuk’’
Bu taş bina 1960 yıllarda Askerlik Şubesi olarak kullanılmış, daha sonra Rumlar burasını boşaltınca Askerlik Şubesi de kapanıp Ayvalık’a gitmiş. Mübadelede Karadağ’dan gelen Boşnaklar bu köye yerleşmiş. Bu iki katlı taş bina, konak gibi ev Elmas Ağa’ya geçmiş. Elmas Ağa bu köyün muhtarıymış. Aşağı doğru yürüyüşümüz çok yavaş gidiyordu. Bu arada bizimle yürümeye devam eden Ali Bey söze karıştı. ‘’Dedem ve kardeşleri 1912 mübadelesinde buraya yerleşmişler. Dedem Karadağ’dan gelirken yanında 100 lira varmış. O zaman o büyük paraymış, dedem buradan bu parayla arazi almak istemiş. O zaman ona Sarımsaklı sahillerini göstermişler. O da ninemi yanına alıp at sırtında beraberce Sarımsaklı sahillerini gezmişler. O zaman bu sahiller çorak, kum ve sazlıkmış, su yokmuş. Ninem burasını istememiş, beni Karadağ’a geri götür, sen burada ne yaparsan yap demiş. Babam o zaman ufakmış. Ama dedem “Artık bizim vatanımız burası” demiş. “Dönmeyi hiç düşünme.” Dedemle şu anda oturduğumuz evi yapmışlar. Bu bölge taşlık olduğu için evler hep taştan yapılırmış. O zaman harç falan yok. Kireç bile bulmak zormuş. Taşlar toprakla işlenip, duvar öyle örülürmüş. Hali vakti iyi olanların evleri Sarımsak taşından yapılırmış. Badavut’taki sarımsak taşı ocağında kesilen taşlar yontularak işlenir, at arabaları, kağnılarla buraya getirilirmiş. Bir zamanlar bende çalıştım sarımsak taşı ocaklarında. Malum bu bölgenin doğal güzelliği karın doyurmuyor. Zeytin zamanı dışında iş yok. Ben kardeşlerim ve ablalarım de bu evde doğduk. İlkokul dışında okuma şansımız olmadı. yedi kardeş idik dört kız üç erkek.’’
Her evin kendine göre bir hikayesi vardı. Sonbahar gelip zeytinler kararmaya başladı mı köye bir canlılık gelir, koşturmacalar başlardı. Köy meydanında kahvelerde oturup, güneşlenirken görmeye alıştığımız yaşlılar bile götüren olsa da zeytine girsek derdi. Mengeneler önüne at ve eşeklerle getirilen zeytin çuvalları dizilir. Her çuval sırasını beklerdi sıkılmak, yağa dönüşmek için. Hacı Ömer Yazıcı vardı mengenesi olan, çocukları Şerafettin Yazıcı ve Mahmut Ömer Yazıcı, baskıcı Orhan Kansu, Meydancı Suat Ömür yıllarca burada zeytinyağı sıkımı yaptılar. Ayrıca Elmas Bey’in mengenesi vardı’’. Susmuyordu Ali Bey, köyü anlatmaya doyamıyordu. Lafı zeytin hikayesinden alıp, lafı evirip çevirip yine Kasım Ağa’ya getirdim.
‘’Kasım Ağa’nın evi nerede Ali Bey? ‘’
‘’ Kasım Ağa’ya savaş bitince bizim sokağın sonunda sağ köşedeki evi vermişler.’’
Kasım Ağa kimdir diyecek olursak, ulaşabildiğim kaynaklara göre Kasım ağa Osmanlı Rus harbinden sonra Balkanlar’dan, yani Karadağ’dan Osmanlı topraklarına göçen Yugoslav bir ailenin oğlu. İnternette ki kaynaklardaki bilgilere göre, Kasım ağa Anadolu topraklarına ayak başınca, Osmanlı ile hiç geçinememiş, Osmanlı’yla başı hep belada olduğu için yıllarca dağlarda gezmiş. Öncelikle köydeki bu caddeye adını veren Kasım Ağa kimdir, neler yapmış. Osmanlı yasa ve yönetiminle hiç uyum sağlayamayan yurdu mekanı dağlar olan Karadağlı Boşnak Kasım Ağa’yı biraz daha yakından tanıyalım.
Şakir oğlu Boşnak Kasım Ağa 1886 yılında Karadağ Kolaşin’de dünyaya gelmiş. Karadağ’da hayvancılık yapan bir aile imişler. Balkan savaşı başlayınca burada Çetniklerle devamlı bir çatışma içine girmişler. Bu çatışmalarda babası öldürülmüş. Savaşarak geri çekilmişler ve 1912 sonunda Diyarbakır’a gelerek buraya yerleşmeye karar vermişler. Daha sonra Kahramanmaraş’a oradan da Konya’ya geçmişler. Konuşma dili yüzünden bu topraklarda da tutunamamışlar. Konya da Mehmet Delibaş isimli bir eşkıya bu Boşnak aileye musallat olmuş, onları rahat bırakmamış. Birbirleriyle devamlı çatışmışlar. Delibaş isimli bu eşkıyanın ihbarı üzerine Jandarma peşlerine düşmüş. Boşnak Kasım ve ailesi jandarma ile çatışmış. Bunun üzerine padişahtan ferman çıkmış, görüldüğü yerde vurulacak, yakalandığı yerde asılacak. Bu bölgede tutunamayacağını anlayan Kasım Ağa aile evradı ve adamlarıyla birlikte Konya’dan Kütahya taraflarına gelmiş.
Emrindeki silahlı adamlarının sayısı 80 kişiyi buluyormuş. Bu kaçak günlerinde Kasım Ağa’nın Kütahya’da bir oğlu dünyaya gelmiş. Jandarmanın baskıları karşısında Kasım Ağa’nın eşi, kendi kimliğini devamlı saklamış, tek amacı oğluna zarar gelmemesi imiş. Devamlı kocasının Kasım Ağa olduğunu inkar etmiş. Bu bölgede de tutunamayan Kasım Ağa kız kardeşleri ve en küçük kardeşleri Beytullah’ı da alarak. İzmir Karaburun’a gelen mübadil kafilesinin arasına karışmış. Burada kardeşi Beytullah’ı 16 yaşında askere almak istemişler. Beytullah direnince bir subay onu vurmuş. Kasım Ağa kaçak olarak yaşamaya devam ettiği için olayı sonradan duymuş. Yakınındakiler “O subayı buldun mu?” dediklerinde ‘’Evet buldum’’ demiş. ‘’Gerisini sormayın.’’ Daha sonra Kasım Ağa ve arkadaşları kendileri için daha güvenli gördükleri körfez bölgesine Ayvalık Edremit bölgesine gelmiş. Kozak yaylasına mevzilenmişler. O yıllarda Yunanlılar Dikili’ye asker çıkarırken onları Kozak sırtlarından izlemişler. Yunanlıların çok ağır silahları olduğundan, deneyimli adamları ve keskin nişancılarının olmasına rağmen o anda Yunanlılara müdahale etmemişler. Yunan birliği Donbay çiftliğinde konaklamış. Çiftlik sahipleri Yunanlıları bir güzel ağırlamış. Yunanlıların geleceğini önceden biliyorlarmış.
Yunan birliği Donbay çiftliğini terk edince Kasım Ağa ve çetesi çiftliği basarak çiftliği yakmış ve hayvanları da dağa salmış. Yunanlılar Dikili’den sonra Keremköy’e de çıkarma yapmışlar. Gümüşlü fabrikasının oraya çıkan birlik buradan Balıkesir’e gidecekmiş. O sırada Yarbay Çetinkaya komutasındaki Türk birlikleri Karaağaç’ta mevzi tutmuş. Kendisinden beş altı kat daha fazla ve ağır silahlarla donanmış Yunan birliklerinin gemilerini devamlı top atışıyla çıkışlarını engellemek istemiş. Yunan gemileri de sahillerimizi dövmeye başlamış. Kozak tepelerinde Yunan ateşini izleyen Kasım Ağa adamlarıyla ovaya inerek Yarbay Çetinkaya’nın birliğini çevirmeye çalışan Yunan birliklerin arkadan vurmaya başlamış. Kasım Ağa’nın keskin nişancıları ve usta adamları Yunanlıları korkutup Ali Çetinkaya’nın önünden geri çekilmelerini sağlamış.
Yunanlılar çekilince Yarbay Ali Çetinkaya Kozak’tan gelen bu kahraman ekibi tanımak istemiş. ‘Lideriniz kim?” demiş. Onlar da padişah fermanıyla aranan Kasım ağanın ismini vermemişler. Onu saklamak istemişler. ‘’Kimsenin kılına dokunmayacağım asker sözü veriyorum’’ demiş. ‘’Kim bu kahraman?’’ Genç bir teğmen onların yanına gelerek
‘’ Komutanım sadece sizlere teşekkür etmek istiyor’’ demiş.
Bunun üzerine Kasım Ağa birkaç arkadaşını yanına alarak Yarbay Ali Çetinkaya’nın yanına gitmiş. Uzun bir sohbet sonunda Yarbay Çetinkaya ‘’Kasım Ağa, adamlarınla birlikte bana katılır mısın, vatan için benimle mücadeleye var mısın?’’ demiş. Kasım Ağa tek başına karar alamayacağını arkadaşlarına danıştıktan sonra kararını bildireceğini söylemiş.
Yarbay Çetinkaya’nın alayından ayrıldıktan sonra kendi müfrezesiyle toplantı yapıp. Yarbay Çetinkaya’nın birliğine katılma kararı almışlar. “Hep beraber düşmanımız ortak, vatanımız için birlikte savaşıp, birlikte öleceğiz.” demiş.
Yarbay Ali Çetinkaya’nın onlara verdiği ilk görev Keremköy civarında yol kesen, halkın malına canına namusuna göz koyan Dingilli Kerim ve adamlarının bertaraf edilmesiymiş. Kasım Ağa ve müfrezesi, Karaağaç’tan Edremit Bostanlı yönüne yönelmiş. Kasım Ağa adamlarıyla dikkatli bir çalışma ve araştırma sonucunda Dingilli Kerim ve adamlarını yakalayarak hepsini yok etmiş. Dingilli Kerimin Rus malı Ferguson saatini cebine koyarak Yarbay Çetinkaya’nın yanına dönmüş.
‘’Buyurun Komutanım işte Dingilli Kerim’in saati, eşkiya tümüyle yok edildi’’. Onun cevabı da ‘’Bu saat sende kalsın Kasım, bu saat senin hakkın’’ Olmuş.
Keremköy’ün Yunanlıdan temizlenmesi ardından Yarbay Çetinkaya Kasım’ın yanına gelerek ‘’Haydi Kasım şimdi ikinci görev Havran ve Balya’’ demiş. ‘’Havran Yunan işgali altında’’ Boşnak Kasım ve müfrezesi kısa zamanda Havran da karargah kuran Yunanlı askerlere baskın yapmaya başlamış. Bu yoğun baskılara direnemeyen Yunan askeri Havran’ı terk etmiş. Havran’ı Yunanlıdan temizledikten sonra Kasım Ağa Edremit’e gelerek Havran’ın anahtarını Edremit kaymakamına vermiş. Kaymakam’a ‘’Şimdi ikinci görevimiz Balya’yı kurtarmak demiş.
Boşnak Kasım ve adamları tarafından kısa bir zamanda da Balya kurtarılmış. Savaş bitince Yarbay Ali Çetinkaya Kasım Ağa’yı Makaron çiftliğine götürmüş. İki bin dönümlük büyük bir çiftlikmiş burası. ‘’Kasım Ağa bu çiftliği sana verelim’’ demiş. Bu teklif üzerine Kasım Ağa ‘’Ben bunu nasıl alırım Ali Bey, arkadaşlarıma nasıl açıklarım. Ben memleketimi vatanımı, toprağımı yeni bir vatan bulmak için terk ettim. Mal mülk için değil. Kabul edemem. Herkese ne veriliyorsa bana da o verilsin’’ demiş. Bunun üzerine Kasım Ağa’ya Ayvalık kilise mevkiinde 90 ağaçlık bir zeytinlik ve Küçükköy’de bir ev verilmiş. Küçükköy’e yerleşmesi böyle olmuş. Burada hayvancılık yapmış. Altınova’da arazi kiralayıp toprak işlemiş, hayatını bu şekilde idame ettirmiş. Boşnak Kasım Ağa’ya vatana üstün hizmetlerinden dolayı yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından İstiklal Madalyası verilerek onurlandırılmış.
Savaş bittikten sonra Ayvalık’ta Küçükköy’de yaşamaya başlayan Kasım Ağa ile mübadelede buraya yerleşen Boşnaklardan bazıları ile aralarında anlaşmazlıklar çıkmış. Onlar da bir nedenle Kasım Ağa’yı Atatürk’e şikayet etmişler. Kasım Ağa Atatürk imzalı bir tebligatla Ayvalık’tan sürgüne gönderilmiş. Tebligatı alan Kasım Ağa kızgın bir şekilde Ankara’nın yolunu tutup, orada Ali Çetinkaya’yı bulmuş. Ali Çetinkaya onu misafir ederek, evini açmış. Bir güzel yer sofrası kurup, hanımının yaptığı kuru fasulye ikram etmiş, cephede yaptıkları gibi soğanı yumrukla kırıp yemeklerine katık yapmışlar. O savaş günlerinin anıları ile sohbet etmişler. Bir ara Ankara’dan gelen sürgün tebligatını cebinden çıkarıp yavaşça sofraya üzerine koyup,
‘’Bizim kazancımız bu mu Ali Bey’’ demiş. ‘’Biz bunu mu hak ettik’’ Kendisine yapılanları anlatmış. Tebligatı eline alan Ali Bey bu yapılananlara çok sinirlenmiş. Ertesi günü doğru meclise gitmiş. Ata’nın huzuruna çıkıp, tebligatı Atatürk’e göstermiş. “Tek satırını dahi okumadan size verdiğim listenin başına benim adımı da ekleyin.” demiş. Atatürk listeye bakarken o konuşmasını devam edip. ’’Paşam size ne anlatıldı bilmiyorum ama ben Karaağaç cephesinde Kasım Ağa ve müfrezesiyle, bu korkusuz kahramanlarla başarıya ulaştım. Onların kahramanlıklarını anlatmaya kalksam yirmi dört saat yetmez. Lütfen ya o kağıdı yırtıp atınız ya da bu listenin başına beni de ekleyiniz.’’ demiş.
Atatürk’ün kağıdı yırtıp atıp, atmadığını öğrenemedik ama Boşnak Kasım İstiklal Madalyasının onuru ile Ata’mızın ölümünden sonra uzun yıllar yeni vatanının topraklarında yaşamaya devam etmiş. Duyuma göre dürüst, cesur adil biriymiş, haksızlıklara hep karşı çıkarmış. Bu yüzden Kasım Ağa’yı köydeki Boşnaklardan bazıları sevmezmiş. .
Ve 1952 yılının 10 Kasım’ında doğup büyüdüğü topraklardan yüzlerce kilometre uzakta, yeni vatanında ebediyete göç etmiş.
Küçükköy’de 19. yüzyıldan kalma on iki şapel, kilise ve manastır olduğu söylenir, günümüze ne yazık ki camiye çevrilen Ayıu Athanasui kilisesi ayakta kalmıştır. 1881 yılında yapılan kilise 1923 yılında Rumlar mübadele sonucunda köyü terk ettikten sonra ana fiziki mimarisi korunarak camiye çevrilmiş. Köydeki yapılar incelendiği zaman Rumlardan kalma bir mimarinin hala ayakta kaldığını rahatça görebilmekteyiz.
Taş sokakların döşemeleri evlerin iç ve diş mimari özellikleri bu coğrafyanın özelliklerini taşır. Köyün güneyine bakan, Sarımsaklı yolunun sol tarafında kuzey rüzgarlarını göğüsleyen ufak bir tepede beş adet yel değirmeni varmış. Ayrıca bu tepenin karşısında şimdiki yeni ilkokulun olduğu yerde üzüm bağları, tüm yörenin üzüm ve şarap ihtiyacını sağlarmış. Evlerdeki taş teknelerde üzümler ezilir şarap yapılır, her evde şarap ve zeytin yağ için toprak küp bulunurmuş. Köyde o yıllarda üç adet taş fırın, iki adet tuğla imalathanesi, altı adet kuyu, on iki çeşme varmış. 1917 yılında köyde üç yüz hane kadar Boşnak, yüz hane adalı (Midilli’den gelenler), yüz hane kadar da Serezli (Yunanistan’ın Serezli bölgesinden gelenler) yaşıyormuş. Ayrıca o günlerde köyde köyü, yaşadığı toprakları terk etmek istemeyen Rum komşuları varmış. Kendi aralarında çok iyi komşuluk ilişkileri varmış. Herkes birbirinin dini inancına, örf ve adetine saygı gösteriyormuş. Köydeki sütçüler süt satarken üç dilde bağırırmış, Rumca, Türkçe ve Boşnakça. Rumlar ana lisanları dışında kırık bir Türkçe ile Türklerle Türkçe konuşurmuş.
‘’Baharda şenliklerimiz var’’ dedi Ahmet.
Burada hıdrellez, bizim Karadağ’da da teferiç denir. Yurdun dört bir yanından Boşnaklar gelir köyümüze. Bu sene Bosna Hersek’ten, Karadağ’dan da gelecekler.
Her yıl Ayvalık Küçükköy’de kutlanan Teferiç şenlikleri hıdrellez etkinlikleri paralelinde ayni haftalar içinde yapılır. Ayvalık Küçükköy’ün girişindeki kültür merkezinde yapılan açılış konuşması ve onu takiben yapılan konuşmalar, duyurular bitince topluca yürüyüşe geçilir. Çeşitli Balkan ülkelerinden gelen Boşnak misafirler yöresel kıyafetleriyle, yöresel müzik bandosu eşliğinde Ayvalık belediyesinin, Kaymakamlığının ve çeşitli kamu kurumlarının, sosyal toplum platformlarının ve odaların oluşturduğu protokol eşliğinde köyün girişinde kortej oluşturarak yürüyerek köye girerler. Köy halkının ve yurdumuzun çeşitli bölgelerinde yaşayan Boşnaklarında katıldığı bu yürüyüş köy meydanında son bulur. Belediye başkanı ve protokol konuşmalarından sonra, çeşitli müzik grupları köy meydanında konserler verir. Bu arada köy halkı tarafından hazırlanan Boşnak yemek ve börekleri gelen misafirlere tanıtılır ve ikram edilir.
“Teferiç” köken olarak Türkçe “Tepreç” kelimesinden gelir. Kutlamak, eğlenmek, tepinmek bir nevi bayram anlamındadır. Tepreç kelimesi Debreşme kelimesinden gelir, anlamı yeniden olmak, kendini göstermek, olmak, yenilenmektir. Teferiç anlam olarak Balkan kültürünün, Türk kültürüyle birleşmesidir. Yugoslavya’da Boşnak köylerinde köyün ileri gelenleri tarafından köyün uygun yerinde, ya da bir tepenin yamacında veya uygun bir çayırda, bir orman kenarında yer belirlenir. Hıdırellez geçtikten sonra şenlik için müsait bir gün seçilir kutlama günü duyurulur. Tam anlamı bir araya gelerek doğanın uyanışını, baharı kutlamaktır. Köyden olup, uzaklarda, gurbette olanlar, uzaktaki akrabalar eş dostla bir araya gelir. Ayni zamanda Teferiç, Tanrı’nın verdiği nimetlere, birliğe, dirliğe şükretmek ve şenlik yaparak eğlenmektir. Şenlik boyunca kızlar en güzel giysileriyle misafirlere, büyüklere hizmet ederler. Dışarıdan gelen gençler birbirlerini tanır, mutlu yarınların ilk tohumları bu şenlikte atılır. Mangallar yakılır, kuzular çevrilir, Pitalar, tatlılar yapılır gelenlere ikram edilir, büyüklerin elleri öpülür, mezarlık ziyaretleri yapılır, Ata’lar rahmetle anılır, hatıralar anlatılır, neşe ile bahara kucak açılır. Ayrıca dikkat çeken bir kelimede bu şenliklerde yapılan kuzu çevirmesine verilen isimdir; “PEÇENJA”. Peçenja / Peçenya Türk soyu Peçeneklerden kalma bir adet ve isimdir. Fırınlamak, çevirmek gibi odun ateşinde et mangal yapmak olarak bilinir. Günümüzde bu adet hala Boşnaklar ve Peçenekler tarafından uygulanmaya devam edilmektedir. Kısaca "Teferiç" baharın karşılandığı ve mutluluğun paylaşıldığı bir bayramdır. Bosna ve Sancak’ta yapılan Teferiç şenliklerin de piknik alanı olarak yüksek bir dağ ya da tepenin yanından geçen bir ırmak kenarı seçilir ve gün boyu tüm etkinlikler bu alanda yapılır. Bosna Hersek’te ve Sancak’ta yapılan Teferiç şenliklerinin bilinen bir düzenleyicisi olmadığı zamanlarda, Teferiç şenliğinin doğal sorumlusu o bölgenin ileri geleni olur ve bu kişiye “Teferiç Ağası” denir. Bosna Hersek ve Sancak’ta yapılan Teferiç şenliklerinde, pikniğe katılanlarca akordeon eşliğinde şarkılar söylenir ve danslar icra edilir. Daha önce de ifade edildiği gibi, Teferiç şenliğinin en önemli özelliği sportif faaliyetlere büyük önem verilmesiydi. Bu şenlikte delikanlılar kendi aralarında güçlerini sınarlar, taş atma, uzun atlama, güreş ve koşma gibi yarışmalara katılırlar. Müsabakalarda birinci olana Teferiç şenliklerinin yapıldığı alanın zenginlerince el dokuması elbiseler, yün kumaşlar, silah ve para hediye edilir. Boşnak halkının tarih boyunca bir anlamda ilkbaharın gelişini kutladığı, birbirleriyle kardeşlik ve dostluk duygularını güçlendirdikleri böyle ortamlarda genç delikanlılar ve genç kızlar da birbirini görme ve konuşma fırsatı yakalar. Böylece Teferiç şenlikleri sonrasında birçok mutlu yuva kurulmuş olur.
Teferiç şenlikleri, genelde hıdrellezden sonraki ilkbahar aylarında veya Haziran ayının her ilk haftası pazar gününe gelecek şekilde günü belirlenir. Büyük bir aile yemeği atmosferinde kutlanan Teferiç şenliğinde, şenlik alanına gelen misafirler piknik yapmanın yanı sıra, Balkan müzikleri eşliğindeki geleneksel danslarıyla, hazırladıkları geleneksel yemekleriyle ve de yaptıkları yarışmalarla hoşça vakit geçirerek eğlenirler. Teferiç alanına gelen birçok Boşnak, o gün geleneksel kıyafetlerini giyer ve akordeon eşliğinde dans ederler. Mesire alanında söylenen Türkçe ve Boşnakça şarkılara hep bir ağızdan eşlik edilir. “Büyük Aile Yemeği” olarak nitelendirilen Teferiç şenlikleri, birlik ve beraberliğin pekişmesinde ve gençlerin kendi kültürünü tanıyarak yetişmesinde ve bu yolla yaşadığı topluma faydalı bir birey olmasında önemli bazı işlevleri yerine getirmektedir. Geleneksel yapıları referans alarak yetişen gençlerin gelecekte içinde bulundukları kurumsal yapılarla daha uyumlu oldukları gerçeği de göz önünde bulundurulacak olunursa bu türden etkinlikler daha da bir önem arz etmektedir.
Teferiç şenlikleri ile ilgili olarak daha önceden şenliğin yapılacağı yer ve zamanla ilgili bilgilendirmelerde bulunur. Şenliğe Boşnak kökenli olanların yanı sıra Boşnak kökenli olmayanlar da davet edilir. Böylelikle Boşnak gençleri hem kendi geleneklerini yine kültürel mekanı içinde öğrenmiş olurlar hem de Boşnak kültürüne ilgi duyanlar da bu kültürü yakından tanıma şansına sahip olmuş olurlar. Ayrıca Boşnaklar için özel bir gün olan Teferiç Şenlikleri’ne birçok siyasetçi, yerel yönetici ve sivil toplum kuruluşu yöneticisi de iştirak etmektedir. Ayvalık Küçükköy’de yapılan Teferiç şenliklerine Balkan ülkelerinden, özellikle Bosna Hersek, Karadağ, İstanbul’dan ve çevreden yoğun ilgi ve katılım vardır. Her sene coşkuyla kutlanır.
Küçükköy’den bir yer alma arayışımız kafamızın içinden çıkmıyordu. Bizim bütçemize en uygun yer o yirmi metrekarelik depo olarak kullanılan yerdi. Hanım ısrarla “Orasını alalım” diyordu. Ben de çok pahalı diyordum. Küçükköy’lü Ahmet Bey’le tekrar bu yeri konuştuk. Emlakçıda olduğunu söyledi. Sahibini bulup pazarlık yapalım dedik ama o da fiyattan düşmüyordu. Sonunda hanımın dediği oldu ve bu küçük depoyu aldık. Arelos sanat evinin doğuşu böyle başladı.
Altınova’daki evimizin çatı katındaki tüm eski antika ve diğer müzik araç gereçlerini buraya taşıdım. Yavaş yavaş kendi el emeğimle bu küçük işyerinin dekorasyonunu yapmaya başladım. Denizden çıkardığım çapa, komşunun verdiği panjurlar, eski kapılar, Bandırma’dan getirdiğim eski sandalyeler, eski panjurlardan yapılan masa, tabureler, çerçeveler hep buraya dekor oldu. Sanat evinin adı ne olacaktı ve burada ne iş yapacaktım? İki torunum vardı Arın ve Ela. Onların adlarının ilk iki harfi alınarak ‘’Arel Sanatevi’’ oldu. Ama bu isim fazla durmadı. Bir sene sonra bir torun daha geldi Berlin’den adı Oscar Deniz. Onun isminin ilk iki harfi Os’u Arel ‘e ilave edince oldu mu sana sanat evimin adı ‘’Arelos Sanatevi’’ Bu arada mevcut bütün kitaplarımı ve plaklarımı buraya taşıdım. Bu ara kitap yazma çalışmalarım devam ediyordu. İnternet ortamındaki sitelerimdeki bütün yazılarımı, şiirlerimi kitaplaştıracaktım. İlk denemelerimi aldığım bir fotokopi makinasıyla evde gerçekleştirdim. Daha sonra Bandırma’daki Mustafa ve Emrah adlı iki öğretmenin işlettiği kitap ve baskı evinde daha geliştirerek kitaplaştırdım. Kitapların tüm dosya ve kapaklarını, editörlüğünü de ben yapıyordum. İlk baskılardaki hataların nedeni benim editörlüğüm.
İlk kitabım ‘’Yolcu’’nun edebiyat dünyasına girişi böyle oldu. Ama bu kitap nasıl çoğaltılacak, yani yayınevine nasıl ulaşacaktı. Bu arada ‘’Sırtımdaki Postal’’ adlı kitabımı bitirmiştim. Tabii bu arada müzik çalışmalarım da devam ediyordu. Yetmişli yıllardan bu yana ürettiğim bestelerim vardı. Bunları tekrar gitar ve orgla yorumluyor, mp3 ve mp4 yapıyor ve Youtube’ a kaydediyordum.
Sanatevimin amacı, çizgisi yavaş yavaş yerine oturuyordu. Burada kendi kitaplarımı tanıtıp imzalayarak, müziğimi de canlı dinletip, tanıtıp, cd.lerimle geniş bir kitleye satarak ulaştıracaktım. Ayrıca eski plak, kitap ve kendi çektiği ilginç resimlerin tanıtımını yapacaktım.
İstanbul’da yayınevleri arayışım olumsuz geçti, kitaplarıma bütçeme göre çok büyük rakamlar içeren fiyat verdiler. “Şunu yaparız, bunu yaparız, internette satışını sağlarız, imza günü düzenleriz.” Ben az az bastırıp satmak istiyordum. Bin kitap, üç bin kitap ben bunları bedava dağıtsam bitiremezdim. Sonunda İstanbul’da bir digital yayın baskı yeri buldum. İstediğim miktarda basacaklardı. Önce Kültür Bakanlığı’na başvurdum. Sonra sertifika numarasını, isbn, bandrollarını aldım. Artık kitap basılabilirdi. “Yolcu” adlı ilk kitabımın World pdf dosyasını verdim. 100 adet deneme basımı yapıldı. Bu iş olmuştu. İçeriğindeki bazı hatalara rağmen güzel bir kitap ortaya çıkmıştı. Çok mutluydum. İlk çocuğum doğmuştu. Bu çalışmaları 400 sayfalık ‘’Sırtımdaki Postal”, “Taşın Altındaki El”, 400 sayfalık “Yaşamdan Kesitler”, “Tahta Pencereler” ve “Sen de Şarkı Söyle’’ takip etti.
Bestelerimin kendi mini stüdyomda Mp3’lerini yaptım. Cd.’lere kaydedip, dinlenir bir formata soktuktan sonra, onları cd kabına koydum ve çoğaltarak dinleyicinin beğenisine sundum. Bu arada bestelerimden otuz tanesini yeni üyesi olduğum Mesam’a kaydettirdim. Artık sanatevime gelenlere kitaplarımı imzalayıp veriyordum. Müziğimi ise önce cd.den dinliyorlar, sonra gitarla canlı dinliyorlar beğeniyorlarsa alıyordu.
Ayrıca ilgilenenlere 1960’lı yıllara dayanan müzik dağarcığımda sahip olduğum birikimim ve elimdeki arşivlerle yardımcı oluyor, onlarla sohbet ediyor, hayallerinin önünü açıyordum. Bu bana enerji veriyordu. Dünyanın dört bir yerinden gelen misafirlerle iletişim, dünyaya açılmanın başka bir yönüydü. Şarkılarım natürel akustik yorumdu. Onlarla beraber gitar ve klavye çalıyor, şarkı söylüyor, anı klibi çekiyorduk. Bu arada çok değerli eski LP.ve 45’liklere alıcılar çıktı. Yıllardır kıyı köşemde bu güne ulaşan bu değerleri, benden sonra bunlara şimdiden değer veren genç müzikseverlere aktarmamın daha doğru olduğunu düşünerek uygun bir bedel karşılığında onlara devrettim. Hiç olmazsa “Benden sonra bunlar ne olacak?” kaygısı içimden silinmişti.
Benim bu küçük dünyamın oluşumunda eşimin ısrarcılığı, ileri görüşü olmasa kendi içime kapalı küçük dünyamda eriyip gidecektim.
Küçükköy’ün taş sokakları arasındaki bu küçük dünyam, bu ufak sanatevim, yarattığım cennetim gelen birçok misafirimin hayaliydi. Onlara söylediğim tek şey ‘’ Cenneti arama yarat ’’ sözüydü. Bana bu cenneti yaratmamda önümü açan, kendi cennetinde çiçek bahçesinde torunlarıyla toprağı eşeleyip, onlarla sarmal dolaş yeni fidanlar, çiçekler eken eşime sonsuz teşekkürler.
Bu güzel, minik cennetimin çiçekleri, her gelişinde bana uğrayıp benimle sohbet eden hal ve hatırımı soran başta minik misafirlerim olmak üzere tüm müzik ve doğasever dostlarımdı.
Küçükköy’ümüz bir sanat ve bilim köyü olma yolunda yavaş ve emin adımlarla ilerlemektedir. Dünya kültür değerleri mirası koruma kapsamına alınan Küçükköy’ün en büyük eksiği şu anda köy sakinleriyle sanatçıların birlikte ele ele vererek oluşturduğu bir derneğin olmamasıdır. Şu anda olan derneğin de bu ihtiyaca cevap verememesidir. Önceleri belde olan köyün mahalle muhtarlığına dönüştürülmesi, çevre etkinlileri yönünden hareket sahasını daralmıştır. Artık tüm yetki Ayvalık ve Balıkesir Büyükşehir Belediyesine geçmiştir.
Küçükköy’de bir yerim olduktan sonra, müzik yaşamımda da bir değişim oldu. Köy için şarkı yazma ilhamı, taş sokaklarda gezerken içime işlemeye başladı. Bir şarkım vardı, yani bestemin sözleri olumsuzluk yüklüydü. Adıysa ‘’El Sallıyor Dünya’’ yani artık güle güle misali. Bu müziğe yeni sözler yazdım. Ritmi vals idi. Bu köye ait olsun dedim ve oturup yorumlayarak amatör bir klip yaptım. Bu klipte Küçükköy’ün taş evlerinin ve sokaklarını, çektiğim o muhteşem görsel güzelliklerini slayt olarak kullandım.
Evet Yeniçarohori (Küçükköyüm) şarkısının hikayesi böyle doğdu
“Buna bir kardeş gerek dedim”
ve ‘’Taş Evler ’’ sözü ve müziğiyle bu köye ait olan bestem de bundan sonra geldi.
KÜÇÜKKÖY’ÜM BENİM ( YENİÇAROHORİ)
İlk adımları atınca köye
Daldık gittik buradaki, geçmiş tarihe
Ne güzel işlenmiş, taş taş her köşe
Fısıldıyor sanki geçmişi bak bize
Tarihin sesisin, Küçükköy’üm benim (Yeniçarohori )
Doyumsuzdur havan, masmavi gökyüzün
Ne aşklar, ne sevdalar yaşandı senle
Dur da dinle anlatsın, taş sokaklar bize
Dört bir yanın senin yemyeşil zeytin dalı
Zeytin varsa dallarda, hayat da vardır
Çocuklarımızın yarınlarında
Güneşsin, umutsun Küçükköy’üm benim (Yeniçarohori)
Gün doğarken üstüne, ışıl ışıl senin
Zeytin kokan ellerin, dizmiş taşları
Mutluluk dolu, evler yapmışlar
Geçmişten geleceğe, tarih yazmışlar
Tarihin sesisin, Küçükköy’üm benim ( Yeniçarohori )
Zeytin kokulu havan, masmavi denizin
Ne aşklar, ne sevdalar yaşandı senle
Dur da dinle, anlatsın zeytin taneleri
Dört bir yanın senin, yemyeşil zeytin dalı
Zeytin varsa dallarda, hayat da vardır
Çocuklarımızın yarınlarında
Güneşsin, umutsun Küçükköy’üm benim (Yeniçarohori)
Söz ve Müzik
Abdullah İnaler
Küçükköy - Ayvalık 2015
TAŞ EVLER
Taş taş üstüne taşlar dizmişler
Umutlarıyla evler yapmışlar
Taş taş üstüne taşlar dizmişler
Sevdalarıyla tarih yazmışlar
Sevdasın içimizde bizim
Umutsun kalbimizde bizim
Huzur dolu evlerin senin
Yeniçarohori, Yeniçarohori
Taş taş üstüne taşlar dizmişler
Kalpleriyle taşa umut yazmışlar
Taş taş üstüne evler yapmışlar
Zeytin dallarına umut olmuşlar
Sevdasın içimizde bizim
Umutsun kalbimizde bizim
Huzur dolu evlerin senin
Yeniçarohori, Yeniçarohori
Söz ve müzik
Abdullah İnaler
Küçükköy - Ayvalık.2016
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.