- 500 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
966 - ADIN NE SENİN?
Onur BİLGE
“Yaşamak sayılı gün, ölüm kıyamete kadar… Mazi düşten farksız, yaşam tamamen düş… Zaman geçmişe göre geç, geleceğe göre erken… O halde ne yapmamız gerekiyorsa yapmalıyız vakit varken.” dedim. Dede, yüzüme dikkatle baktı ve:
“Hayırdır Semiray! Vecizeler söylemeye mi başladın, şair mi oluyorsun yavaştan?” diye sordu.
“Aman dede! Nerde bende o yetenek! Öylesine birkaç kelime geldi dilime… Son zamanlarda ölümden daha sık bahseder oldun da… Allah sana uzun bir ömür, sağlık, huzur ve mutluluklar versin!”
“Benim gibi yaşayan biri, ne ölüdür ne de diri… Zaman silindirleyip geçmiş beni. Kemirmiş, yemiş. Ben tükendikçe o semirmiş. Zamanı hoyratça harcamışım! Hayır, o beni harcamış! Can sıkıntısından zaman öldürmeye çalışmışım. O beni ağır çekim öldürmeye soyunmuş da haberim olmamış.”
“Nasıl yaşamak isterdin mesela?”
“Nasıl mı Semiray? Yine böyle yaşardım. Başka türlü yaşamayı öğrenemedim ki ben! Bak, şimdi çok az zamanımın kaldığının farkındayım. Buna rağmen hayatımda hiçbir değişiklik olmuyor. Kader! Böyle gelmiş, böyle gider! Ne keder!”
“Belki de sen, ağaç yontacağına, zamanı kendi namına yontmuş olsaydın, başka türlü yaşamayı öğrenebilirdin. Ne yazık ki o seni yontmuş.”
“Zaman mıydı geçip giden, yoksa ben miydim? Bir zamanlar onu beklerdim, ne kadar da yavaş geçerdi zaman! “Çaldı çalacak!” diye heyecan içinde beklerken inadına susardı da susardı telefon! Fakat o beklemenin de anlatılmaz bir tadı vardı. Çocuklar, imtihan günlerini hiç sevmezler. Ben de sevmezdim, korkardım ama sınav ânının ne zaman gelip çattığını anlayamazdım! Hele lacimavi zamanlar… Rüzgâr gibi geçerdi onlar! Şimdi, son yolculuğa hazırlıyor hayat beni. Bir gün, o günün hangi saati bilemem, sonsuza doğru çıkacağım yola. Bana uğurlar ola! Size iyi yaşamalar!”
“Yapma dede! Böyle şeyler söyleme! Sana bir zamanlar okuduğum gerçek bir hikâye anlatayım da dinle. Mutlaka güzel bir şeyler bulacaksın içinde.”
“Haydi anlat madem! Konu değişsin! Koyu bir karamsarlık çöktü içime. Ruhum fena sıkılıyor zira!”
“Bir adam, içinde bulunduğu ortamdan bıkmış. Yaşamakta olduğu şehirden, hasılı her şeyden sıkılmış. Yanındaki bir miktar parayla, ceketini aldığı gibi çıkmış yola. Daha önce hiç görmediği bir yere gitmiş. O ülkeye alışmaya çalışırken bir ses işitmiş. Bir tellal, sokaklarda avazı çıktığı kadar bağırıyor, insanları bir meydana çağırıyormuş:
”Tiyatroya gelin!.. Sakın kaçırmayın!.. Tiyatro bu akşam!..”
O zamana kadar hiç tiyatroya gitmemiş olan adam, onu çok merak etmiş. Oraya girebilmek için bilet almak gerektiğini öğrenmiş. Gişenin nerede olduğunu sormuş. Cebinde kalan bütün parayı bilete vermekten çekinmemiş. İçeriye girmiş, oyunu seyretmeye başlamış.
Oyun bittiği, herkes gittiği halde adam, izlediği eserin etkisinden kurtulamadığı için öylece kalakalmış. Temizlikçi gelmiş. Ona salonu boşaltmasını söylemiş. O da ona müdürün yerini sormuş. Onunla konuşmak istiyormuş.
Temizlikçi,müdürün odasını göstermiş. Adam oraya gidip ona: “Ne olursa olsun burada kalmak istiyorum! Ne iş olursa olsun yaparım! Ben de sizinle yaşamak, bu tiyatronun bir parçası olmak istiyorum.” demiş.
Müdür, bir temizlikçi aradığını ama önce onu denemesi gerektiğini söylemiş. Ondan, aylardır el değmemiş, toz içinde kalmış bir kütüphanenin temizliğini yapmasını istemiş. İşini beğenirse, kendisini işe alacağını bildirmiş.
Tiyatronun büyüsüne kapılan adam, memnuniyetle kabul etmiş ve şevkle işe başlamış. Kısa sürede temizliği tamamlamış. İşin bittiğini söylemiş ama müdür, öyle bir temizliğin, o kadar zamanda yapılamayacağını düşündüğü için gidip görmek istemiş. Bir de bakmış ki her yer pırıl pırıl, kitaplar muntazam bir şekilde raflara dizilmiş. Hayretler içinde kalmış. Bu eli çabuk ve becerikli adamı hemen işe almış. Adam, yatacak yeri olmadığını söyleyince:
“Madem kalacak yerin yok, burada yatarsın! Hem işine daha erken başlarsın.” demiş. Arzusu yerine gelen adam arkasını dönüp giderken müdür seslenmiş. “Adın ne senin? Şuraya kaydedeyim. Adam arkasına bakmış ve:
“William! William Sheakspeare!” demiş.
“Şimdi bana bunu neden anlattın acaba? Dünyada sıkındıysam, ukbaya gitmem için mi? Benim oyunum burada sahnelenmekte... Kendi oyunumun baş rolünü oynuyorum. Az kaldı, neredeyse bitecek! Sonunu bilmiyorum. Cebimdeki üç beş günlük ömrü de son sahneyi seyretmek için harcayacağım zaten.”
“Sheaksper’in tiyatro hayatının nasıl başladığını merak edersin sandım. O zamanlar kırk yaşındaymış. Zamana takılmamış yani. Zararın neresinden dönülse kârdır. İlgi alanının cazibesine kapılıp, akıl almaz fedakârlıklar yaparak, o muhteşem oyunları yazmayı başarmış. Fakat bu süre zarfında günde yalnız üç saat uyuyarak çalışmış. Sabahın köründe kalkıp oyun provası yapıyor, sonra oynuyor, akşam odasına çekildiğinde de eserlerini yazmaya devam ediyormuş.”
“Ben de biliyorum bundan çıkarmam gereken dersi. Hayatta başarıyı yakalayabilmek için önce kararlı, sonra azimli olmak ve onun peşinden koşmak gerekir. Oysa ben hayatımda bir amaç edinemedim. Hedef belirleyemedim. Şartlar ne gerektirdiyse onu yaparak ayakta kalmaya çalıştım. Düşeni gördüysem kaldırmak için uğraştım. Neyi ne kadar becerebildiğimi bilmiyorum ama elimden geleni yaptım. Bu yaşa geldim, hâlâ defteri kapatmadım. Gördüğün gibi elimle olamasa da dilimle bir şeyler yapmaya gayret ediyorum. Belki kırk yaşındaki biri için geç değildir ama benim yaşımdaki biri için artık çok geç!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 966