- 340 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ATEŞTEN ÇEMBERİNİ GÖĞE KENDİ ÇİZEN
‘’Bir sessizlik oldu ardında
Dönmedi bakmak için
Yitebilirdi dönse
Kuş mu saz mı yaprak mı
Neyse..’’
Bir zamanlar ezbere bildiğim ne çok şiiri vardı Oktay Rifat’ın.Zaman ilerleyip de ‘yaşlandığımda’ bellek eritiyor doluluğunu.
Ezberden söyleyemiyorum çoğu şiirleri şimdi.Ancak; derin bir izi,bir dil tadı,başkalarını bilmem; ama beni ussal olmaya davetleyen bir düşünsel yükü var yazdıklarının….
‘İyi’şairleri okuduğunuzda ‘kendini arkaya çeken şiirlerini’ ezberlemeye koyulursunuz; gönüllü yaparsınız bu işi.O şiirlerde saltça yazıldığı an’ın izi değil; bütün zamanların gizini bulursunuz.
Öyle derken,aşağıdaki dizeleri anımsıyorum:
‘’Duymazlar
Bir gemi donatmak için
Duyulmamışla
Bakmazlar bakılmamışın
Yarası sızlar bakıldıkça
Giderler
Yağmur bacaklı bir kız
Kalır kumsalda
Dilsiz ve çıplak…’
’
Örtük anlamlı olsa da bir özlem vardır bu dizelerde. Özlem konulu kim bilir kaç şiirim vardır? Ne ki diğerleri gibi onları da ezberimde tutamamışımdır. Oysa imrenirim çoğu şairlere kendi dizelerini bir su gibi okurlarken.Attila İLHAN çıkıp gelse ve başlasa ‘Ben Sana Mecburum Bilemezsin’ dizelerine.Ya da Necdet EVLİYAGİL o özgün sunumuyla başka şairlerden şiirler geçse.
Özlem,dedik ya başka bir konuya atlayıveriyoruz birden.
‘Anla ki akrebim ben,ateşten çemberini göğe kendi çizen..’’ diyor Özlem SEZER ‘Benden Uzak,Kuşlara Yakın Olsun.’ adlı şiirinde bu olgu için.
Oruç ARIOBA içinse daha başka bir şeydir :
‘’Özlem,kalabalık içindeyken,bir an, susup, dinlediğin dere şırıltısıdır…’’
Öyle durumlarda dostlarımıza daha çok akarız.Hele onların da özlemleri varsa Cahit IRGAT’ın yanı başımızda bir şeyleri mırıldanmakta olduğunu nasıl duymayız:
‘’İnan kardeşim inan/aynı suda yüzer bindiğimiz gemiler…’’
Dalgaların durulmadığını; ama içinizdeki o köhne limana doğru neden gitmek istediğinizi bilemezsiniz.Çünkü özlem Anatonie de Saint-Exuppery’in altını kalınca çizdiğim ‘Gülüne Karşı Sorumlusun’’ adlı yapıtında varlığını net olarak göstermesini çok iyi bilir:
‘’………
‘’Evet öyle.
Küçük Prens ‘ama şimdi ağlayacaksın,dedi.
‘’Evet öyle…’’
‘’Öyleyse sana hiç yararı olmadı..’’
‘’Çok iyi oldu,dedi tilki,buğdayın rengini düşün…’’
Dağlarca’nın dizelerinin ucundan tutalım birazcık:
Yok biri gider
Gelir yok biri
O Aslı hep oralarda
Ben Kerem hep burada…
Sahi,kim ne kadar Aslı’dır,Kerem’ini arar;kim ne kadar Kerem’dir peşine düşer Aslı’sının,bilemeyiz.
Ya birden Alois ALZHEIMER’in o korkunç sorusunu soranlara ne demeli?
‘’-Hiç aklıma gelir miydi
Aklıma gelmeyeceğin? ‘’
Kim bilebilir,son görüşmelerini kentlerinin denize kıvrıla kıvrıla inen dar sokaklarından birinde bir akşam üzeri karşılaştıklarında yapmış olacaklarını? Dışarıda soğukla karışık yağan nisan yağmuruna aldırmadan sırılsıklam son kez ıslandıklarını…Bulundukları yokuşun az ötesinde, biraz içeride öylece duran o eski ahşap evin saçak altına sığınmayı bile düşünmeksizin zamanı doyasıya son kez paylaşmalarını….
Ve gülümsemelerini gizleyerek birkaç dakika öylece kalakaldıktan sonra,köpeklerin bir çöp kovasını devirmeleriyle çıkan sesten irkilerek ;ama suskunluklarında inat ederek ayrı yollara savrulduklarını…
Oysa o saatlerde etraftaki evlerde sabahı karşılamaya niyetli bir akşamdaydı çoğu sevgiler.
Daha fazla deşmeyelim konuyu.
Hadi bir de Temel’den anlatarak sürdürelim sözümüzü:
Temel,evlendiği gece sabaha değin pencereden gökyüzünü seyredip durmuş.
-Niçin?
Arkadaşı ona ‘Bu gece hayatının en güzel gecesi olacak’ demiş de ondan…
Bütün sıkıntılarınız sizden ırak,kuşlara yakın olsun.
Ve dudaklarınızı kullanmanın ikinci yolunu bulmak için uğraş veriniz durmaksızın…
Yoksa Cahit ZARİFOĞLU’nun dediği gibi ‘İçimiz hep bir hoşça kal ülkesi’ olup bitecek…
İşte tam da bu anda Karamozov Kardeşler’in bir sayfasını aralar gibiyim F.Dostoyevski’nin :
Başıboş kaldıkça hemen tapınacağı bir tanrı bulmak insanoğlunun en büyük kaygısıdır.’’
İnsanın ruhunda koca bir ateş yanıyor olabilir.Nasıl da güçlü bir olasılığa parmak basıyor Van GOGH.Daha da ileri giderek sürdürür konuşmasını :
‘Hiçbir zaman kendi kendisini ısıtamaz onunla;gelip geçenlerse yalnızca bacadan çıkan cılız dumanı görürler ve yollarına devam ederler.
Bu korkunç bir şey!
Oktay RİFAT’la başlamıştık söze,Turgut UYAR’la sürdürelim:
‘’Hatırla
Denize hiç bakmadık
çünkü kıyısındaydık’’
İnsan denilen şey bazen kum gibidir çöllere akar.Bazen yel gibidir dağ vadilerinin arasından süzülüp kaybolur.Bazen su gibidir damlalarla sellenip derelere doluşur,nehir olup denizleri boylar.
Şimdi Leylâ iile Mecnun,Ferhat ile Şirin,Nazım’la Piraye, Felix de Vandenesse ile Henriette de Mortsauf,Anna Karenina ile sevgilisi kim bilir hangi sahillerden ufku seyrediyorlardır…
Kim öğretti seni bana getiren yürüyüşü?Çiçek mi,taş mı,duman mı gösterdi sana evimi? diye soran Pablo Neruda; yoksa, bizim Temel gibi sabahlamayı mı seçmiştir acaba?
Oysa bu son güz gününün akşamında parkın köşesindeki banka iki kumru gibi ilişip dondurmalarını yalayan sevgililer var,ötelerden gelen plak seslerine vücutlarıyla ritm tutuyorlarken gördüğüm..
Dışarıya açılan kapıdan sinirli sinirli çıkıp bir taksiyi durdurmak için el edenler de yok değil.
Sinekler gibi ölürken özlemi nereye bırakıyorlar sevgililer? Hangi kitabın sayfasında ezberlenmeyi bekliyor onlara yazılan şiirler?
Nasıl bir eziyet içindeyiz biz böyle…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.