- 618 Okunma
- 2 Yorum
- 3 Beğeni
961 – ESRARENGİZ ZİYARETÇİ
Onur BİLGE
Bir gün de Virane’ye saçı sakalı birbirine karışmış pejmürde bir adam geldi. O zaman yazdı. Ağustos başı olabilir. O sıcakta biz ince giysiler içinde yanarken o, sırtında kaşe kumaştan siyah bir ceketle dolaşıyordu.
Elleri nasırlı, kemikli, kocaman, tırnakları uzun ve kirliydi. Saçları bakımsız, tarak yüzü görmemiş, keçeleşmişti. Kim bilir en son kaç ay önce su yüzü görmüştü. Esmer yüzü, kara saç sakal ve bıyığa ilaveten simsiyah çatık kaşlar, gür kirpiklerle kaplıydı. Uzun suratında ten namına ne görülüyorsa tenlikten çıkmıştı. Yüz ifadesinde hiç değişiklik olmuyor, rüyada gibi konuşurken gözleri bir noktada sabitleniyor, sesi değişiyor, boğuklaşıyordu.
Dede, onu görür görmez: “Şizotipal Kişilik Bozukluğu… Al başına belayı! Çekeceğimiz var!” diye söylendi ama kapısına geleni geri çevirme âdeti olmadığından yine de hiç renk vermedi. “Hazır olur, Hızır olur! Neme lazım! Hem kim olursa olsun, gelen yanında Allah’la gelir. Ona saygımız sevgimiz olmasa bile yanındaki Zat’a saygımızdan sevgimizden ona en iyi şekilde davranmalıyız.” diye kalktı ve güler yüzle karşıladı onu. Yanına oturttu.
Adam, adının Musa olduğunu söyledi. Bir zamanlar Karacabey Lisesinin en çalışkan öğrencilerinden olduğunu, fazla hırs yapıp, her şeyin bir an önce gerçekleşmesi arzusuyla kaldıramayacağı kadar yükün altına girdiği için kendini kaybettiğini söyledi.
Aklını kaybettiğini değil de kendisini kaybettiğini söylüyordu. Âşık mı olmuştu acaba? Derslere fazla mı yüklenmişti? Kısa zamanda köşeyi dönme hayalleri kurarak mı bu hale gelmişti yoksa? Kestirmeden gitmeye kalkmış, uçuruma mı düşmüştü? Acayip şeyler söylüyordu.
“Kendimi kaybettim ama Allah’ı buldum.” dedi. İstediğim zaman istediğim yere gider gelirim. O anda zaman durur. Kimse anlayamaz bile gidip geldiğimi. İstediğim yere gider, istediğim insanla görüşür, öğrenmek istediklerimi öğrenir, görmek istediklerimi görür gelirim.”
Aman Allah’ım! Neler varmış da haberimiz yokmuş! Saçlar karışık, beyin berrakmış. Biz yer çekimine esirmişiz, o bedensiz varlıklar kadar özgür… Tuhaf! Bizim yeteneklerimiz neden gelişememiş acaba? Yoksa varmış da dumura mı uğramış? Neden o olmuş da biz olamamışız? “Vay be!..” diyenler oldu. Demek ki onlar da gıpta ettiler bu esrarengiz misafire.
İnançlı biri olduğunu, okuyup üfleyerek her istediğini elde edebileceğini ama hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı için kendi adına dua etmediğini söyledi. Büyüye merakımız olup olmadığını sordu. “Büyüyle işimiz olmaz! Büyü yapan, yaptıran, öylelerinin yanında büyücüye giden dahi şirk yapmış olur.” dedi Define.
“Yazık! İstediğim zaman cin toplarım. Merak ettiklerimi onlara sorarım. İsterseniz çağırayım onları. İsteğinizi söyleyin, hemen yerine getirsinler.” dedi.
Sol elinin ayasına, sağ elinin işaret parmağıyla bir şeyler yazdı ve sağa sola bakmaya başladı. Bakın! Geldiler bile! Görüyor musunuz?” diye bize, bir yerlerde birilerin olduğunu göstermeye çalıştı. Eşkallerini verdi. Kimseyi göremediğimizi, oralarda kimsenin olmadığını söylediğimizde: “Sizin gözleriniz kör olmuş! Nasıl görmüyorsunuz? Onlar sizi gördüklerini söylüyorlar.” Diye saçmalamaya başladı. Güya onlarla beyin gücüyle konuşuyormuş.
Canlı bir bilim kurgu seyrettirdi bize. Zaman zaman melekleri e gördüğünü, iddia etti. Bizimle konuşmadığı zamanlarda kendi kendine fısıltı halinde sürekli konuşuyor, ne dediği anlaşılamıyordu. Ne yaptığını sordu Define. “Bir takım sihirli sözcüklerim var. Onları tekrarlayarak bağlantı kurabiliyorum bedenli ve bedensizlerle.” diye cevapladı.
Garibanın biriydi. Allah bilir, cebinde beş lirası yoktu. “Acaba yemek yemeye mi geldi?” diye fısıldadım dedenin kulağına. “Karnın aç mı evladım? Bir şeyler getirtelim sana!” dedi Define. “Sabah evde yedim ama…” dedi. Demek ki açtı. Neredeyse ikindi olacaktı. Dede Duygu’ya tost yapmasını işaret etti. Parmaklarıyla da iki işareti yaptı. Bir de ayran istediğini, sağ elini yumruk yapıp ağzına doğru götürerek belirtti. Çoktandır aralarında bu şekilde anlaşıyorlardı.
Musa’nın maksadı karnını doyurmak değildi bence. Büyük ihtimalle ayakları getirdi yanımıza onu. Mübarek günlerdi. Allah onunla bizi denedi. Sahip olduğumuz akıl nimeti için sonsuz kere sonsuz hamd etmemizi sağladı. Akıl gidince bir daha geri gelmez. Aklı olmayanın, bedeni ne işe yarar!
Musa konuşurken aniden susuyor, dalıp gidiyordu. Kim bilir neler düşünüyor, neler düşlüyordu. Belki de bir şeyler görüyordu. Öyle şeyler bizim için imkânsız, onun için sıradan olaylardı ve böyle yeteneklere sahip olduğu için kendisini ayrıcalıklı hissediyor, gururlanıyordu.
“Ne oldu okul? Bitirebildin mi?” diye sordu Define. “Arka kapısından diplomayı aldık!” diye cevap verdi. Anladığıma göre okuldan atılmış. Bir ara el arabasıyla seyyar satıcılık yapmış, onu da başaramamış. Sonra bir lokantada çalışmaya başlamış. Orada da çok kalamamış. “Yemek kokularından midem bulanıyordu. Başım dönüyor, uyku basıyordu. Usta da kendi kendime konuşmama dayanamadığını söylüyordu. O işte de dikiş tutturamadım.” dedi.
Kendisi gibi bir kızla evlendirmişler. Beş ay geçinmiş geçinmemiş, hanımı bir akşam, babasının evine kaçmış. Gidiş o gidiş! Belki de kız korkmuştur. Bu böyle abuk sabuk konuşunca, kaçmasın da ne yapsın! Bir de işin maddi boyutu var tabii ki. Hazıra dağ dayanmaz. İşi yok, geliri yok. Çorba neyle kaynayacak? Para kazanmayı da kızcağıza yüklemeye kalktıysa, başka sebep aramaya gerek kalmıyor.
Musa, tostlarını yedikten yarım saat kadar sonra kalktı, bizimle birer birer vedalaştı, gitti. Dede: “Bir ara gayb erenlerinden olabileceğini düşündüm. Hızır da gizlidir, bilirsiniz. “Belki de bu şekilde gizliyordur kendisini.” dedim içimden.” dedi.
“Kim onlar dede?” diye sordu Neşe. Dede:
“Ricalü’l Gayb kızım. Allah dostları... Onlar Allah’ın kubbesi altında, korumada olan zatlardır. Her gördüğünü Hızır, her geceyi Kadir bileceksin! Onun için ikisi de gizlidir. Abdalan, kutup, gavs, evtad da derler onlara. Bu ümmetin içinde daima, Hazreti İbrahim’in yaratılışına benzer kırk, Hazreti Musa’nın tabiatına benzer yedi, Hazreti İsa’nın fıtratında üç, Efendimizin yaradılışında da bir kişinin bulunduğu söylenir. Onlara abdal, büdela da denir. Bu kelime, birinin yerine geçen anlamındaki bedel veya bedîl kelimelerinin çoğuludur. İnanışımıza göre bunlar tay-i zaman, tayi mekân yapabilirler. Aralarında hiyerarşi vardır.” diyerek, onlar hakkında bildiklerini anlattı.
Daha sonra yapmış olduğum araştırmadan öğrendiğime göre, aşağıdan yukarıya doğru nukaba, nüceba, abdal, ahyar, umed ve gavs diye adlandırılırlarmış. İbni Arabî onları nüceba, nukaba, abdal, evtad, imameyn ve kutub şeklinde sıralamış. Yüce velilere, direkler anlamında evtad, daha üstünlerine dağlar anlamında revasî, ondan da üstün olana kutup, diğer ikisine imaman, imamamın birine imam-ı yemin, diğerine de imam-ı yesar denirmiş. Bunlar üçlermiş.
Kutup, değirmen taşının iği demekmiş. Tasavvufta ricalin başı, Allah’ın izniyle, evrende tasarruf sahibi olan demekmiş.
Gavs, sıkıntısı olanların iltica ve istimdad ettiği kutup demekmiş. Abdulkadir Geylanî için Gavs-ı a’zam denirmiş. Onun en büyük Gavs olmasının sebebi, dürüstlüğü ve Allah’ın adını, abdestsiz ağzına almaması, aldırmamasıymış.
Tasavvufta sığınma ve yardım isteme, görünüşte gavsa, hakikatte Allah’adır. Tek tasarruf sahibi Allah’tır. O fail-i mutlaktır.
Sekizler ya da kırklar olarak bilinenlere nüceba, onlar ya da üç yüzlere nukaba denirmiş. Bütün bu zatlardan biri ölünce yerine hemen biri geçirilir, diğerleri de kademe atlarmış.
Bunlar daha çok Mısır, Şam, Suriye ve Irak taraflarında bulunurlarmış.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 961