- 765 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
955 - VASİYETNAME
Onur BİLGE
Virane’de konuşup gülüşürken bir sala sesi duyuldu. Ses kesildi. O hazin seda mahalleyi kapladı. Bir anda zıt duygular içinde kalıverdik. Ölüm ne kadar acı! Vefat eden, hiç tanımadığım birisiydi yine ama ölümün soğuk eli ruhumda şöyle bir dolaştı… Buz kestim!
“Allah rahmet eylesin! Taksiratını affetsin! Cami arkadaşlarımızdandı. İyi adamdı. Son zamanlarda ayağını sürümeye başlamıştı. Nefes almakta ve konuşmakta güçlük çekiyordu. Daha ağzını açmadan başlıyordu öksürmeye tükürmeye… Yine de sigara üstüne sigara yakıyordu.” dedi Define. Onu eleştiriyordu ama kendisinin de ondan kalır yeri yoktu. Sadullah Bey, gözlerini dedeye dikti ve:
“Senin de akıbetin aynı olacak bu gidişle! Elinde piponla can vereceksin Maazallah! Kaç kere ”Bırak o meredi!” dedim, anlamadın! Devam et!..” diye çekişti.
Tanımadığımız mevta, birer Fatiha aldı bizden. Bir de dua ettik arkasından, cânıgönülden… İlk zamanlarda çok olur adını anan, ruhuna okuyan… Bir daha asla göremeyeceği yakını, ayrılığının üstünden birkaç ay geçince, dalar da dünyanın meşakkatine ya da güzelliğine, canı ciğeri bile olsa unutuverir insan. Unutmak da büyük bir nimet! Ya bahşedilmiş olmasaydı?
“Dostlarımız birer birer aramızdan ayrılıyor. Allah’ın emri! Boynumuz kıldan ince... Neresinden bakılırsa bakılsın, ayrılık acı, buruk, yarası derince... Arkadaşımızdı işte! Çok samimi olmasak da… Vay be! Etrafımızda dans ediyor ölüm… Buna rağmen hiçbir değişiklik olmuyor bizde! Ne kadar vurdumduymaz, ne cesur insanlarız! Bravo bize!” dedi Define. Sadullah Bey:
Geçenlerde bir asker şehit oldu. Genç ölümü çok daha kötü! Ailesi perişandı. Sicim gibi gözyaşları döküyorlardı. Sokak sanki mahşer yeriydi! Kimsenin kimseye faydası yok, ölüm konusunda. Herkes bir başına geliyor dünyaya ve bir başına can veriyor. Ailesini teskin edebilecek kimse yok! Herkes acısını kendisi çekiyor haliyle. İnan ki içim dayanmadı. İlk gün görüşemedim aileyle.” Sözü bitmemişti ki Define girdi araya:
“O hiç yaşlanmayacak. Hep öyle genç ve yakışıklı kalacak. Cenneti süsleyecek ve yakınlarına mutluluklar dağıtacak Allah’ın izniyle. İnşallah! Başta ana babasına şefaat edecek. O şerrin içindeki hayır bence en az bu kadar... Dünya sürgün yeri, mahrumiyet mekânı... Ne varsa cennette var! Şehitlik, çok üstün bir mertebe… Herkese nasip olmaz. Allah taksiratını affetsin yine de! Kalanlara Sabr-ı Cemil...”
“Bence de öyle… Ödülünü almaya gitmiş. Burada kalacaktı da ne yapacaktı! İşi ağırdı. Amelelik yapıyordu zavallı. Kazma kürek akşama kadar çalışacak, sabaha kadar kemiklerinin sızısından yatamayacaktı! Mekânı cennettir, İnşallah! Şehitler ölmez! Yerde çürümez!”
“Ben de vefat nedeniyle ziyaretleri hiç sevmiyorum. Hem çok üzücü olduğundan hem de sağken arayıp sormadığım kişiyi de değil, kalıntılarını ziyaret etmek gibi ters bir şey olduğundan...”
“Ölüm sonrası, Peygamberler, onların yanlarında yer alan sahih kişiler, şehitler, erenler ve müminler için bedensel acıların bittiği, huzur ve mutluluğun hüküm sürdüğü, kâfirler ve günahkârlar için de ruhsal ve bedensel yangınların alevlendirildiği süreç... Müminler ölmez! Orası, ölümün öldürüldüğü yer. Ruhun, İlahi bir nedenle, yepyeni bir bedenle buluşarak, sonsuza kadar yaşanmasının planlandığı mekân... Yaratan’ın işi yaratmak... O, yaratmanın her çeşidine vakıf, her şeye Kadir olan, Hakim-i Mutlak!” diye yine başladı anlatmaya Sadullah Bey. O kadar çok şey anlatmıştı ki son zamanlarda kendisini tekrara başladı hafiften.
“Bursa… Toprağının üstündekilerden ziyade altındakilerle güzelleşmiş ve değer kazanmış olan kutsal bir şehir… Tarihiyle, yeşiliyle, bereketiyle, ruhaniyetiyle, her şeyiyle bambaşka…”
“Benim için de Eskişehir öyle… Herkesin kendi ili kendine özel ve de güzel… Onun için insan nerede doğduysa oraya gömülmek ister. Bu da onun toprağıyla arasındaki aşk sebebiyledir. Aşkın beklentisidir, er geç kavuşmak. Kişi, sevdiğiyle beraber olacak ya...”
“Hayırdır arkadaşım? Yoksa ötelerden haber mi
geldi? Ne oluyor o öyle, aşk meşk falan, durduk yerden? Nerden çıktı şimdi toprak aşkı?”
“Vasiyetimi yazdım, hanıma bıraktım. Hangimiz önce ölürüz bilinmez ama her an gidiverecekmişim gibi bavul elimde bekliyorum. Ne yalan söyleyeyim! Ölürsem, cenazemi Eskişehir’e, köyüme götürsünler. Anamın babamın yanına defnetsinler cenazemi. Herkesin vasiyetini yazması lazım… Okuma yazma bilmiyorsa yazdırması ya da neyin nasıl olmasını istiyorsa, güvenilir kişi veya kişilere bildirmesi…”
“Malım yok, mülküm yok! Bir de vasiyetname yazıp da güldürecek miyim herkesi kendime! Onu zenginler düşünsün. Öldükten sonra kalacak olan malları, ölmeden evvel bölüştürmesin, kimseye zırnık koklatmasın da, götüremeyeceğini anlayınca, alsın eline kalemi kâğıdı, mal taksimatı yapsın! Yapsın da varisleri birbirine düşman etsin! İyi ki hiçbir şeyim, kenarda kıyıda üç beş kuruşum yok!” dedi dede ve rahatlamış gibi arkasına yaslandı. O sırada İhsan:
“Sandalyeni bana bırakırsın dede. Minderiyle birlikte…” diye sataştı. Diğerleri durur mu! Herkes bir parça eşyasına göz dikmiş gibi ona ait ne varsa paylaşıverdiler. Şaka maka ama hiç de güzel bir şey değildi yaptıkları. Sonra kendilerine geldiler ama iş işten geçmişti. Dede incinmişti. Yine de anlayış göstererek muhabbeti bozmadı:
“Öyle değerli bir şeyim yok ama kıymetli bir taşım var. Onu kim almak ister?” diye sordu. Herkes aynı anda atıldı: “Ben!..” diye. Dede:
“Taşı en çok isteyen hanginiz? Hanginizse onun boynuna takacağım!” dedi. Işıl da kolye falan sandı:
“Ben dede, ben!.. Onu benim boynuma tak!” dedi.
“Tamam kızım! Gel, şimdiden bitirelim bu işi! Ölümümü bekleme sıkıntısından kurtarayım seni hemen! Sağlam bir ip getirin çocuklar!”
“Nasıl bir ip dede? Zinciri yok mu?” diye sordu Işıl. Sevinerek kalkıp gitti, Define’nin önüne. Dede de yere eğildi, dizleri ağrıdığı ve bacakları şiştiği için ayaklarını koyduğu koca bir kaya parçası vardı. Onu aldığı gibi kaldırdı ve şöyle dedi gülerek:
“Gel kız! En kıymeti taşım bu! Takayım boynuna! Sonra da cariyelerin atıldığı yerden atayım seni denize!..”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 955