- 509 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YORGUN ŞEHİR
Fatih bey, ilk kez bu tarihi kente gece geç saatlerde gelmişti. Merak ettiği bu şehri sabah detaylıca gezmeyi planlıyordu. Yorgunluktan esnemelerini elleriyle gizlemek için ağzını ara ara kapatıyordu. Yangından mal kaçırır gibi yemeğini hemen yedikten sonra, arkadaşlarının çay içme tekliflerine aldırış bile etmeden onlarla vedalaşıp otelin denizi ve eski şehri gören 4. katındaki odasından telaşla içeri girdi. Lambaları yakıp göz ucuyla odayı kolaçan etti. Kafasını sallayıp eh idare eder diye mırıldandı, pencereyi açtı. Duş aldıktan sonra uyumak için kendini sanki bir ağacın yere devrilmesi gibi yatağa attı. Üzerine örttüğü ince bir pikeyle adeta savaş eder gibiydi yatakta bir sağ tarafa bir sol tarafa dönüyor saatler geçmesine rağmen bir türlü uyuyamıyordu, yattığı yeri yadırgama huyu küçüklüğünden beri peşini hiç bırakmamıştı. Belli aralıklarla vızlayan sivrisineği de bir türlü bulup öldürememişti. Saat epey ilerlemiş şehrin yoğun trafiği yerini, cırcır böceklerinin ötüşüne bırakmıştı. Cılız müzik sesleri de ara ara geceye karışıyordu. Yatağından doğruldu esneyip gerişerek uykulu gözlerle pencerenin önüne geldi, etrafa baktı. Sanki bir şey keşfetmişçesine tarihi kentin ince uzun estetik mimarili ev ve dar sokaklarına gözleri ilişti. İki insanın bile zar zor geçebileceği karşılıklı bu eski evlerin cumbaları sanki birbirlerine değiyor, bir çatı misali sokağı kapayarak loşlaştırıyordu.
Fatih bey üstüne tişört ve pantolon giyip doğu batı yönünde uzayan bu caddeye merakla girdi. Bir yandan da içindeki felaket senaryolarını susturmaya çalışıyordu. Bu saatte hırsızı, sarhoşu, ayyaşı, delisi, velisi her an için çıkabilirdi karşısına. Tedirgin adımlarla yürüyordu.
Genzi yakan kekre sidik ve keskin amonyak kokulu kuytu sokaklardan geçerken sarhoş ve taşkın tavırlı (olduğu her halinden belli olan) Rusça konuşan fahişe önden geçen kalabalığa “priyti, priyti” diye yalvarırcasına sesleniyordu. Başına kalabalık üşüştü birden bire. Şeytan birazdan olacaklardan emin karşıdan seyredip kıs kıs gülüyordu sanki. Fatih bey, Başını belaya sokmamak için, onların yanından geçerken, bir yandan göz ucuyla onları süzüyor, ayakta zor durabilen ayyaşlar bakınca ani bir hareketle başını çevirip hızlı adımlarla sanki çok acelesi yarmış da, otobüsü kaçıracakmışçasına konuşmadan uzaklaşıyordu. Çok geçmeden curcuna koptu. Geriden bağrışmalar, küfürler, silah sesleri kulaklarını tırmalıyor, ardına bile bakmadan ilerliyordu. Boyalı iskarpinlerinin çıkardığı tak tak ses yankıları sokağı baştan sona kaplıyordu. Fatih beyin aklına, rahmetli dedesinin nasihatleri geldi; yavrum, “Rus’un adaletine, Fars’ın ibadetine, Ermeni’nin merhametine ve Rum’un dostluğuna sakın güvenme” Allah’a güven, yanlışa sapma, doğruluktan asla ayrılma, işte o vakit mutlu olursun.” Akan suya inanma, ellere güvenme. Bana benden (olur) her ne olursa, başım rahat bulur dilim susarsa.” Bu nasihatlerin hayatının her alanında köşe taşı olduğunu bir kez daha teyit etti. Göğe saçılmış yıldızların parıltıları gözlerini kamaştırdı. Biraz uzakta Selçuklu devrinden kalma eski caminin minaresindeki ışıklar dikkatini çekmişti. Tam o sırada müezzin sabah ezanını okumaya başladı, Allahü Ekber, Allahü Ekber. Fatih bey irkildi birden bire. Sesin geldiği camiye çok yaklaşmıştı. Şadırvanda abdestini alıp caminin en ön safına oturdu. Namaz kılınmadan önce imamın okuduğu Kuranı huşuyla dinledi, mest olmuş, sanki kalbi tasadan azat edilmişti. Cemaatle namazını kıldıktan sonra, soluğu çorbacıda aldı, odasına gittiğinde derin bir uykuya dalmıştı çoktan.
Orhan ŞENTÜRK
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.