- 426 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÜMMÜLBANU (BAN’İN) YAZARLIĞI DOĞU VE BATI EDEBİ İLİŞKİLERİ BAĞLAMINDA
Doç.Dr. Terane Turan Rahimli.
Azerbaycan Devlet Pedaqoji Üniversitesi öğretim üyesi
ÜMMÜLBANU (BAN’İN) YAZARLIĞI DOĞU VE BATI EDEBİ İLİŞKİLERİ BAĞLAMINDA
Ümmülbanu yazarlığı Azerbaycan oxucusuna ilk kez yirminci yüzyılın 80’ yıllarında sunuldu. Anar’ın "Fransa görüşleri" [1] , Rauf İsmailov’un "Arkadaşlık telleri" [2] , Nigar Abutalıbovanın "Azerbaycan-Fransa kültürel ilişkileri" [3] adlı araştırmaları gurbette yaşayan Azerbaycanlı yazar hakkında ilk edebi-bilimsel kaynaklar gibi onun kişiliğine, hayat ve faaliyetlerini karşı ciddi ilgi doğurup. 1988 yılında Hamlet Qocayevin Fransızca dilinden tercüme ettiği ünlü "Kafkasya Günleri" romanı ise Ümmülbanunu Azerbaycan edebi kamuoyuna daha yakından tanıttı.Geçtiğimiz yüzyılın kırkıncı yıllarının başlangıcında edebiyata gelen, ilk romanı "Bize" (1942) ile edebi aleme giren, ikinci eseri "Kafkasya Günleri" romanıyla yazar olarak kendini doğrulayan, edebi hayata vesika alan Ümmülbanu yara yaradıcılığı tanışma gurbette yaşayıp yaratan yazarımızın karmaşık yaşam yolu, gergin yaratıcılıklarını mücadelesi, toplumsal-siyasi meselelere bakışı, karşılaştıkları zorluklar, ayrıca elde ettikleri başarıların bir sıkıntı yollardan geçtiği hakkında dürüst fikir oluşturur.
Edebi ve tarihi olgulardan bilindiği gibi, Ümmü’lbanu Azerbaycan’ın ünlü petrol milyonerleri Şamsi Asadullayevin ve Musa Nağıyevin torunu, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti Ticaret Bakanı, dönemin petrol endüstrisinde ulusal sermayenin altmış faize kadarının Girişimci Mirza Asadullayevin kızıdır. O, milli tarihin en karmaşık, çelişkilerle dolu bir döneminde, ülkede siyasi iğtişaşların baş alıp gittiği, Ermenilerin Azerbaycan’da toplu katliamlar işlediği 1905 yılı Ocak ayında dünyaya gelmişti. Masum sivil halkın katledildiği o sırada babası hamile eşini ve çocuklarını sakıncalı merkezden uzak bir köye gönderdiği için ailenin dördüncü kız çocuğu, Rus araştırmacıların yazdığı gibi, bakımsız, "Al unuttuğu" bir köyde doğmuştur. Bebeğini dünyaya getirirken vefat etmiş annesinin onuruna çocuğa "Üm El - Banu" adı konmuştur. Bakü’de Ermeni-Rus birliklerinin tahribatlarndan sonra İran’a göç eden aile, altı aydan sonra Bakü’de durum düzelince döğme şehre, eve geri dönmeyi başardı.
Onun seksen yedi yıllık hayat yolunun sadece on beş yılı vatanı Azerbaycan’da geçmiştir. Ülkemizde her yıl gerginleşen siyasi durum, idari yönde beklenmedik değişiklikler, nihayet, 20’li yılların sosyal-siyasi hayata en güçlü darbesi - Sovyet İmparatorluğu’nun iktidara gelişi milli-tarihi Tale’de amansız dönüş yarattı. Bu dönüş öncelikle ülkenin yüksek tabakasını temsil eden en nüfuzlu aileleri gibi Asadullayevlerin de ailesini sarstı. Taze hükümetin gelişi ile Mirza Adadullayevin mülkünün müsadere edilmesi, ileride onu bekleyen daha büyük tehlikeler Fransa’ya göçmekle sonuçlanır. Yabancı pasaport alıp Türkiye’ye kaçmak için sevmediği, ama saygın bir kişiye ere gitmek zorunda kalan (bazı kaynaklarda Cemil adlı bir mühendisle aile hayatı kurduğu gösterilir, çalışmaların çoğunda ise ere gittiği nüfuzlu kişinin Bala-bey Gocayev olduğu bildirilir.) Ümmülbanunun kesmekeşli, mücadelelerde geçen hayat yolu da bu sarsıntıdan sonra başlar. 1924 yılında, 19 yaşında iken Türkiye’de kocası Balabey Qocayevden ayrılıp Paris’e doğmalarının yanına giden genç kadın üvey annesi ile gergin ilişkiler yüzünden evi terk etmeye ve bağımsız yaşamaya mecbur olur. İş faaliyetine Mankenlikten başlayan Ümmülbanu Paris’in çeşitli bucaqlarında satıcı, kırtasiye sekreteri, tercüman gibi çalışır. Hayat onu imkanı bulan tüm mesleklere yiyelenmeye vadar ettikçe bu sarsılmaz insanın mübarizlik azmi, mutluluk uğruna inadlı mücadelesi daha da güçleniyor.
Bu zaman Fransa’da edebi hayat kendisinin en iç açıcı ve zengin bir aşamasını yaşıyordu. Yeni edebi eğilimler, yön ve akımlar, yeni konular alemi, farklı sanatsal kahraman kavramı, değişen biçimler edebiyatı zenginleştirir, onu dünya sanat fikrinin lider konumunda saklıyordu. 20-30-cu illerin bile kaynar Fransız edebi ortamı Ümmülbanuya etki göstermeye bilmezdi. Bu nedenle bir yandan yaddaşındakıları, Avrupalıya tanıdık olmayan bir alemin yaşantılarını kağıda aktarmak, ayrıca mensup olduğu bilinen ailenin, büyük neslin üzücü tarihini sürdürmek ihtiyacı, diğer yandan Fransız arkadaşlarının ısrarıyla onu anılarını yazmaya zorlar. Bu ilk adımdan sonra genç kadın kendi yaratıcı "ben" ini yazarlık buluyor ve ömür boyu kalemi elinden yere koyamıyor.
Ümmülbanu eserlerini Banin lakabıyla yazmış. O, bu lakabı büyük sevgi ile bağlandığı, gönül dostu ve yazar meslektaşı, ünlü Rus yazar İvan Buninin şerefine almıştır. On bir kitap ve bir çok tercümelerin yazarı Baninin ilk eseri olan "Bize" romanı Fransa’nın ünlü "Gallimar" Yayın evinde yayınlandı. Belirtmek gerekir ki, 1911 yılında Gaston Gallimar tarafından oluşturulan, bugün de onun torunu Antuan Gallimarın direktörlüğü ile faaliyet gösteren bu prestijli yayınevi 40 yıllarında sadece Fransa’nın değil, Avrupa’nın en prestijli yayın evlerinden biri sayılırdı. Rus mülteci yazarlarının birçoğu, Zinaida Qippius, Nobel ödüllü İvan Bunin, Aleksey Remizov ve başkalarının eserlerini baskı yapan "Gallimar" yayın evi Azerbaycanlı yazarın ilk eserini de yayınlıyor. "Bize" romanında yazar Azerbaycan’da devrime kadarki dönemde yaşanan, toplumun tüm kesimlerinin yaşamını etkileyen, özellikle yüksek zümreyi imha eden sosyo-politik belaları temsil eder. Avrupalı için ilginç olan bir sosyal problematikaya adanan eser konusunun cazibesine rağmen Fransa edebi ortamında özel yankı uyandırabilir bilmiyor. Fakat buna rağmen ilk eseri yazarın yüzüne yeni kapılar açıyor. "Bize" romanı sayesinde o, bir ömür boyu dostluk yapacağı yazarlarla tanıştı. Alman yazar Ernst Yüngerle dostluğun da temeli böyle konur. Romanı okuyup zengin izlenimlerle Banini arayan Yünger onunla yaratıcılık ilişkisi tutmaya çabalıyor ve tanışma için yazarın evine gidiyor. Sonraları bu dostluk neticesinde Baninin alman yazarına adadığı üç romanı oluşur. Yanı sıra Ernst Yünger "Geliopolis" ve "Paris günlüğü" eserlerinde Baninden büyük sevgi ve saygıyla bahsediyor.
İlk eserinden dört yıl sonra yazar onu edebi ortamda tanıtacak ve sanatkar gibi doğrulayacak ikinci eserini, otobiyografik romanı "Kafkasya Günleri" ni yazdı çıkardı. Bu eser yazara büyük başarı kazandırır. Eserin neşrinden sonra Fransız okuyucusu Banin imzasını daha iyi tanıyor, onun yaratıcılığını dikkatle izlemeye başlar.Eser Azerbaycan konusunu Avrupa’da gündeme getirmişti. Burada Azerbaycan hakikatlerine, yirminci yüzyılın evvellerinin Azerbaycanına özgün yazar bakışı vardı. "Kafkasya Günleri" kendisinin sadece retrospektif yapısı, tekrarsız Azerbaycan hayatı, motifleri, hatıralarıyla değil, hem de tarif edilen olaylara, sosyal-siyasi gerçekliğe son derece uyanık ve keskin realist yazar münasebetiyle akılda kalıyordu. Burada geçen yüzyılın 20’li yıllarına kadarki ulusal-kültürel tarihimize, yaşam tarzımızı, örf geleneklerimize bakış bir milyoner ailesinde Avrupa eğitim ve öğretimi ile büyüyen Batılı yazarın bakışı idi. Nikpur Cabbarlının "bu" aristokrat "kadının yaratıcılıkğı genellikle, Azerbaycan edebiyatının olayı, milli ruhumuzun ifadesi değildir. " [4] fikri de bundan ileri geliyor. Batı kültürü ile büyüyen, hayatı, hem de milli-manevi değerlerimizi henüz doğru dürüst başa düşmeyen yaşta Batı kültürünün merkezi kentlerinden birinde yaşamaya mecbur kalan, genel olarak hayatında Batı etkisi nüfuzedici bir güce sahip olan bir yazıcıdan edebiyatşünaslık ve tankidin "millilik" talebi, onu " Paris’e ulaşan gibi dinini değişmekte ", milletinin kültürünü beğenmemekte kınaması [5] geniş polemikaya yol açan ayrı bir meseledir. Ve bu tartışmada ortaya çıkacak soruların mantıklı cevabını yazarın hayat yolunda ve eserlerinde ortaya çıkarmak gerekir.
"Kafkas günler" inde Banin büyüdüğü ailedeki çocukların üç farklı kültürün - Azerbaycan, alman, rus adetlerinin etkisiyle şekillendiğini, terbiye işinde yabancı kültürün milli ruhu yendiğini gizlemeye çalışmaz, aksine bu yönü daha kabarık dikkate çarpdırır. Eserde İngilizce, Rusça, Fransızca ve Almanca öğrenen kız kardeşlerinin ve Baninin kendisinin doğma azerbaycan dilinde konuşmaması, avrupa yaşam tarzına hayranlığının gittikçe artması vb. Asadullayevleri milli-manevi değerlerden uzaklaştırdığını, sonuçta aile içi sorunların, gerilimlerin ailenin temelini sarsıp, onu içinden dağıttığını gözlemliyoruz.
Yazıcı mensup olduğu milyoner ailesinin milli ruh ve düşüncemize, ana diline, patriarxal değerlere, milli mide-niyete soğuk tutumu hakkında oldukça dürüst fikir oluşturur. Aile üyelerinin yanı sıra kendisinin karakterinin belli çatışmnazlıqlarını, olumsuz yanlarını, yaşadığı ortamın çirkinliklerini, "hayatın istikrarı ve güzelliğine güven kaybolan gibi biten çocukluk" dan hemen sonra gözlemlediği olumsuzlukları, bir sözle, dünyanın "kötü yüzü" nü eserde sanatsal analiz nesnesine çevirir. Böylece, seleflerinin yolunu onurla sürdüren diğer kalemtaşları gibi, o da gerçekçi sanat konseptine sonsuz rağbet ve sadakatini gösteriyor.
Eserde Ümmülbanunun ve kız kardeşlerinin dayesi olmuş Alman asıllı fröyleyn Anna hakkında yazar daha büyük sevgi ile söz eder, beyaz benizli, sarışın, ipek saçlı, yumuşak tabiatlı, çocuklara karşı son derece hassas ve dikkatli, Avrupa kültürü ile onları yakından tanıştıran ana bedeli, sevecen kadının mükemmel sanatsal karakterini yaratıyor. Kafkasya ve Fransa ortamının qarşılaşdırılması, Bakü’de sosyal hayatın belirgin özellikleri, fröyleyn Annan’ın, Mari Şar-menin, miss Kolinsin Ümmülbanuya verdikleri terbiyenin onun bakış açısına, doğrudan gelecek yaşamına etkisi romanda dolgun sanatsal yer alır. Yazar yazıyor: "Her ne kadar o, etiqadli Müslüman ailesinde, Doğu’nun tüm simgelerini içeren bir şehirde yaşamış olsa da, fröyleyn Anna kendi çevresinde kendine özgü Avrupa ruhunu oluştura bilmişti. O, bize şarkılar okuyordu, bizden önce soluk benizli çocukların duyduğu, bize milat yolkasını ve olağanüstü lezzetli, kremalı pirojnaları anlatıyordu, kendi ülkesinin meişetini ve adetlerini öğretiyordu, ispat ediyordu ki, sertlik ve kalıcılık da ılımlılık ve
sabrlilikla karakterizedir .O, emeği seven, kesin görüşlü, cesur bir kadındı. " [6]
İlk olarak otobiyografik seciyyesi ile ilgi eser Fransız okuru sadece Azerbaycan, yazarın ailesi, biyografi önemli olayları ile tanıdık değildi, hem de Avrupalının Sovyet rejimini derke yönelen sorularına dürüst cevap vermekle dünyanın gidişatına etki eden olaylarla ilgili tasavvurları da aydınlatdı. Dört yıl önce "Bize" romanı ile değişen zamanın genel karakterini verebilen Ümmülbanu "Kafkasya Günleri" nde bu karakterin daha derinliklerine iniyor. Yazar Azerbaycan’daki malum siyasi değişimin, Sovyet yapısının kendisine, ailesine, onun ailesi gibi tüm nüfuzunu, var-devletini, rahat yaşamını bir saatte kaybeden petrol zenginlerinin ailelerine getirdiği mutsuzluğu bir bütün milletin faciası gibi canlı vere bilir. Eserde bir neslin tarihini yansıtan olaylar fonunda somut bir dönemde Azerbaycan’ın ulusal trajedi, acı yaşantıları ve onun ağır sonuçları dolgun sanatsal yer alır. Bu, aynı zamanda Sovyet dönemi Azerbaycanında sosyalist ideolojinin etkisiyle yazılan eserlerden olaylara realist bakış açısı, aydın yazar konumu, gerçekliğin doğru mantığı derki farklıydı.
Banin yaratıcılığı geçmişe yönelen üzgün sınıflarda nyanı sıra, bazen öfke, kin çaları ile de araştırmacıları düşündürüb, ama bu bazı araştırmacıların yozduğu gibi, Azerbaycan’a yönelik kin, nefret değil. Baninin karakterinde, yazdıklarında vatanına karşı bazen gözlenen "soğukluğu" n, "ihmali" n, uzun süre kendisini Azerbaycan’la ilgili sohbetlerden uzak tutmasının da köklü nedenleri vardı. Bu öncelikle, onun bolşevizmle bu kadar kolay barışmağı vatan evlatlarına bağışlaya bilmemesi ile bağlı idi. Bu yaklaşımı "Kafkasya Günleri" nde de görmek mümkündür. Fakat roman üzücü bir geçmişin sanatsal tahliline yönelse de, burada yazarın geleceğe iyimser inanç ruhu hakimdir. "Kafkasya Günleri" nin 2006 yayını sorumlu editörü Eldar İsmayılov haklı olarak şöyle bir kanaate varır ki, "Baninin" Kafkasya Günleri "romanı bitmedi, gelecek arayışına yönelen iyimserliği içeren, Azerbaycan’ın kendisi gibi, bu verimli bölgenin - Kafkasya kendisi gibi. " [7]
"Kafkasya Günleri" nden bir yıl sonra yayınlanan "Paris günleri" (1947) romanı yazarın sanatında ikinci bir konuya - Batı gerçekliğine hassas ilişkinin sonucu olarak ilgi uyandırıyor. Yazıcının yaratıcılığında kabarık belirgin otobiyografik etkenin burada farklı yönü ortaya çıkıyor. Doğu zihniyeti ile Batı alemine mensup yazarın kendini Avrupa’ya kabul ettirme girişimi ile birlikte, burada Avrupalı okuyucunun kendi dünyasındaki Doğu’ya gizli bağlılığın sırrını açığa imkanı, gizli Doğu sevgisinin derki de dikkat merkezinde saklanır. Ümmülbanunun eserdeki başlıca başarısı bununla bağlıdır.
"Paris günleri" sürgünde yaşayıp yaratan Ümmül-Banunun Mankenlikten yazarlığa kadar geçtiği ağır, meşakkatli yolu aydınlatır. Milyonçuluqdan mahrum olan, zengin yaşam alışkanlıklarından vazgeçmek zorunda kalan genç kadının sıkıntılarının şahidi olan muhteşem şehrin onun hayatındaki önemli yerini belli-leşdirir.Vaktiyle aldığı avropasayağı talim-terbiye, dünya-görüşü, Fransızcayı bilmesi onun iş arayışında başarısını sağlayan meziyyetler gibi romanda özel vurgulanıyor. Romanda Paris’i Ümmülbanunu Banin eden, onun yazar şöhretini uzaklara götüren, yeniden yüzünü güldüren, güzelliğini cilalayan, manevi ihtiyaçlarını karşılayan, saadetini bulduğu şehir olarak görüyoruz. Paris burada Ümmülbanunun büyük sevgisi İvan Bunin, yazar meslektaşları Sartre, Henry de Monterlan, Andre Malro, Teffi, Louis Aragon, Elza Triole, Roy, Marqerit Yursenar, Ernst Yünger, Vyaçeslav İvanov, Marina Svetayeva, Konstantin Balmont, İgor Severyanin, Aleksey Remizov, Dmitri Merejkovskiy ve eşi Zinaida Gippius, Alexander Kuprin, Boris Zaytsev, Georgi Adamoviç, ressam Aleksandr Nikolayeviç Benu, filozoflar Nikolay Berdyayev, Lev Şestov, Nikolay Losskiy gibi değerli dostlar, tanıdıklar kazandığı kutsal mekan tek ölçülür.
Ümmülbanu hakkında konuşurken onun edebi lakabının kaynaklandığı İvan Bunin konuda söz açmamak olanaksızdır. Yazarın görkemli rus edibi Buninle tanışlığının tarihi yakın arkadaşı, onun edebiyata gelmesinde önemli rolü olan Rus yazar, şair, memuarçı, satirik ve tercüman Teffinin ( "Teffi" lakabıyla eserlerini yazan Nadejda Aleksandrovna Loxvitskaya) evindeki müsafirlikten başlar. Burada 75 yaşında olmasına rağmen çok neşeli ve güzel görünen gümüş saçlı Buninin fotoğrafı kırk yaşlı Ümmülbanunun dikkatini çekmiş, bu kişinin kimliği ile ilgilenmiş, onun büyük Rus yazar olduğunu öğrenmişti. Onlar 13 Haziran 1946 yılında tanıştı olmuşlardı. Bunin Doğu estetizminin tüm zarâfetini kendisinde sergileyen bu güzel, sim siyah saçları, siyah gözleri ile dikkati çeken Azerbaycanlı kadına hayran olur, ona "cennet bağıının siyah gülü", "Şamahı prensi" veya "siyah gözlü ceylan" diye hitap ediyordu.
Ümmülbanu "Bize" (1942), "Kafkasya Günleri" (1946), "Paris günleri" (1947), "Ernst Yunkerle görüş" (1951), "Ben afyonu seçtim" (1959), "Sonra" (1961), " Yabançı Fransa "(1968)," Son ümidin çağrısı "(1971), Ernst Yüngerin portresi" (1971), "Ernst Yünger çeşitli sifetlerde" (1989), "İvan Buninin son haceti", "Meryem’in bana anlattığı" (1991) eserleri ile fransız edebi ortamında yetenekli, özgün düşünce tarzı ve yazı manerasına sahip bir nasir kimi tanınarak sevilmiştir. Onun adı Batı okuyucusuna hem de mükemmel çeviriler yazarı olarak iyi bilinmektedir.Fransız diline tercüme ettiği dünya edebiyatı incileri onun edebi yeteneklerinin daha bir yönünün göstergesidir. O, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin "Özge karısı" eserini, Tatyana Suhotina Tolstayanın "Hatıralar" ını Rusçadan, Ernst Yunkerin "Barış" romanını, Grigori Martonun "Dostum Blizzar" ve V. T.Vakdın "Ser Polun gerçekten dedikleri" eserlerini almancadan Fransız diline çevirmiştir.
Hamlet Gocayev, Nikpur Cabbarlı Ümmülbanunu "Azerbaycan asıllı Fransız yazar" adlandırırlar. Bu, tamamen yasaldır. Tüm dünyanın büyük sevgiyle okuduğu Gabriel Garcia Markes de Amerikan yazarıdır, ama İspanyol kökenlidir ve onun eserlerinde İspanyol ruhunu görmemek olmuyor. Sadece edebiyatta değil, dünya sanatında buna benzer yüzlerce gerçeği hatırlamak olur. Banini de okuyunca onun azerbaycanlı olduğunu ve ister istemez eserlerinde bu ruhu yansıttığını (hatta Azerbaycan konusunda yazmasa bile!) Görüyoruz. O, ilk bakışta, Azerbaycan’dan gitmeye mecbur edildiği dönemden kendisini vatanından zoren soğutan (ya da böyle görünmeye çalışan), ona karşı bazen ihmal, bazen kızgın pozisyondan konuşan, tamamen Avropalaşan, bu yüzden de araştırmacıların döne döne itham ettiği bir Batılı yazar izlenimi veriyor. Fakat bu, aldatıcı izlenim. Aslında, Ümmü’lbanu kalbinin derinliklerinde hiçbir zaman Azerbaycanlı olduğunu unutmamış, fakat vatanının Rus esaretinden kurtula bilmemesinden mahcubiyet duyması onu kendi ülkesi hakkında olumsuz kanaatlerine yol açmıştı. 90’lı yıllarda Karabağ olayları yeni alevlenen zaman Ümmülbanu yıllarca kalbinde, yazılarında ustaca gizlemeyi bildiği Azerbaycan sevgisini daha Avrupa kamuoyundan gizlemek istemiyor. Çünkü bu, onun uzun zaman beklediği ilahi adaletti, ailesini, tanıdığı değerli insanları, bir bütün Azerbaycanı mahveden sosyal yapının sonu ulaşmıştı. Azerbaycan hayatını yeni mecraya yöneltecek siyasi olaylar Ümmülbanunun hayatının son yıllarına rastlar. Paris’te "Azerbaycan evi" Derneği üyesi ve ateşli yazar gibi Fransa basınında ülkesiyle ilgili teessubkes konuşmalar yapıyor, 80’lerin sonu, 90’ların başında Azerbaycandaki olaylara son derece hassas bir tutum bildirirdi.
Banin kendisinin Vatan, millet sevgisini, gurbette vatanı için endişelenen bir Azerbaycanlının duygularını, siyasi haksızlıklara karşı objektif konumunu bölge konusunda yazdığı makalelerinde temsil eder, çağdaş Azerbaycan gerçeklerini Fransa kamuoyuna, genel olarak Batı ortamının dikkatine çatdırırdı. "Mond" gazetesinin 20 Ocak 1990 tarihli sayısında redaksiyanın "Azerbaycanlı yazar Ümmülbanu Azerbaycan’a bakış mesafesi belirtiyor" remarkası ile yayınladığı "Dağlık Karabağ" adlı makalesi bunun açık göstergesidir. Bu makalede Karabağ tarihi hakkında bilgi veren yazar, Ermenilerin Azerbaycan topraklarında XIX yüzyılın başlarında İran-Türk savaşı sonucunda Çarlık hükümeti tarafından yerleştirilmesi, daşnakların bolşeviklerle Azerbaycan aleyhine birleşmesi, Azerbaycan’da yaptıkları facialar, toplu katliamlar hakkında Fransa kamuoyunda aydın fikir oluşturur. Tesadüfi deyil ki, 29 Ekim 1992 tarihli "Figaro" gazetesi Baninin ölüm haberini veren yazıda Fransada yaşayan Azerbaycanlı yazıcıdan "Azerbaycan’ın" milli şöhreti "gibi bahsediyordu.
Ümmülbanu (Banin) yaratıcılığı tüm parametreleri ile Batı-Doğu edebi-kültürel ilişkilerinin gelişmesinde müstesna öneme sahip olup, Azerbaycan milli-tarihi zenginliğini Fransa’da, Batı edebi ortamında tebliğ etmek, Fransa ve bir bütün olarak Avrupa kültürünü Azerbaycan okuruna tanıtmak açısından değerli edebi hazinedir.
[1] Anar. Fransa görüşleri. "Bakı" gazetesi, 9 Ocak 1985 tarihli.
[2] İsmayılov R. Arkadaşlık telleri (Fransa-Azerbaycan edebi ilişkileri). Bakü, 1982.
[3] Abutalıbova N. Azerbaycan-Fransa kültürel ilişkileri. "Gobustan" sanat koleksiyonu, № 3 (75), 1987.
[4] Cabbarli N. Azerbaycan göç nesri . Baki: "Çaşıoğlu» ", 2011, s.19
[5] Guliyev V. Son yılların yazıları. Bakı: Ozan, 2009, s.62
[6] Банин (Ум-Эль Бану). Кавказские дни. Баку, «Кавказ», 2006, с.9
[7] Банин (Ум-Эль Бану). Кавказские дни. Баку, «Кавказ», 2006, с.4.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.