- 532 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
949 – BİR ÇOCUK
Onur BİLGE
Bir çocuk, hiçbir şeyden anlamıyormuş gibi görünür ama olup bitenden az da olsa haberdardır. Bazı olayların tamamını anlayamıyor olsa bile onlar hakkında aşağı yukarı bir bilgiye sahip olur. Her şeyi merak eder. Onun için her anlatılana kulak kabartır, her olayı seyreder. Küçük bir araştırmacıdır. O da hayal görür. O da rüya görür. O da anlatılanları hayal eder ve beynine nakşeder. Çoğunu unuttuğu için hafızasında kalan parçaları anlamlandırmaya çalışır. Bu arada neyin ne olduğunu büyüklerinden öğrenmek için sorular sormaya, hayal kırıntılarını bu şekilde anlamlandırmaya çalışır. Şayet sağlıklı bir sonuç elde edemezse, o hatırında kalan sahneleri, daha sonra duyduğu bedensel varlıklarla açıklamaya çalışır.
Her gün mezar kazan adam bile kendisini ölümsüz sanırmış. Öleceğini aklına bile getirmezmiş. Yeryüzünde reenkarnasyona inananlar az değildir. İslamiyet onu reddeder. Ona inananlardan bazıları, sırf inancımıza zarar vermek için o konuda araştırma yaparlar, yaptırırlar, sonuçları yazdırırlar ve yayarlar. Kim oldukları araştırılırsa, kökenlerinin Türk ve Müslüman olmadığı anlaşılır. Ne yazık ki ülkemizde de Cumhuriyetin ilk döneminde inancımızı kökünden sarsmak ve yıkmak için ellerinden geleni arkalarına koymadılar!
Belki de Bedri Ruhselman, farkında olmayarak, insanlık adına yapar aynı şeyi. İnançlı birisi olduğunu biliyoruz. Doğrusunu elbette Allah bilir. En azından iyi niyetli olduğu kanısındayız ama reenkarnasyona inanmak ve inandırmak için uğraşmak doğru değil. İnancımıza ters… Allah niyete bakar. Herkesi yargılayacak olan da O’dur.
Düşünüyorum da… Babası gemilerde hekimlik yapan bir çocuk, haliyle onun eve döndüğü zamanlarda anlattığı bazı olayları dinlemiş, gözünde canlandırmıştır. Belki de bir film izlemiştir. Bir kayıkla denize ilk kez açılmasının etkisi altında kalmıştır. Çünkü öyle bir olay, küçük bir çocuk için büyük ve ilginçtir. O esnada, içindeki korkuyla sevinç birbirine karışmıştır. Hâsılı, onun için unutulacak sıradan bir olay değildir.
Yakın çevresindeki insanlar, kıyametin kopacağı, insanların tekrar diriltilecekleri, mahşer yerine kurulan kocaman terazilerin kefelerine günahlarının ve sevaplarının konacağını falan konuşmuş, o da duymuş ve hayalinde canlandırdığı sahneler bilinçaltına gitmiştir. Kefelerin üstündeki silahlı adamlar da belki onun muhayyilesindeki görevlilerdir.
Neden büyük makineler, kalabalık sahiller, insanlar? Çünkü o zamanlar limanlar ulaşım ve taşımacılıkta önemli yerlerdi. Mallar gemilerle getirilip götürülüyordu. Sahilde kocaman vinçler vardı. Mallar indiriliyor ya da yükleniyordu. Denize kıyısı olan bir ilde yaşamakta olan bir çocuğun bu ilginç sahnelere şahit olmaması ve hafızasına kaydetmesi normal değil mi!
Rol model baba olmuş. Başka ilgi alanlarına kaysa da çocuk baba mesleğine yönlendirilmiş ya da yönlenmiş. Yetmemiş, babası gibi gemilerde görev yapmayı yeğlemiş.
Yasaklananlara merak çok daha fazladır. Okunması istenmeyen kitaplar, inadına dikkatle okunur. Bir kitabevi sahibinin, ne amaçla yayınladığı meçhul olan kitabının bir çocuk tarafından okunmasının onu nasıl etkilediğini görüyoruz. Bu tür kitaplardaki bilgiler, boş beyinlerin tabanına çöker, yerleşir ve zamanla öyle yer eder ki ne yapılırsa yapılsın, sökülüp çıkarılması mümkün olamaz!
Ruh hakkında yazılanlar, kabir azabı ve cehennem hayatı hakkında söylenenler ve okunanlarla bir araya gelince bir çocuğun iç dünyasını allak bullak etmeye yeter de artar bile! Bir çocuğun bir cenazenin peşine takılıp mezarlığa gitmesi ve orada sabahlaması ne demek!..
On beş yaşındayken babasının ve arkadaşlarının önünde güya ruh çağırıyor. Farkında değil ama cin topluyor. Baba da arkadaşları da buna göz yumuyor, olanları merakla izliyorlar. Zaten ortalık karışmış. Hava gergin… Harp çıkacağı belli… Güya onu cin haber veriyor!
Genç, cennete gitmek için savaşarak ölmek arzusuyla yanıyor. Belki çevresindekilerin, kabir azabı ve cehennem hayatı hakkında anlattıklarından o kadar korkuyor ki en kısa ve en yakın yol olarak bildiği şehitliği tercih ediyor. Hem de savaşa katılmak için herkesten gizli askere yazılıyor. Olur da engellemeye kalkarlar diye… Dünya kana bulanmış! Ölüm her yerde… Ya tartı? Ya günah sevap? Ya azap?
Müslümanlarla savaşılıyor. İçten ve dıştan İslamiyet’le savaşılıyor. İnancımız baltalanmaya çalışılıyor. Silahla savaş, kalemle savaş… O arada çocuklar şaşkın, gençler tehlikede… Her yer kan kokuyor! Yalan yanlış bir şeyler yazılıyor, basılıyor, yayılıyor. O yokluk kıtlık devrinde bedava dağıtılıyor. O risaleleri yetişkinlerin yanı sıra çocuklar da okuyor. Gençlik, modernizm adına zehirleniyor.
Falcılar, medyumlar türüyor. Yetmiyor, bunlar gazetelere ilanlar veriyor. Oraya giden genç, kılık kıyafeti, jesti mimikleri, bakışları diksiyonu ile kendini ele veriyor. Ya okuyacak ya savaşa katılacak! Başka seçenek yok! Güya falcı yarı trans halinde… Bunu hemen biliyor! Genç dehşete kapılıyor! “Nasıl bildi!..” diye herkese anlatmaya başlıyor. Falcının halk arasında da bedava reklâmı yapılıyor. Kötü örnek tez tutulur.
Can kıymetli! Olay açığa çıkıyor. Aile telaşa kapılıyor. Aman gitmesin! Elden gelen yapılıyor ve savaşa katılma da şehit olma da engelleniyor.
Küçüklüğünden beri ruh dünyası allak bullak olan genç, belki de müzikle huzura kavuşuyor, onun için ona yöneliyor. Bir konuda ünlü olma isteği de içinde capcanlı mutlaka. Kalbinde iki gem vurulamaz arzu… Birinde merak ve ürküntü, diğerinde dinginlik ve huzur… Ruhunda bir terazi… Ruhçulukla musikiyi tartıp duruyor. Genç adam bir kefeden bir kefeye geçiyor. Elinde silah… Dünya kan çanağı… Herkes silahlı…
Müzik, ruh, savaş, ölüm, kabir, cennet, cehennem… Doktor, yaralı, hasta, ölüm… Deniz huzur ortamı… Kara kan revan içinde… Deniz masmavi… Gemi sessiz… Tıp, ruh, ten, müzik… Zavallı gençlik!..
Cumhuriyetin ilk yılları… Savaştan çıkmış bir ülke… Allame-i cihan olsan nafile! İmkânlar kısıtlı… Dört dil biliyormuşsun, tıpta uzmanlaşmışsın, müzikte üstatlaşmışsın neye yarar! Ne yaparsan yap, geçim kıt kanaat…
Bir de ölüm!.. Dörtken üçe, üçken ikiye inmişsin. Taşra hizmet bekliyor. Müzik karın doyurmuyor. Halk, şarkı türkü dinliyor, ağır yakıyor, uzun hava söylüyor.
Küçük yaşta cennet güzellikleri değil de aksine kabir azabı, cehennem hayatı hakkında anlatılan korkunç tasvirlerle bir ruh şekilleniyor, bir fert yetişiyor. Ölüm, doğumda gizli… Onu kabullenmesi gerekiyor. Bir hayat, bir hayat daha… Birçok hayat istiyor. Hayat kaynıyor genç bedeninde! Aksine dünyadan ölüm fışkırıyor! Verem, sıtma, frengi, uyuz başta olmak üzere insanlar hastalıktan kırılıyor. Ya savaşta ölüm, ya yatakta… Azrail herkesin ensesinde… Ekmek yok, yemek yok… Ne alacaksan karneyle… Her şey ölmeyecek kadar…
Ölüm korkusunu yenmek için üstüne üstüne gidiyor genç adam bazen, bazen de engin denizlere açılarak kaçıyor, müziğin davet eden kollarına atılıyor, huzur dolu kucağına sığınıyor. Allah’ı çok seviyor ama O’nun gizlisini kurcalamadan edemiyor. Öyle bir labirente giriyor ki ne hedefe ulaşabiliyor ne de bir yol bulup geri dönebiliyor. Peşinden gelenler de öyle… Sıratı Müstakim dışarıda kalıyor. Bir ayet yalanlanınca Kur’an’a iman kalmıyor! Bir ona değil, bütün hak kitaplara, bütün peygamberlere, cennete cehenneme iman kalmıyor!
Dünya eğitim öğretim yuvası olarak görülüyor. İyi ya da kötü ne yaparlarsa yapsınlar! Sınıf geçemeyenler ikmale de kalabilirler, sınıf tekrarı da yapabilirler. Diledikleri kadar gelip gidebilirler. Bu arzularına kalmış. Düşünce bu olunca hoşa gidiyor. Ne âlâ memleket! Sınırsız hürriyet! Daha çok gençlik kanıyor. Ne yazık ki kitleler gafil avlanıyor! Her yeri sel basmış. Sele kapılanlar kaybedenlerden oluyor.
Çocuk tertemiz bir defter… Ona ne yazılırsa o okunuyor. Genç, bir yerlere gelmek istiyor. Ruh kapısını zorluyor! Musikinin zirvesine çıkmak istiyor. Bir yandan da babasından geri kalmak istemiyor. Allah’ın, hakkında az bir bilgi verdiği bedensiz varlığımızın aslını öğrenmeye çalışıyor. O zamana kadar asırlarca kimseye onun hakkında etraflıca bilgi verilmemiş, o tüm bilgiye ulaşmak isterken dolaşıp kalıyor.
Ruhun mahiyetini Allah’tan öğrenemeyeceğini anlayınca, cine şeytana sormak ne anlama geliyor?
Sonuç? Sıfıra sıfır, elde var sıfır!..
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 949