- 612 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
946 - NEO-SPİRİTİZM
Onur BİLGE
Özcan Bey, üşenmeden sorulara uzun uzun cevaplar vermeye çalışıyor, bu arada başka sorularla da karşılaşıyor, sohbete ona göre yön veriyordu. Onu dinlemek apayrı bir zevkti.
“Ölmüş kişilerin ruhlarıyla konuşmanın mümkün olmadığını anlayan ruhçular, celselerde vazifeli plansal varlıklarla irtibata geçtiklerini iddia etmeye başlamışlar. Tabii ki tek veya grup halinde bağlantı kurdukları o bedensiz varlıklar cinlerdir.
Ruhlarla değil de başka varlıklarla iletişime geçmenin, yani cin toplamanın adını Neo-Spiritizm koymuşlar. Ruhlarla bağlantı kuramamalarının sebebinin de cevherî farklılık olduğunu söylemişler. Ulaşabildikleri bedensiz varlıklara, yani cinlere ara beden, enerji beden, perispiri ya da astral beden diye adlar takmışlar ve ruhla değil de onun spatyomdaki ruhsal varlıklarıyla irtibat kurduklarını zannetmişler. Güya gelen cin değil de çağırdıkları ruhun spatyomdaki ruhsal varlığıymış. Ruhun ruhsal varlığı diye bir şey olabilir mi! Ruh içi rıuh! Tuhaf!
Ruh ruhtur! Tek parçadan ibarettir. Allah’ın emrindendir. Ruh hakkında insanlara çok az bilgi verilmiştir. Bunlar insanüstü insan varlıklarmış da kendilerine ruh hakkında ek yüksek bilgi verilmiş gibi ruhun hakikatini açıklaya kalkmışlar.
Allah, ruhlara tekrar beden verilmeyeceğini, herkesin yalnız bir kez yaşama olduğunu, ömürlerinin ezelden belirlendiğini ve kaderlerinin çizildiğini bildirdiği halde bunu yalanlaya cüret etmişler.
Ruhların, hiyerarşik bir plansal yapıda yönetildiklerini, maddî ve ruhî âlemleri, Allah’ın arzusu doğrultusunda idare ettiklerini, tekâmül için gereken düzeni kurduklarını ve onun işlemesi için gereken imkânı sağladıklarını, bu şekilde âlemleri ahenkle yönetmekte olduklarını iddia etmişler, o yönetime Ruhsal İdare Mekanizması, yani kısaca RİM demişler. Makro ve mikro boyutta, en basitinden en karmaşığına kadar bütün varlıkların hakikatinin o olduğunu ve onun Allah’ın rahmetini ve kudretini temsil ettiğini iddia etmişler. Bu görüşe göre hayatın açıklaması maddi varlıklarla ve mekanik görüşlerle değil de ruhun yaratıcı gücüyle izah edilebileceğinden bahsetmişler.
Kader konusunda fatalizma yerine determinizm, yani sebep sonuç ilişkisini kabul etmişler. Ruhun çeşitli bedenlerde tekrar dünya hayatına katıldığı fakat tecrübesini, görgüsünü, bilgisini beraberinde getirmediği, bir önceki hayatında başarılı olmasının veya olmamasının yeni hayatlarını etkilemediğini, ancak bunların sonuçlarının onları madde dünyasında hedeflerine ulaştırmak için yararlı olacağı iddia etmişler.
Tekrardoğuş yani reenkarnasyona inananlar, ödüllendirme ve cezalandırmaya inanmıyor, hayatın ölümle hitama ermediğine, ruhun tekâmül edinceye kadar dünyaya defalarca geleceğine inanıyorlar ve şöyle diyorlar:
“Ruh, şuurlu bir varlıktır. Maddesel enerjiyi sevk ve idare eder. Sahip olduğu güç sayesinde içinde bulunduğu âlemin kanunlarına uyarak bilgi ve tatbikat için arzu ettiği zaman planlayarak beden edinebilir.
Yeryüzünde, önceki hayatlarını hatırlayan insanlar vardır. Ruh ve bedenden meydana gelmiş olan insan, tekâmül etmek ve tekâmüle hizmet gayesiyle defalarca dünyaya gelir. Tekâmül, insanın tecrübe ve bilgi edinerek bilinçlenmesidir. Dünya tekâmül yeridir.”
Dünya, ahiretin tarlasıdır. Hadislerden anlaşıldığına göre Tuba ağacı, farklı özelliklere sahip, sınırsız meyve veren, ters durmakta olan görkemli bir cennet ağacıdır. Dalları aşağıda, kökü yukarıdadır. Marifetname’de bu cennet ağacının gözdesinin sarı, sayılamayacak kadar çok olan dallarınınsa kırmızı mercandan olduğundan söz edilmektedir.
Bence, kökü yukarıda değil, dünyada olan o sayılamayacak kadar çok dallı, akıl almayacak kadar çeşitli ve çok meyve veren tarafı cennette olan ağaç, dünya hayatı ile cennet hayatı arasındaki bağlantıyı tasvir eden bir ağaçtır.
Her insanın bir dünya ve ona bağlı bir ahiret hayatı vardır. Cennete girmeye hak kazanan insanların dünya hayatıyla ukba hayatı arasındaki bağlantı, Tuba ağacıyla gözler önüne serilmiştir.
Anladığıma göre, her cennetlik insanın bir tuba ağacı vardır. O güzel insan, ağacını dünya hayatındaki inanç, ibadet ve davranışlarıyla besler, büyütür, sayılamayacak kadar çok dallanmasını ve harika cennet meyveleri verecek hale gelmesini sağlar. Ahirete intikal ettiğinde de o meyvelerden sebeplenme hakkını elde etmiş olur. Yani o ağaca tırmanırcasına yükselerek cennete girer.
İnsan ne ekerse onu biçer. Kendisi için dikilen cennet ağacını korumak, beslemek, büyütmek ya da kurutup yok etmek elindedir. O zaman yiyeceği, cennet meyveleri değil, zakkumdur! İçeceği de kaynar sudur! Ameline göre yiyeceği, ölmüş kardeşinin kokmuş eti, içeceği de irin olabilir.
Cennette Allah’ın ikramı akıllara zarar güzellik ve çeşitliliktedir. Her güzel amel için bir dal, her dalda bire on ya da katları kadar nimetler vardır. Bir iyiliğin karşılığı on sevap, yani bir hasene, bir kötülüğün karşılığı yine bir günahtır. Buna rağmen cennete giremeyecek, cehenneme yuvarlanacak olan insanlar bunu nasıl yapabilecekler acaba?
Cehenneme girecek olanlar, kendilerini yoldan çıkaran yandaşları, yani şeytanlarıyla birlikte Allah’ın huzuruna gelirler. Cezalarını öğrenince önderlerini suçlamaya başlarlar. Onlar da: “Biz söyledik. İnanmasalardı!” derler. Şefaatsiz ve çaresiz kaldıklarını anlarlar. Tarifi imkânsız perişan bir halde Allah’tan bir hayat hakkı ya da hayvanlar gibi türap olup gitmek isterler ama akibetleri belirlenmiştir. Gidecekleri yer, kesinlikle cehennemdir!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 946