- 543 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
944 - MİSAK
Onur BİLGE
Viraneciler, Özcan Bey gibi kültürlü birini bulunca akıllarına takılan soruları arka arkaya sormaya başladılar. Bunların arasında, herkesin merak ettiği, kimsenin tam olarak cevaplayamayacağı sorular da vardı. Çünkü bunlar hakkında, çeşitli kitaplarda da kesin bilgiler yoktu.
Bu sorulardan bazıları şunlardı: “Misak nedir? Kâlu Bela ne demektir? O soru insana ne zaman sorulmuştur? Soruyu ve cevabı neden hatırlayamıyoruz? O olay bize neden unutturuldu? Unuttuğumuz için sorumluluktan kurtulmuş olamaz mıyız?”
Özcan Bey de bu soruları, elinden geldiğince, dilinin döndüğünce cevaplamaya çalıştı:
“Misak yani Kâlu Bela’da yaptığımız anlaşmadır. Anlaşma, sözleşme, kuvvetlendirme anlamındadır. Kâlu, dediler demektir. Bela da evet… “Evet dediler” anlamına gelen bir sözdür. Allah bizi yaratınca bize: “Elestü bi Rabbiküm?” yani “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuş. Biz de: “Bela!” yani “Evet!” demişiz.
Ruhlar âleminde verdiğimiz sözü hatırlamıyor olmamız bizi sorumluluktan kurtarmaz. Bazıları, bu anlaşmanın ana rahminde, cenine ruh ilka edilmesi esnasında gerçekleştiğini, bazıları da dünyaya gelecek olan insanların ruhlarının aynı anda yaratıldığını, o sorunun herkese birden sorulduğu ve herkesin bir ağızdan “Evet!” diyerek kabul ettiğini söylerler.
Allah, zamandan ve mekândan münezzeh olduğu için o olayın ervah âleminde topluca ya da ruhlar bedenlere verilirken birer birer gerçekleşmiş olması arasında fark yoktur. Neticede herkese sorulmuş ve aynı cevap alınmıştır. Zaman ve mekân bizim içindir. Akit, Allah’ın ezelî ilminde hazır vaziyettedir ve herkes bu soruyu bir şekilde cevaplamıştır. Önemli olan olumlu cevaplanmış olmasıdır.
Allah’ın: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet, Sen bizim Rabbimizsin.” diye cevap vermiş, yalnız O’nu Rab olarak kabul etmiş olduğumuzu bildirmişiz. Bazıları bu ezeli anlaşmanın, rüya âlemindeki gibi olduğunu, kelam-ı lâfzi ile olmadığını söylerler. “Bu sözleşmedeki hitap, sessiz ve harfsizdir. İlham halindedir.” derler. O zamanlar henüz bedenlenmemiş olduğumuzdan, konuşabilmemiz için gereken şartların henüz sağlanmamış olduğundan bahsederler.
Allah, yarattığı maddi ve manevi bazı varlıklara kasem eder. Nefis de onlardan biridir. Nefisten kasıt insandır. Onu şekillendiren, ona kötülüğü ve takvayı ilham eden Allah’tır. O, kötülüğü yüklemez. Ancak ilham yoluyla, iyilikle kötülüğün, doğruyla yanlışın arasındaki farkı anlayabilme yeteneğini bahşetmiş olduğunu kast etmiştir.
Biz bu akitten habersiziz. O zaman henüz bedenimiz tam anlamıyla teşekkül etmemiş. Aciz olduğumuz için mesul değiliz ama bu ilham yoluyla gerçekleştirilmiş olan anlaşmayı ruhen hissetmekte ve hayatını ona göre tanzim etmiş olmalıdır.
Bedeninin şekillenmesi tamamlanan ve dünyadan bihaber olduğu bebeklik ve çocukluk dönemi tamamlandığı andan itibaren aklını çalıştırabilir, iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı ayırt edebilir hale gelen insan, kendini de Rabbini bilecek duruma gelmiştir. Ruhundaki misak-ı ezelîyi hisseder. Yaratık olduğunu, bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını anlar ve Rabbini arar. Allah, arayana aradığını buldurur ve ona imanı nasip eder.
Birçok duyumuz ve yeteneğimiz sınırlanmış, onun için kâinatta olup bitenleri bir yere kadar algılayabiliyor, bize bahşedilen sıfatları bir yere kadar kullanabiliyor, fillerimizde de olabildiği kadar başarı gösterebiliyoruz. Görmemiz gerektiği kadar görüyor, duymamız gerektiği kadar duyuyor, elimizden geldiği kadar amel edebiliyoruz.
Bizden melekleri ve cinleri görmemiz istenmiyor. İstenmiş olsaydı, onları da görebilirdik. Ana rahmindeki hayatımızı ve bebekliğimizi de hatırlamıyoruz. Misakı da hatırlayamıyoruz. Hatırlamış olsaydık, aramızda iman etmeyen kalmazdı. Ne imtihana gerek kalırdı, ne ceza ya da mükâfat olurdu.
Allah, her şeye kadirdir. Ruh halindeyken bir anda yetişkinmişiz gibi anlar ve bilir hale getirebilir ve tekrar eski halimize döndürebilir bizi. Göz açıp kapayıncaya kadar yaşamış olduğumuz bu zaman dilimini hatırlatmaz ama bildirir. O dediyse doğrudur! İspatı ya da onaylanması gerekmez.
Şayet biz vermiş olduğumuz sözü unutmamış olsaydık, şüphesiz ki hepimiz iman ve itaat edenlerden olurduk. Oysa bizim gayba iman etmemiz gerekmekte ki bunun bir karşılığı olsun!
Allah, terbiye edicidir. Yarattıklarını, emirlerini yerine getirebilmeleri için onlara nimetler, sıfatlar ve yetenekler verir, onları aracılı aracısız eğitir öğretir, daha sonra sorumlu tutar. İnsan “Bana ne verdin ki benden ne bekliyorsun!” diyemez! Ona, iman ve itaat etmesi için gereken her şey bahşedilmiştir. Herkes kapasitesi kadar mesuldür. Akıl, en büyük nimettir. O olmayınca hiçbir şeyin önemi kalmaz. Ne imanın ne de ibadetin… Deliler ve yetişkin hale gelmemiş olanlar muaftır.
Allah, görmek için gözler, kulaklar bahşetmiş. Her yarattığının arkasına gizlenmiş. Her yarattığında imzasını atmış. O imza ki tek isimden ibaret ama altındaki notta pek çok sıfat bulunmakta… İmza malum ve bariz… Lafz-ı Celal… Allah Celle Celalühü… Her şey, öncelikle mahlûk olduğunu ve O’nun tarafından yaratıldığını haykırıyor. Sonra da kendisine emaneten bahşedilmiş olan sıfatları saymaya başlıyor. Onlar hal diliyle zikrediyorlar ama biz onların zikirlerini duyamıyor, anlayamıyoruz.
Bir çiçek: “Ben varım! Beni bir var eden var!” diyor ve “El Halık!” diye, “Fakat varlığım kalıcı değil.” diyor ve “El Baki!” diye, “Şeklim başka, rengim başka, kokum başka…” diyor ve “Ehat!” diye, “Allah bana merhamet ediyor, beni koruyor.” diyor ve “Er Rahman!” diye,“Beni görüp gözetiyor.” diyor ve “El Müheymin!” diye, “Beni uyumlu ve kusursuz yarattı!” diyor ve “El Bari!” diye zikrediyor. “Bana şekil verdi.” diyor ve “El Musavvir!” diye, “Beni O koruyor.” diyor ve “El Hafîz!” diye, “Beni her an gözetiyor.” diyor ve “Er Rakîb!” diye, “Bana can veren O’dur.” diyor ve “El Muhyî!” diye, “Beni öldürecek olan O!” diyor ve “El Mümît!” diye, “Beni diri tutan O!” diyor ve “El Kayyum!” diye, “Ben O’na muhtacım!” diyor ve “Es Samed!” diye, “O çok merhametlidir!” diyor ve “Er Rauf!” diye, “Benim de sahibim O’dur.” diyor ve “Mâlik-ül Mülk!” diye, “Beni eşsiz yarattı.” diyor ve “El Bedî!” diye zikrediyor ama biz onun zikrini duyamıyoruz. Çünkü ne onun üzerindeki imzayı görebiliyor, ne de altındaki notu okuyabiliyoruz. Onun için eserin sahibi olan Allah’ı göremiyoruz.”
Cevaplar yeterli miydi değil miydi tartışılabilir ama benim için epey yararlı oldu. Hele verdiği çiçek örneğiyle hiç üşenmeden Allah’ın hangi sıfatlarını taşıdığını uzun uzun ve tane tane anlatması çok hoşuma gitti. Bu zamana kadar yaratılanlara kör kör bakmış olduğumu anladım. Bundan sonra tefekkürle bakmaya karar verdim. Hele yaratılanlardan Yaratan’ın sıfatlarını bulup çıkarmak bana çok eğlenceli geldi. Yaratıkların sırlarını bulmaca çözer gibi çözebileceğimi zannetmeye başladım. Define’nin her fırsatta:
“Allah’ın, bizim bildiğimiz doksan dokuz, bilemediğimiz sayısız sıfatı vardır. Biz O’nu sıfatlarından biliriz.” dediğini anımsadım. Sadullah Bey’in: “Evsaf ve efal…” diye başlayarak anlattıklarını… Dünyaya bakış açım değişti, genişledi. Allah’ı öncekinden daha çok idrak etmekte olduğumu anladım.
Anladım ki “Evet! Sen benim Rabbimsin!..” dedim, her zamankinden daha emin olarak. O sözü unutturan da O’dur, hatırlatacak olan da… O, en mükemmel eğitici ve öğreticidir! Bilginin sahibidir. Bilendir, bildirendir.
Ham olsun ki bana da akıl vermiş! Hamd olsun ki göz ve kulak vermiş. Daha daha nice nimetlerle donatmış! Sonsuz kere sonsuz ham-ü senalar olsun!..
Arife bilen, bilgili demek. Belirli bir günden önceki gün… Yarın bayram… Arefe günü ârif olamadan, bayram günü bayram yapmak olur mu!
Yarın benim bayramım!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 944