- 1305 Okunma
- 7 Yorum
- 6 Beğeni
'in parvo'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Tepsideki çiğköftelere bakıyordum. Sanki masanın yarısını yeşillik doldurmuşlardı. Dalgındı gözlerim. ‘Çok turp yeme’ diye bir ses duydum. Ağzım boş kalmasın diye tabaktaki turplardan yavaş yavaş kemiriyordum. ‘Akşamda gel, Melike gelecek tarot falı bakacak’ dedikleri an çiğ köfteyi lavaşa sermiş yiyordum. ‘Ne’ dedim, ‘pardon, anlamadım.’ Yine aynı ses ‘akşam diyorum, buraya gel sende fal bakacağız’ dedikten sonra ‘yok’ dedim, ‘benim daha önemli işlerim var.’ Önemli işim oturup, belli bir program dahilinde dönen çamaşır makinesi kazanını seyretmekti.
Kendime yabancıyım, kendimden kaçıyorum. Birkaç gün önce aynı hisleri daha canlı yaşamıştım. ‘Bozuk hayaller kumpanyasına hoş geldiniz’ yazılı bir broşürü ahşap masanın üzerinde tutuyordum. Akşam olabildiğince akşam ve delice esen rüzgârdan sıyrılıp bu muşamba alana saklanmış çay içiyordum. İkinci fincan çayımdı. Çayın demi, bardakta rengini alan hali göze hoş geliyordu. Defalarca bulaşık makinesinde yıkandığından ötürü fincanda yer yer çizikler vardı. Yüzlere bakıyordum, her bir yüzün hikâyesinde kaybolmak, hayatlarına ait ipuçları bulmanın zorlu mücadelesini veriyordum. Yanımda ne bir kitap ne de kitap olmaya muktedir bir insanın varlığı vardı. Lirik bir acı duyumsadım genzimde. ‘Ha çıktı ha çıkacak’ şiiri böyle zamanlarda gelirdi. Fakat yanımda kâğıt kalemde yoktu. Bu yalnızlığı muşamba duvar arkasında saklama çabam imkânsızdı. Denk geliyor ve gözlerimiz aynı kayığa binmenin hüznünü taşırken ‘bir fincan daha çay alayım’ dedim.
Nefes alırken yoruluyor, tatsız hatıralara bir yenisini daha ekliyordum. Üç fincan çayın parasını ödedikten sonra kendimi delice esen rüzgâra bıraktım. Boğaz’ın terbiyesiz bir tarafı vardı: İnsana olmadık anlarda olmak istemeyeceği hallerini hatırlatıyordu. Rüzgârın kesileceğini umduğum taraftan, arkamı kimi zaman dönerek yürüyordum. Bu eskiden kalma bir alışkanlıktı. Görmediğin bir yerden darbe almak, hiç ummadığın ve tanımadığın biri tarafından zarar görme olasılığını azaltıyordum fakat beyhude bir çabaydı! Beni burada kimse tanımıyordu. Tanımadıkları gibi bana zarar verme niyetlerinin de olduğunu düşünmemiştim. Şimdi ise çamaşır makinesinin döngüsüne kendimi bırakmış halde saate bakıyorum. Faldan çok, fala bakanın hikâyesi benim için daha ilginçti. Nihayet döngü tamamlanacaktı!
Çamaşırları asarken yorulduğumu hissedip, ıslak çamaşırları havlunun üzerine bırakıp koridorda yürüdüm. Karanlık koridor sonunda kanepeye kendimi attığımda hafif bir ürperti tüm vücudumu ele geçirmişti. Ebru’nun sesini duydum. Bir an kahkahaya bürünecek ses tonuna, yanaklarını yer çekimine inat kaldırırken, hisli bir şekilde soruşu eşlik ediyordu: ‘Ne oldu?’ Cevaplamak zorunda değildim. ‘Ne oldu’; oldu işte bir şeyler. ‘Ama ne oldu?’ Zıkkımın dibi oldu! İyice uzanıp, kanepenin bedenimi ele geçirmesine izin verdikten sonra üzerime sigara yanığından ötürü delikleri olan pikeyi çektim. ‘Neden şimdi soruyorsun’ dedim. Az ötede annemin bana verdiği çiçek duruyordu. Karanlıkta tam olarak seçemiyordum. Eskiden de seslendiğim gibi seslendim: ‘Ey çiçek, döktüğün ne varsa geri toplayabilir misin ellerinle?’ ‘Ebru’ dedim, ‘efendim’ diyordu; ‘ne oldu?’ ‘Yokluğuyla bile rahatsız oluyorsun’ dedim. ‘Mutluluk diş arasına kaçmış maydanoz gibidir derdi anneannem, sanırım mutluluk için boşuna yoruluyorsun.’ Ebru haksız değildi, ‘bana müsaade et, makyajımı temizleyeyim de sonra sana yine telefon açarım’ diyordu.
Kitabın arasında geçen hafta öldürdüğüm sivrisinek yatıyordu. O kitap, kırlentin hemen kenarında duruyordu. Eskiden olsa bu kanepede dört, beş kitapla bir arada uyuyabilirdim ama şimdi biri bile fazla geliyor. Uzun zamandır kitap bile almıyorum. Okuyamadığım bir şeyi vitrin niyetine sergilemenin ruhuma iyi geleceğini bilsem, yine de bu eşekliği yapmazdım! Tam uykuya dalacakken yine Ebru’nun sesiyle oda doluverdi:’ Kadın olmak güzel bir şey!’ Ben ‘hı hı’ derken, ‘düşündün mü’ dedi, ‘söylediğim şeyi çok beğenmiştin.’ Sessiz düşünüyordum ama dediği şeyi tam olarak hatırlayamamıştım. ‘Neyi’ dedim kısık sesle. ‘Ya of sende, bunak oldun iyice. Labirent demiştim hani, peynirsiz ve faresiz bir labirent…’ Günler hızla geçerken, bir o kadar da ağırdan kendisini satan bir doğu masalını dinliyordum.
‘Kaç gün oldu?’
‘Beş!’
‘Beş gün bana haftalarca oldu.’
‘Bana da öyle geliyor.’
‘Yanına geldiğimde hazıra konmuş bir oğlan çocuğu gibi hissedeceğim.’
‘Olsun, ben işlerimi halledeyim de, sen iyi hisset.’
‘Peki!’
Ebru’ya dönmek istiyordum. Bir an uzun uzadıya bir şey anlattığını fark ettim ve cümlelerinin sonuna ‘orada mısın, ben kime anlatıyorum hu hu, insan bir ses verir yahu’ diye ekliyordu. ‘Buradayım, seni dinliyorum ne yapacağım.’ Sesinin tonu ve rengi esmerleşip ‘bak eğer sıkıldıysan kapatalım, senin de kafanı şişirmeyeyim’ diye iğnelerken, ‘yok yok’ dedim, ‘düğmenin biri bu gece eksik, onu aradım, bulamadım da. Kanepe yutmuş olmasın?’ Ebru küsmek için en doğru zamanı bulmuştu: ‘Sen düğmeyi ara, ben kapatıyorum telefonu. Sanırım gerekli gereksiz çok uzatıyorum. Hem bazen kendimi tutamıyorum dökülüyorum. Suç benim, sende ne kabahat var!’ Çok geçmeden ‘tamam, kusura bakma, uzanınca sanırım az içim geçmiş olabilir, vallahi sendeyim şu an’ desem de nafileydi! Birden sinirini sindirmiş tonuyla Ebru’nun sesini duydum:’ Bak’ dedi, ‘insanın içinde kaybolduğu bir labirent varsa kendini asla bulamaz ya da içinde çözülmez bir düğüm varsa kendine asla gelemez. Sende bir labirent var. Bende de bir düğüm. Gündelik hayatlarımıza odaklanmış gibi yaşayıp, sonra bir an kendi başımıza kalınca o labirentte kayboluyor, o düğümde boğuluyoruz. Aslında bunlar tamamıyla ruhumuzla alakalı meseleler. Onu bir türlü tatminde kılamıyoruz. Ne istediğini bilmiyor ne yaşadığını anlayamıyor ve en önemlisi hissetse bir dert, hissetmesi ayrı bir dert olan problemin ortasında bekliyoruz.’
Ben de ciddileşmiştim. Pikeyi tekmeyle üzerimden atıp oturdum. Kanepe böyle daha büyük geliyordu. Ebru ‘ben kahve yapıyorum kendime, sen de bir şeyler iç ayıl’ derken, sözlerini düşünüyordum. Tropikal fırtınanın ortasında bir adam yürüyordu. Kısa saçlarına çarpan her bir yağmur damlası hızla ortadan ikiye ayrılıyor ve gözlerinden yanaklarına doğru süzülüyordu. Halinden ötürü kıyamet bu gece kopabilir diyebilirdim. ‘Ne oldu’ diye sordum. Parmaklarını kerpeten ucu gibi yapıp, bir yandan damlaları yüzünden siliyor bir yandan da ‘öldü, öldü’ diye sayıklıyordu. ‘Kim öldü, neden öldü, nasıl öldü; of saçmalıyorum, kim öldü, ne oldu’ diye merakla yineliyordum. ‘O’ dedi adam, sakalları bir gün daha kalsa kirlenecekti, ‘o öldü; Ayşe öldü!’ Evine beraber çıktık. Beraber ıslandık. Beraber yürüdük. Beraber aynı tabaktan yedik, aynı acı kahveden yudumladık. Şimdi öldüyse, o öldüyse; Ayşe öldüyse beraber gömebilirdik! Kanepeye aynı anda oturduk. Aynı anda kedi sevdik. Aynı anda arabadan şarampole, yılgın hayallere savrulduk. Aynı köyde, aynı taşa bakıp yüzümüzü ekşittik! ‘Nasıl…’ dedim, ‘nasılsın şimdi?’ Mavi bir havluyu saçları, yüzü arasında gezindirirken ‘biz’ dedi, ‘şu mürdüm rengi kanepeye sığmış, hatta gölgelerimizi, hatıralarımızı, hüzünlerimizi, mutluluk vaadi taşıyan yarınları, filmleri, şarkıları sığdırmıştık. İnce bir iğne, plağı çizip, o güzel sesi çıkarır ya; öyle güzeldik onunla! Geçen sene bu gün, tam da bu saatlerde bu kanepede eski evimde oturuyorduk. Özlemiştim her zamanki gibi onu ve dokunmaya kıyamadığım saçlarını okşuyordum. Yorgundu. Dizime başını koydu ve yarım saatten fazla yanımda uyudu. O uyanmasın diye bekliyordum. Bacağıma kramp girmek üzereydi. Yine de hareket etmeden yüzüne bakıyor, bir taraftan da televizyondan kısık sesle dönen programa göz atıyordum. Üşümüştür diye az kaykılarak üzerini örteyim dediğimde uyandı. Sol eli uyuşmuştu. Üzerindeki polar ile öyle tatlı ve güzel geliyordu ki; kalktı ve lavaboya gitti. Hayatımıza ait zaman kümesi orada donmuş olmalı; o gün ayağa kalkıp lavaboya nasıl gittiyse, öyle gitti!
Onu bir yandan dinliyor, bir yandan da televizyonun sesini kısmaya çalışıyordum. Lanet olası kumanda çalışmıyordu. ‘Vur’ dedi, ‘biraz vur kendine geliyor.’
Havluyu katlayıp dizi üzerinde, tekrar açıyordu. Sesi uzaya dağılıyordu: ‘O günden sonra doğru dürüst ne bir merhaba, ne de düzgün iki cümle kurduk. Neler hissettiğini, ne yapmaya çalıştığını çok iyi anlıyordum. Onu öylesine özlüyordum ki, gezip gördüğüm yerlerde bile aklımdan çıkaramıyordum. Gönül koyamadım kendisine ama inanılmaz huzursuz hissettim. Öyle güzel ismi, yüzü ve tatlı yanakları vardı ki, hâlâ olmalı; her biri hayal olarak kalmaya mahkûm gibi. Yılların alışkanlığı olmasa, henüz yeni tanıdığım biri olsa belki de kendisinin kayıtsızlığı karşısında böylesine acı duyumsamazdım. Biliyorum ve hep gördüm ki, ben kimi sevdiğimi iddia etsem benden uzaklaştılar. Yaşıtlarım gibi hiç olamadım. Düzgün ilişkiler kuramadım. Çok iyi arkadaşlarımda oldu ama hep onlardan kazık yedim. Sevgi konusunda öcü gibi görüldüm. Tatsız anılarla dolu bir hayat arkamda var gibi ve daha kaç sene yaşanır bu hayat böyle onu da bilmiyorum. Burada, çevremde insanların somut dertlere gark olmuş halleri karşısında kendi içimi dökmekten de utanıyorum ama dayanamıyorum da! Benden kaçan kaçana! Oysa ellerim mi sevgi dolu okşamıyor, gözlerim mi şefkatli bakmıyor, kalbim mi tam anlamıyla sevmiyor? Oysa çok sevmelerin, değer vermelerin adamıyım! Yalnızlıktan bahsetmiyorum, ona karşı trip atacak durumum yok, bahsettiğim şey benim sevgime neden hep acı sözlerle karşılık veriliyor? Pişmanlıksa pişmanlık, mutsuzluksa mutsuzluk ama ben neden soyutlanıyorum? Bir ben mi fazlayım insanlığa? Düzelecek, her şey güzel olacak diye umudum da yok! Yalnızca geçmeye meyyal zaman içinde yolculuk edip duruyorum. Ve sanırım öldü, öldürdüm ben onu…’
Ebru üşüyüp, salonuna geçmişti. Mesajında ‘yüzüm yumuşacık oldu sabunla’ yazmıştı. Birden yüzüme dokundum. Yıllardır hiç öpülmemiş bir adamın hikâyesini yazacaktım. Fakat bunun için uygun bir zaman değildi. Fırtına dinmiş, ‘onu ben öldürdüm’ diyen adamın sesi boğazıma takılmıştı. Bir insan bazen dünyaya sığamaz da, yanındakiyle bir kanepeye çok rahat sığabilir de! Ciddileşen vücudum acı bir kahve yapmak için dikleşirken, Ebru’nun telefonuyla sarsıldım:
‘Ya sana bir şey soracağım, cidden öldü mü şimdi?
‘Kim, Ayşe mi?’
‘Ya of Ayşe kim, Michael Jackson diyorum ya, az önce bir video izledim de, hâlâ yaşıyor diyorlar.’
‘Öyle mi, bilmiyorum inan…’
‘Bu arada Ayşe kim, arkadaşın mıydı ölen?
Düğüm atacak ipi avucumda sımsıkı tutup, labirentime doğru kaçıyordum.
YORUMLAR
İskender, Gordion'a geldiğinde yerel halk ona Gordion Düğümü'nü göstererek kehanete göre düğümü çözenin Asya'nın hakimi olacağını söylemişti. İskender düğümü çözmeyi beceremeyince kılıcıyla kesti attı. Düğümü bir darbeyle çözüp problemi öldürdü. Gerçekten labirent gibi olan Asya'nın hakimi oldu. Düğüm çözüldü, labirentin ucu göründü.
Ebru'daki düğümü çözmek, İskender'in metodu gibi mi olmalı? Bir kılıç darbesi gibi aniden. Tek bir hamle Ebru düğümünü çözer mi? Hem Ebru'yu çözerken hem kendi içindeki labirentin ucu görünür mü?
Tropikal fırtınadaki adama, Ayşe'nin katiline sormak lazım. Anlattıklarından kılıcı direk Ayşe'nin kalbine saplayabileceğini sanmıyorum. Küçük parçalar keserek başlamıştır bence. Günden güne budamıştır. En son Ayşe'nin kalbi artık atmıyorken saplayabilmiştir kılıcı. Bu da büyük bir başarı değil.
Diğer yandan İskender düğümü çözüp her şeyi başardığını sanırken, 33 yaşında öldü. Kahinlere göre düğümü zor kullanarak çözmesi onun felaketi oldu. Düğümler nasıl düğüm olduysa tek tek düğüm noktaları belirlenerek çözümlenmeli. Çünkü düğüm bir ipin zayıf noktasıdır. Kesersen yeni bir düğüm gerekir, çözmezsen de düğüm yerinden kopar. İnce dokunuşlarla problemin nerede olduğunu bularak tek tek çözülmeli. Tıpkı Ayşe'nin yavaş yavaş ölmesi gibi.
gerçekten "multum in parvo" bir yazı, güne yakışmış..
Yazıyı okuyup bitirdim ama kafam çamaşır makinesinin sürekli döndüğüne takıldı. Sanki sen iç sesine konuştun makine duyup dışarıya sesi verdi gibi bir his.. 🙂 Takıntılı olmak kötü be.. Sürekli dönüyor, sürekli dönüyor..
HakkınSesi
Seni görmek güzeldi.
Yazardan öğrenilecek programlar ve labirentler var, öyküden taşırmamak büyük başarı.
HakkınSesi
Bir solukta okunası güzellik ve akıcılıktaydı . İnsanın iç dünyasında yaşanan boyutların birbirine geçip bir sarmala ve labirentlere dönüştüğü ruhsal yaşamlarımızın, gerçek dünyadaki algılar ve tutumlarla birlikte ulaşabildiği boyutlar olağanüstü hikayelerdir zaten.
Daima takdir ettiğim yürek sesiniz ve kaleminize sağlık.
En kalbî sevgi, saygı ve mutluluk dileklerimle.
Yazıda dikkatimi çekenler; düğme, düğüm, fal, labirent, çiğ köfte, turp…çay.
Ve tüm bunlarla içiçe geçmiş birinin varlığı.
Düşüncelere gömülmüş, hatta o düşünceler içinde boğulmuş, hatta o düşünceler içinde yalnızlaşmış, hatta o düşünceler içinde kendinde kaybolmuş birinin bu döngüyü yine kendi dışında kalarak izlemesi.
Onu savuran rüzgârla mücadelesini; birbirinden bütünüyle farklı onca duyguyu anlatırken acısını lavaşa sarıp yemesinde, sevdiği çaydan dahi zevk almamasında, fincana bardağa kusur bulmasında, gördüklerini artık gözleriyle ayırt edememesinden, duyduklarını kulaklarının itiraz edişinden anlıyoruz.
Kendini hiçbir yere sığdıramayışını; kendini bir kanepeye sığıştırmaya çalışmasından, bir kitap arasında ölmüş bir sivrisinekten, uzayıp giden bir koridor yorgunluğundan anlıyoruz.
Evet, bir düğme kaybolmuş; onu hayata ilikleyen bir düğme.
HakkınSesi
Ama yazdığım bir metni birkaç cümle içerisinde son derece açık şekilde özet halini görünce yüzümde ( 'özet' kötü manada değil) istemsizce kederli bir gülümseme beliriyor.
Sonuçta yaşam içerisinde kaçırdığımız nice inceliklerle delirmemek için susuyoruz.
Yazılarında bazen yapıyosun bunu: sanki çözülmesi gereken bir cinayet var ve bazı deliller eksik...Sherlock Holmes serisi gözümün önüme geldi biran ve herkes şüpheli gibi durdu...
Koridor deyince sen onu uzun bir parkur gibi düşündüm...ve senin o koridorda bir aşağı bi yukarı voltaladığını...bir de çay içerken yazma isteğin bastırınca cebinden buruşuk bir peçeteyi çıkarıp notlar düşecekmişsin gibi hayal ettim...
bilmiyorum ama yazı kısa bir film şeridi gibi akarken gözümden benim de bi trenin peşine takılır gibi en son vagonuna son anda yetişip içine kendimi atasım geldi...
güzel yazıydı...film gibi seyrettim...kalemine bereket...
HakkınSesi
Sonuçta o son anda girilen vagonda olma hissi; işte bu güzel..
Sabah okurum demiştim bak sabahı bekledim. Okudum aferin bana alkış..
Ayşeyi öldürdük.. Ebru telefonda..
Arkadaş nerde belli değil belkide labirentin içinde öyle ya hayalet gibi birden daldı hikayeye.
Peki melike kim?
Ayrıca tarot ne ya? El falına noldu?
Üzerinde mastır yapmam gereken bir yazıyı daha ayırıyorum kenara..
HakkınSesi
Sırrakalem
Sahi sen kaç yaşındaydın? 290?