KULAKTAN KULAĞA
ÖYKÜ: KULAKTAN KULAĞA
Yedi gündür bu depoda kilitli tutuluyorum. Nedeni belirsiz bir suçun ağırlığını tüm gururlu erkekliğimle avuçlarımda taşıyorum. Hepsi onların yüzünden… Hep bir karabasan gibi ağırlığıyla ürküten ama hiçbir zaman var olmayanlar… Görevlerini titizlikle yapan ülkesi, şehri, herhangi bir yere bağlılığı olmayan her an her yerde olabilecek olanlar... İnandırıcılığı bir anıt gibi sapasağlam, gözpınarlarımda biriken seslerin sahipleri onlar.
Bir ay önce çay içmeyi kahve içmeye tercih edeceğimi ve şekerin zararlarından bahsettiğimi hatırlıyorum. Göbeği kişiliğinden hep on adım önde giden, uzun, karmaşık sakallarının arasında bitler dolaştığına emin olduğum Müdür Yardımcısı, bu lafımı dilindeki cımbızla çekip almıştı. Ve benim iş yerindeki şekerleri biriktirip bir yerlerde sattığım haberi yayılmıştı.
“Bak delikanlı! Herkes gider ama ben kalırım. Bunu o güzel aklından çıkarma!” Sözcükleri sıçrarken Müdür Yardımcısının fırın küreğini andıran ağzından, öncesinde sekreter kız Semra’ya “Bugün ne kadar da hoş görünüyorsun.” demiş bulunmuştum. Soluğu göbeğinde, her karşısına çıkana “Bizim yeni çalışan var ya, sekreter Semra’ya asılıyormuş.” demişti. Kısa sürede sekreterle aşk yaşadığım, hatta kocasını benim için boşadığı, meğer gizliden de çocuğumuz olduğu -hatta daha da ileriye gidenler olmuştu.- Sekreterle değil de esasen onun kocasıyla aşk yaşıyormuşum!
Sekreter Semra’da geri durmayıp:
“Zaten tuhaf bir adam. Geçen gün işe neden geç kaldığımı anında anladı. Zaten şüpheleniyordum. Demek ki bana takmış kafayı, beni takip ediyor. Birden bire bana demesin mi? “Trafik” Evet, kesinlikle doğru! Trafiğe takılınca geciktim.”
Bir keresinde:
“Çok uzun çalışma saatlerinin insancıl bir yanı yok. Dayanılır gibi değil eve gidince yatağa zor atıyorum kendimi, bir gözümü açıyorum ki sabah olmuş. Dünün kopyasını sergilemeye devam ediyorum.” Muhabbet arasında içimdekileri dökmüştüm ortalığa.
En büyük görevi bahçede oturup sigara içmek olan Sekreter Semra, alık alık bakmıştı yüzüme. Bu lafları kısa sürede sular seller gibi içen Müdür Yardımcısı, hayattaki tek hobisi olan yemek yemeyi yarıda bırakıp şirketin sekiz katını bir solukta dedikodu tütsüsüyle sarmıştı.
“Yeni çalışan, patronlarımıza ve elbette bize hayvan diyor!”
Herkesi efsunlu bir hayret kokusu sarmıştı. En fazla da Müdür Yardımcısını. Öyle ya bir yolunu bulup beni def etmeliydi. Hiç kimsenin aklına gelmeyecek şeyleri getiriyordum. İstediği saatte gelip istediği saatte gitme özgürlüğü göze batsın istemiyordu. Bu işler böyleydi, mademki kabullenmekte zorlanıyordum o halde şirketten gitmeliydim. Milleti galeyana getirmenin ne lüzumu vardı ki?
O yüzden bunca yıllık hünerli tecrübelerini aynı çatı altında toplayıp iz sürmeye salmıştı. Türlü türlü oyunlar oynuyor, dört bir yanı izlenen duvarların ardından bir açık arıyordu. Ufacık da olsa bir açık… Sürekli yanımda taşıdığım mor kaplı not defterimi boş bulunup masanın çekmecesinde unutup lavaboya gitmiştim. Döndüğümde Müdür Yardımcısını kıpkırmızı bir suratla masamda elini kolunu nereye koyacağını bilmez halde bulmuştum. Hiçbir şey söylemeden kalkıp gitmişti. Çekmeceyi açıp baktığımda düşündüğüm şey olmuştu. Defterin orta sayfalarından biri açık kalmış ya da bilinçli olarak açıp bırakılmıştı. Kocaman harflerle “OROSPU ÇOCUKLARI” yazdığım sayfa gözlerimden akıyordu.
İki hafta önce Patron aramış “Nerdesin sen? Nasıl boş bırakırsın yerini? Ben anlamam kardeşim yemek memek! Sıçmaya bile gidemezsin!” deyip çat diye kapatmıştı telefonu. İste bunun üzerine ya etrafı kırıp dökecektim ya da bu cümleyi kocaman ve kalın harflerle yazacaktım. İkincisini seçtim… Son zamanlarda sürekli geç kalıyor bir türlü zamanında iş yerinde olamıyordum. Tam da aradığı şeydi Müdür Yardımcısının beni kovdurmak için. Sanki mahsustan koz veriyordum parmakları arasına pamuk kadar hafif.
Her sabah kapı ağzında, sağ eli göbeğinde sol eli kürdanlı ağzında:
“Kaç kez diyeceğiz sana geç kalmayacaksın diye? Mesai kavramın mı yok senin yoksa burası babanın yeri mi? Kendi suyunu kendin ısıtıyorsun haberin olsun!”
Sözcüklerini ses kaydına almışçasına noktasından tonlamasına, vurgusundan jest ve mimiğine varana dek tıpatıp aynı şekilde tekrarlayıp duruyordu her sabah. Genel Müdür Berrak Hanıma olanları bire bin katarak anlatıyor, o da esas patrona yetiştiriyordu. Politik geçmişe sahip olduğu için kolayca ezberlediği kurumsal ağzını bir salgın gibi çevresindekilere bulaştırmayı başaran bir kadındı.
“Aman bu neymiş ama canım! Biz bir ekibiz, aileyiz. Bu iş ekip işi. Kaldıramayan yapmasın kardeşim!”
“Sormayın Müdürüm, bu herifi işe almakla hata ettiniz zaten. Hatır gönülle olacak şey mi efendim soruyorum size?”
Konuşmanın kaynama noktasında, şirketin dış kapısı açılmış patronun olduğundan yaşlı gösteren ismiyle münhasır olamayan kalınlığıyla “İncesu” buharlaştırıyordu Müdür Yardımcısının ilkelliğini. Çapkın bir bakış fırlattı kızdan yana. Yüzünde inceden bir tebessüm “Ulan ben ne adammışım! Yakışıklıyım herhalde ki patronun kızı bile bana yanık. İstediğim her kadını elde ederim şu cazibem yeter!” Her şeyi ilahi bir güç gibi izleyip anında haberdar olan Patron, benim bile farkına vardığım halde nasıl oluyordu da Müdür Yardımcısıyla kızının ilişkisini görmüyordu hayret!
İçten içe ruhunu okşarken dışarıdan tuhaf hareketlerini yakalayan Ayla Hanım:
“Ne oluyorsun?”
“Bir şey yok efendim. Düşünüyordum şirketimizi nasıl daha iyi bir yere taşıyabiliriz diye.”
“O konu bende.”
Küçümseyen her zamanki serkeş gülüşlerinden birini ardından bırakıp belini tutarak uzaklaştı kadın.
Son olarak yedi sabah önce bodrum kattaki izbe, rutubet kokan bu depodan bozma, dosya yığınları arasında buldum kendimi. Artık yeni görev yerim burasıymış. Şirket Patronu ise ilk defa benimle yüz yüze gelme tenezzülünde bulundu dün sabah. Biraz asabi biraz da otoriter olmaya çalışan bir ses tonuyla:
“İyi oldu böylesi. Zaten sana kaç kez anlatıldığı halde işi kavrayamamıştın. Sormak nedir bilmez misin sen? Başına buyruk, bildiğinden şaşmaz… Her şeye cevap verir…
“Yeni görevinin adı ‘İTAAT ETME VE ETTİRME’ uzmanlığıdır.” dedi.
“İlk defa duyuyorum. Ben becerebilir miyim ki?”
“Yahu boşver sen! Bu kadar detaylara takılma. Niye soruyorsun? Ne yapacaksın ki sana ne?”
Dilim mühürlenmiş zamanlara yolculuk ederken patronum devam ediyordu yanakları volkan alevlerinde koşturarak:
“Sorup durma her şeyi. İşine bak! Benim haberim olmuyor mu sanıyorsun sen? Nefes alsan ben elimdeki aletle takip ederim! Sürekli hata yapıp sakladığını sanıyorsun. Ama bizim gözümüzden kaçmaz! Sen ne sandın burayı? Onu bunu boş ver de sen, yeni görevini eksiksiz yap. Yoksa kendini kapının önünde bulursun. Burası senin nazlanabileceğin bir kurum değil! Ben uyarımı yapayım da gerisine karışmam!”
Nefes nefese sözcükleri sıralarken bir yandan da elindeki aletten gözünü ayırmıyordu. Gözleri yuvalarından fırlarken telefona saldırdı.
“Alo, orda oturmayın diye kaç kez diyeceğim? Maaşınızdan kestim haberiniz olsun! Koridorun ışıkları niye boş yere yanıyor? Söndürün! Ha bir dakka! Gözümden kaçtı sanıyorsunuz ama o kahveler niye azalıyor biliyorum! Hadi iyi çalışmalar!”
Ayaklarının zeminde bıraktığı tok tını, dudaklarımı titretirken çıkıp gitmişti bulanık bilinmezlere. Bense ne olacağını bile bile yedi sabahtır ve bundan sonraki her yedi sabahta bu depoya geleceğim. Rutubet kokan minderime oturup saniyelerin asırlar zamanını bulduğu günleri dolduracağım. Bir gün nefesim soluğuma küsene dek.
BENGÜL ALKAN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.