12
Yorum
23
Beğeni
0,0
Puan
1929
Okunma
’Ümmühan, sakin ol.’’
Sabahın yarı karanlık erken saatinde Sabiha Gökçen Havalimanına doğru beş arkadaş koşuşturuyoruz. Sabırsızlığımı, heyecanımı dışa vurarak ’’sizleri seviyorum, iyi ki beraber gidiyoruz’’ diyerek kapıdaki kuyrukta yerimizi aldık.
Daha önce filmlerde olurdu. Günübirlik zengin insanlar jet kiralayıp akşam yemeğini başka bir ülkede yiyip aynı gün ülkelerine geri dönmeleri.
Yoğun iş temposunda ilk defa kendime zaman ayırmıştım. Aylar öncesi düşük fiyatla aldığımız uçak biletlerine bakarak,
-Hadi şımartın beni diye fısıldadım.
Düşleri tavrında gözüken çocuklar gibi kocaman gülümsemelerle hep bir ağızdan bağırdılar:
- Sen bir tanesin.
Öylesine sakin ve yüzünü hiçbir zaman ekşitmeyen, konuşurken insana rahatlık hissi veren, üstelik de gideceğimiz şehir konusunda fikir sahibi olan arkadaşım Arzu,
- Çok erkenden orada olacağız. Metanet Lokantasında Beyran çorbası içeceğiz dedi.
Hepimiz aynı anda,
-Hayır, biz mükellef kahvaltı yapmak istiyoruz.
Arzu,
-İyi de her gün zaten zeytin-peynir yiyorsunuz. Bu kez değişiklik yapacağız.
Öyle keskin konuşmuştu ki hiç birimiz gık dahi edemedik.
Bilirdik ki dostluklar bir konu hakkında fikir sahibi ve tecrübeli olana güven duyarak peşinden gidilirse güzelleşirdi.
Deli gibi çarpan yüreğimi dinleyerek uçağımıza bindik. Yolculuğumuz yaklaşık bir buçuk saat sürdü. Şehir merkezine giden otobüse binip merkeze vardıktan sonra, yayan çorbamızı içeceğimiz mekâna doğru yürümeye başladık. Dükkânlarını yeni yeni açmaya başlayan esnafların yüzlerinde pırıl pırıl gülümsemeyle sokağa gelen herkesi ’’hoş geldiniz’’ diyerek karşılıyorlardı.
Ara sokaklardan Arzu’nun da az buçuk hatırlamasıyla çorbacıya vardık. Kapının önü ana-baba günü. Bir kuyruk sırası en az bir kilometre. ’’Eee bu ne böyle kaçalım’’ diyecem de diyemiyorum. ’’Bu kuyruk boşuna beklemiyordur’’ dedim içimden. Çorbasını içinler saygı içinde bekleyenlerin olduğunu bildiğinden sırası gelenin oturması için oyalanmadan masadan kalkıyorlardı.
Masaya oturduğumuzda sabahın daha altı buçuğuydu. İşe her sabah erkenden gittiğim için erkenden kalkmaya alışkımdım. Bizimkiler yarı uykulu gözlerle kendilerine gelmeye çalışıyorlardı. Missss kokular iştahsız olanın iştahını açar güzellikteydi. Arzu bir porsiyon çorba istedi, içip içemeyeceğimiz konusunda tereddütlü olduğumuz için yarım porsiyon içelim dedik. O da ne yedikçe yiyesi geliyor insanın, duramadık üstüne bir porsiyon daha istedik. Muazzam yemek kültürüne sahip olan bu şehir daha ilk andan itibaren beni büyülediğini söylemeliyim. İnsanın karnı doyduğunda kendini zaten mutlu hissediyor o an tavandı.
Tarihi konusuna fazla girmeden, kahvaltıdan sonra Gaziantep turuna hazırdık. Gaziantep kalesinden başlayıp, Zeugma Mozaik Müzesi oradan tarihi evlere doğru öğlen yemeğinden önce en son bakırcılar çarşısına dolaştık.
Öğlen yemeğinde İstanbul’da yediğimizin üç katı büyüklüğünde lahmacun, yuvalama, çiğ köfte, mezeler ise mutluluğu en tepe noktasına çıkarmıştı.
Dönüş saatimiz yaklaşmak üzere en son baharatçılar çarşısı uğrayıp istediğimiz baharatları aldıktan sonra hepimiz ayrı ayrı eşimize, arkadaşımıza, ailemize tatlı almak için tatlıcıların olduğu caddeye gitmeye karar verdik.
Tam caddeye girmek üzereydik yetmiş yaşlarında yaşlı bir dedenin kendi ebadından daha kocaman sırtında yük taşıdığını gördüm. Beli neredeyse yere değecek şekilde ufak adımlarla yükünü zor taşıyordu. Yürüdüm üzgün ve düşünceli dönüp arkama baktım yapamayacaktım. Kayıtsız kalamazdım, kalmamalıydım. Geriye doğru koştum, Sebahat,
-Ümmü nereye gidiyorsun
Sadece elimle sende gel işareti yaptım
Sebahat da ardımdan beni takip etmeye başladı
Dedenin yanına vardım
-Dedeciğim soluklan biraz, senin bugün meleğin olmak istiyorum.
Dede yüzüme yorgun yorgun bakıp ne dediğimi anlamaya çalışıyordu.
-Dede bugün sırtındaki yükten başka hiçbir şey taşıma. Kazanacağın bütün paranı ve masrafını ben vereceğim.
Bir yandan dedenin gitmemesi için konuşuyorum diğer yandan da çantamın içindekini selpaka cüzdanımda olan tüm paramı koyuyordum.. Sebahat da olduğumuz yere varmıştı. Alışkanlık edindiğim bu durumu bildiğinden o da cüzdanında olan tüm parayı bana doğru avucunun içinden uzattı.
-Dede bu bizim sana hediyemiz. Sadece senden dua istiyoruz.
O anı ve dedenin yüzündeki nurlu gülümsemeyi hiç unutamam.
Kardeşimle ikimiz tüm paramızı dedeye vererek diğer arkadaşlarımızın yanına doğru yürüdük.
-Arzu paran var mı dedim, benim hiç param kalmadı.
Arzu,
-Allah senin iyiliğini versin. Yine duramadın son kuruşuna kadar verdin değil mi? Kız yaşlanınca kim bakacak sana. Ben kime diyorum ki. Öyle yüzüme tatlı tatlı bakma.
-Borç verir misin? Şirketteki arkadaşlarım baklava ısmarladı, baklava alacağım.
-Ümmü sen delisin. Seni çok seviyorum
- Bendeeee
Sadece işyerimdeki arkadaşlarımıza fıstıklı baklava alırken arkadaşlarım Gaziantep’e özgü tüm tatlılardan aldılar.
Ertesi gün ofise geldiğimde güvenlikçiler, adıma kargo geldiğini söyledi.
Gittim danışmadan kargomu almaya birde ne göreyim Gaziantep’te görevli olduğumuz bölgede sezonluk çalışan personelimiz eşinin yaptığı tatlılardan, baharatlardan, kurutulmuş sebzelerden, salçalardan oluşan yüklü koli göndermişti.
O an annemin sözü ve öğüdü aklıma geldi,
’’Veren el, alan elden üstündür.’’
Annem ellerim tıpkı sana benzeyecek. Emanetini devraldım.
Ümmühan Yıldız