- 1164 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
Gül ve Diken
Doğduğu ay olduğundan mı, yoksa kimliğini en çok besleyen çağ olduğundan mı bilinmez!..
Aşkın, umudun, ışığın olduğu kadar mayısın da tutkunuydu; fakat eylülün mahkûmuydu. Ekvatorla kutuplar kadar zıt, sarmaşıklar gibi iç içe olan bu hâl, onu kâh ateş olup kahreder, kâh bayram gibi sevindirirdi.
Gülün ayı mayısla birlikte gönlünün ve tabiatın bin bir cilvesine şahit olmak, mutluluğun ta kendisiydi; ama ya eylül?
Ah, eylül!.. Kalbinin gül kremine dönüşen bir yarısı "ohh, mayıs!.." deyip neşeyle çağlarken; diken korkusuna saplanan diğer yarısı "off, eylül!.." diye karalar bağlardı.
"Yaz bitmesin, güz gelmesin, içimin güneşi hiç sönmesin." derdi hep.
Lakin eylül, yanık hıçkırığı, sarımtırak sedası, mahzun çehresiyle yine gelir, yine gelirdi. Karayel kulaklarında uğuldar, arabesk şarkılar diline dolanır, yüreği kırık hançerlerle dağlanırdı.
Acı ve hazan, sarı ve turuncu, hoyrat fırçasının her tondan ucunu, her köşeye dokundururdu. Asırlık bir büyü bozulmuşçasına hayalet gibi bakakalırdı. Dut yemiş bülbüle döner, “durun” bile diyemezdi gidenlerin ardından.
Bu iç karartıcı tablonun alt köşesine çekilir; sevdasını ve hayallerini, gönlü örselenmiş hicret kuşunun kanadına bağlar; “bir çığlık” tüttürürdü.
Böylesi zamanlarda hiç şiir okumaz; gurbet, hüzün veya ayrılık şiirinin, tepeden tırnağa ete kemiğe bürünmüş hâli olurdu. Özelikle ikindi vakitlerinde iyice düğümlenirdi ıstırabı.
Veda busesinden ürperen ellerini ovuştururken "Can fideymiş, canlılık vadeymiş, zaman perdeymiş meğer!.." derdi.
Dalar giderdi sıtmaya tutulan bir yaprağın girdabında. O yaprak ki aynasıdır matemin. O yaprak ki sarp dağların yankısıdır.
Mevsim, kırk yıllık muhal bir sevgili gibi sonbaharın paslı kucağına yığılıp kalırken, onun da gamlı yüreği enkaza dönerdi. Elde mi hüzünlenmemek?..
Deniz bulanık, sis sinsi, rüzgâr asi.
Anladım ki kulluk,
Limana kadar hep yokuşmuş.
Edep çizgisinde, ebed semalarında
Titrek bir kuş olsa da varlık gemim,
Kuşanarak azmin kemendini
Mayısa dek giderim.
Sevdam, kalbimde biricik fenerim...
Güz göçlerine karışan gün yanığı ağıtlarını; gazele mi sarsın, kasideye mi dolasın, yoksa mesneviye mi bulasın, bilemezdi.
Toza, toprağa, hasta yaprağa karışan birkaç damla yaş… Yaşı kaç olursa olsun, bir türlü kaçamamıştı bu trajik sahnelerden. Bu trajik sahnelerle yoğrulmuştu ruhu.
Amansız vedalar, iç çekişler, mum gibi eriyişler, çaresizce çekip gidişlerden sersemleşirdi. Kırık bir kadehte “hıçkırık” olmaktan kendini kurtaramazdı. Bu hengamede onu hayata bağlayan tek pamuk ipliği “mayıs düşü”ydü.
Yoksa, okuduğu romanın sınırlı sahifeleri arasında kaybolmasını istemediği -tarih ve mekân notu düşerek- daha kaç çiçeği ve yeşil yaprağı muhafaza edebilirdi ki?!..
Onun gözünde mayıs, masmavi hayallerin, zümrüt sentezlerin, sılada dinlenişin, kendine gelişin, bal gülüşün, yâr kokusunun, huzur sofrasının, vuslat şerbetinin, yeniden dirilişin sembolüdür.
Hüzün ile hazzın, ateş ile suyun, gece ile güneşin, dağılma ile çoğalmanın, çamur ile hamurun kavşağında mühim bir kavis, hayatî bir akorttur.
Efsunî renklerin elmas şafağında
Doru atlara biner bakışlarım.
Sevda meltemiyle silinir,
Müzmin, kara kışlarım.
Güzün yüzünden düşen yorgun, bulanık, dokunaklı yaşların yerini, mayısta dupduru, bereketli ve şifalı kırk ikindi yağmurları alırdı. O da bu yağışlarla arınır, ferahlar, tomurcuklanırdı.
Ne muhteşemdi, mayıs şahininin kanadına bağdaş kurabilmek… Hele gönlünü çalan kıza, gökte uçan yıldıza, dalda parlayan kiraza, yolunu gözleyen yaza, minik kuzuya, iğde kokusuna, ekin tarlasındaki gelinciğe "merhaba" diyebilmek…
Güller, ah o kıpır kıpır, kıvır kıvır, rengarenk güller… En çok mayısta alırdı aklını başından. Anlamını en çok mayısta bulurdu yitik kelimeler atlasından.
Mayısın havası, suyu, kokusu, ruhu güldür. Mayısta gülümsemek, bu kadar mı yakışır!?. Gülünce yüzünde güller açılır insanın.
Mevsimle birlikte her gülü öper, koklar, bağrına basardı içindeki çocuk. Bağda, bahçede, kırda, dalda değil de gönlünde açardı sanki her tomurcuk. Gül sağanağından sırılsıklam ıslanır, ser-mest olurdu. Kendini aşk çağlayanına bırakıp huzurun, cezbenin en olgun hâlini yaşardı.
Hicran değil, ağu değil,
Hiçlik hiç değil,
Yürek yangınımız "gül" olsun diye
Kana kana ab-ı hayat içeriz.
Aşkımızın çağlayanı, yolumuza sebil...
Bütün çiçekleri severdi, çünkü gülü severdi. Rengi, şekli, kokusu, edası bir yana; manası çok yüceydi gülün.
Gül; bülbüle, sümbüle, kaküle; hatta yola, dile, bala kafiyeydi. Sevginin, sevgilinin sembolüydü. Sadece bülbülün değil, tüm çiçeklerin sultanıydı. Her yanık, yaralı ve sevdalı gönül, gülün hayranı, müştakı ve âşığıydı.
Gül, aynı zamanda güzel kokusu, göz alıcı güzelliği ve ihtişamıyla Mutlak Güzelliği kemal derecesinde yansıtan Peygamberler Peygamberinin (sav) de simgesiydi.
Peygamberimizin terinin gül koktuğuna, gülün kokusunu Allah Resul’ünün yanağından aldığına inanılır. Yunusça bir ifade ile “Gül, Muhammed teridir.”
O’nun (sav) yüzü, yanağı ve kendisi “gül”dür. Kokusu “gül kokusu”, iklimi “gül bahçesi”, sırtındaki peygamberlik mührü “gül tomurcuğu”, kabri “gül bahçesi”, insanlığa tebliğ ettiği mukaddes kitabı da “gül tohumu saçan sandık”tır.
Risaletle görevlendirilmesi de goncanın güle tebdili olarak görülür.
Hz. Ali’nin son nefesini vermeden önce bir deste gül istediği, bunu kokladıktan sonra ruhunu teslim ettiği rivayet edilir.
Bulunca gamlı dudağımızda
Dil-ruba sakinin gonca kadehini,
Ezelî dostum bülbül ile
Söyleşiriz mutluluk bestesini.
Mest olup kendimizden geçeriz.
Ortada bir “gül” varsa; o gülün o destansı güzelliğine meftun olan, aşkı uğruna sürekli inleyip ah-u efgân eden bir de “bülbül” vardır.
Gülzârı dolduran koku, renk ve ışık harmanında, bıkıp usanmadan güle övgüler yağdırır; aşkını, iştiyakını terennüm eder bülbül.
Çünkü sevdiğinin yakınında olmak, etrafında dolanmak, görmeye ve görünmeye çalışmak, apayrı bir şevk ve vuslat arzusu verir aşığa.
Gülün nazından, dikenlerin ıstırabından perişan olsa da sabır ve metanet gösterir. Hatta bu uğurda canını hiçe sayar.
Güzelliğin, zarafetin ve inceliğin diğer adı olan gül, her devirde üstün tutulmuştur. Harika rengi, sevda yüklü kokusu, nazenin yaprakları, emsalsiz güzelliği ve sonsuz ışıltısıyla hayatın sürekli merkezindedir.
Bahçe, balkon, sofra ve sohbetlerin baş tacı olduğu kadar; şiir, kültür, sanat, inanç ve tasavvufun da baş tacıdır. Şâir, yazar, ressam ve müzisyenlere ilham kaynağıdır.
İşte eylül; illetin, hüznün, matemin nasıl dibe vurmuş hâli ve külün mevsimiyse; mayıs da aşkın, umudun, mutluluğun, coşkunun, şifanın, zindeliğin zirveye ulaşmış hâli ve gülün mevsimidir.
O da biliyordu, mümkün değildi zamanı çivilemek. Gezgin bir dervişti zaman ve heybesinden eksik olmazdı hiçlik hiçbir zaman.
Bir tren uzun süre aynı istasyonda kalamazdı. Elbette yılın her ayı, günün her ânı mayıs tadında olamazdı. Her sultan gibi Sultan Mayıs’ın da saltanat atı gün gelir tökezlerdi.
Ama olsun, sürekli dönüyordu mevsim şeridi. Her “eylül kâbusu”nun ardından mutlaka yeni bir “mayıs şafağı” sökün ederdi.
Daraldığı zamanlarda gönlünü Hızır çeşmesinden doldurduğu bu teselli ile serinletir, ufkunun bir köşesine mayıs şafağının hayalini resmederdi.
Önemli olan eylül tufanına yakalanmak değil; çile, azim, sabır, dua, umut ve tevekkül şemsiyesini baş ucundan eksik etmemekti.
Bugün küle dönen, yarın tekrar güle dönebilirdi. Ne şekerden vaz geçilebilir ne tuzdan. Hayatın tadı için ikisine de ihtiyaç vardı ve “mayıs gülü”ne ulaşabilmek için “eylül dikenleri”ne katlanmak icap ederdi.
*****
(04/01/2021 tarihinde, Ihlamur Dergisi’nin 106. sayısında yayınlanmıştır; yıl:13, sayı:106, Eylül 2021, sayfa:32-33-34)
*****
(Yazılış ve düzenleme tarihleri: 24/09/1997, Ardahan; 08/05/1998, Antakya; 09-16/05/2001, Suluova)
(Mısraları bu denemeye alınmış olan “Sevda Ufkuna Doğru” adlı şiirin yazılış tarihi: 13/12/1997, 11:32; Dış kapı nöbeti, Ardahan)
(Başlık: Diken ve Gül” iken “Gül ve Diken” olarak değiştirildi; 02/05/2021, 06:48; Kocasinan, Kayseri)
(Son tashih zamanı: 07/12/2021, 03:27; Kocasinan, Kayseri)
*****
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.