- 347 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Bir Savruluş Hikâyesi
Bir Savruluş Hikâyesi
Önce düncel: Lise son sınıf öğrencisiyken tanıştığım Bursalı bir arkadaşım var; yaşça benden küçük fakat cüsse olarak neredeyse benim iki katım. Yumuşak huylu ve insancıl olmasına rağmen mafya filmlerindeki Baba’nın birinci yardımcısına yani birinci katile benzediği için itici ve ürkütücü bir tipe sahip.
Arkadaşım ilkokul son sınıfta girdiği sınavlar neticesinde öğretmen okulunda parasız yatılı okuma hakkını kazanmış. Fakat son sınıfa geçtiğinde Ecevit hükümetinin aldığı bir kararla öğretmen okulları, öğretmen lisesi hâline dönüştürülmüş ve dolayısıyla binlerce öğretmen okulu öğrencisi gibi arkadaşımın da öğretmen olma hakkı elinden alınmış. O da mecburen üniversite sınavlarına girip İstanbul Üni. Edebiyat Fak. Tarih bölümünü kazanmış. Çocuk fakir ve kimsesiz, “Anadan öksüz, babadan yetim” derler ya, işte o misal… İlkokul son sınıftayken annesini, lise sondayken babasını kaybetmiş. “Simit satarım, ayakkabı boyarım, hâlde hamallık yaparım; öyle veya böyle mutlaka bitiririm fakülteyi,” diye düşünerek tahta bavulunu kapıp geliyor İstanbul’a.
Gelir gelmez de bir şok geçirip aklı başına geliyor. Niçin derseniz…
70’li yılların ortaları… Anarşizm yılları… İstanbul üç buçuk milyon nüfuslu koca bir metropol, Anadolu’nun küçük kasabalarına benzemiyor; her şey ateş pahası. En önemli mesele nerede yatıp kalkacağı… Yurtlarında kalabilmek için müracaat ettiği Kredi Yurtlar Kurumundan 1642. yedeksiniz diye resmî yazı gelmiş. Özel yurda girmek istemiyor çünkü hem pahalı hem de bazıları tarikatların, birçoğu ise siyasi grupların hâkimiyetinde. Ev bulmak imkânsız çünkü ev sahipleri “anarşist olabilir” endişesiyle üniversite öğrencilerine ev vermiyor.
Sevgili okuyucular, burada antrparantez açarak güncele geçmeliyim. Malumunuz olduğu üzere iki haftadır basın yayın organlarında üniversiteli gençlerin barınma sorunları tartışılıyor. Devlet yurtlarına giremeyen gençlerin tarikat ve cemaat yurtlarına mahkûm edildiği yorumları yapılıyor. İstanbul’da kiralık ev bulunamadığından, özel yurtların ise yıllık 20 bin lira gibi yüksek ücretler istediğinden söz ediliyor.
70’li yıllardan 2020’li yıllara… Tam elli yıl, yani yarım asır… Öğrenci barınma sorununun elli yıldır çözülemeyişi ne acı değil mi?
90’lı yılların başında Bursa’da bir kahvehanede tesadüfen karşılaştım bu arkadaşımla. Elindeki James Bond çantasıyla saat satıyordu. Bana üç dört saat boyunca hayat hikâyesini, özellikle İstanbul günlerini anlattı.
Planladığı gibi fakültede dersler başlamadan önce seyyar simitçilik yapmış, son dersten sonra ise Sultanahmet’te turistlere tespih satarak geçinmeye çalışmış. Birkaç ay bir arkadaşıyla beraber kiraladığı Küçükköy’deki bir gecekonduda kalmış. Arkadaşına KYK yurtlarından birine girme hakkı verilince her şey alt üst olmuş. Kirayı ödeyemediği için bir gece vakti yaka paça, tekme tokat evden atılmış. O da elinde tahta bavuluyla rüzgârın savurduğu yere doğru yola çıkmış.
Rüzgâr, dalından kopan yaprağı nereye savurur dersiniz?
Elcevap: “Ya dereye ya çalıya ya da çamura…”
Arkadaşım da çamura savrulmuş tabii… Bu çamur; hal yakınlarında genellikle hamalların, üçkâğıtçıların, kumarbazların kaldığı sudan ucuz bir otelmiş. Üzüm üzüme baka baka kararır derler ya, geçinebilmek için sigara kaçakçılarının torbacılığını yapmış, kumarbaz çetelerle iş birliği yapıp kumar masalarında adam soymuş; dövmüş, dövülmüş, yaralanmış, hapse düşmüş. Kısaca öğretmen olma hayalleriyle geldiği İstanbul’da harcanıp gitmiş.
Arkadaşımın acı ve ibret dolu hikâyesi beni çok etkilemişti. Birkaç ay süren kurgusal hazırlıktan sonra “Rüzgârın Savurduğu Yere” başlıklı hikâyemi yazdım fakat “70’li yılların sorunu, güncelliğini yitirdi,” diye düşünerek herhangi bir dergiye göndermedim. 2020’de dergi köşelerinde kalmış hikâyelerimi “Kayıp Balkon” isimli kitabımda toparlarken istemeyerek de olsa bu hikâyemi de kitabıma aldım. Şimdi anlıyorum ki tamamen güncel bir konuya değinmişim; bu yönden çok mutluyum fakat yurt sorununa dikkat çekmek isteyen öğrencilerin parklarda yatması sebebiyle mutsuzum.
Arkadaşımın bana anlattıklarından esinlenerek yazdığım hikâyeden bir paragraf:
“Aslında benim derdimin çözümü çok basitti. Tek derdim bir yataktı, sadece bir yatak… Devlet yurtlarından birinde bir yatağım olsaydı, yayından fırlamış ok gibi okula uçar, en ön sıraya oturup not alarak dersleri dinlerdim. Beni altı sene yatılı okulda okutan, üç öğün karnımı doyuran; elbisemi, çorabımı hatta donumu dahi veren devletin İstanbul’da bana bir yatak dahi vermeyişi, beni arayıp sormayışı çok garip ve inanılması güç bir gerçekti. Edirnekapı Erkek Öğrenci Yurdu’na veya Topkapı’daki Atatürk Öğrenci Sitesi’ne gidip müdüre yalvarıp yakarsam “Somyanız, yatağınız yoksa bile üç metrekarelik bir yer gösterin, bana yeter; sığınağa, koridora veya tuvaletin önüne de razıyım; yatağımı yorganımı kendim alırım.” desem sonuç ne olurdu? Elbette ki kocaman bir sıfır… Sonuçta yurt müdürü dediğimiz kişiler de birer devlet memuruydu ve yönettiği kuruma, kapasite dışı öğrenci alamazdı. Murat 763’üncü yedek olarak yurda girebilmişti, bense 1642. yedektim. Benim önümde yaklaşık bin kişi daha vardı. Mümkün değil, bana bu yıl sıra gelmezdi.”
Son söz:
Herkesçe malumdur ki ülkemiz petrol veya doğal gaz zengini bir ülke değil. Bizi ayakta tutan dinamik genç nüfusumuzdur; dolayısıyla iş başına gelen her hükümet gençlerin eğitimine yatırım yapmalıdır. Ve yine biliyorsunuz ki on beş yirmi yıl boyunca inşaat sektörü sürekli desteklendi, zaman zaman ülkemiz şantiye alanına döndü. Sektörde bunca gelişme yaşanırken öğrenci yurtlarının ihmal edilmesi çok şaşırtıcı.
“Acaba yeni Fetöler mi yaratılmak isteniyor?” diye düşünmeden edemiyor insan.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.