- 804 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
'pantolon'
‘Ey hayat, çaresizlere ne uzun gelirsin, mutlulara ne kısa.’
Publilius Syrus
***
‘Ljubljana’da ben de dört ay kaldım.’ Bu adama karşı insanların içi bir türlü ısınamadı gitti. Ben her zamanki gibi nötrüm. İnsanlarla kavgam yok, olmasına bir sebep de bulamıyorum. Slovenya üzerine konuşuyoruz. Bu bahsi açmama sebep olan şey, ‘beneficium accipere libertatem est vendere’ söylemini hayatına şiar edinmiş adamın kısa Avrupa tatili. ‘İmkânım olsaydı dönmezdim’ diyor. Dönüşünü kıymetli kılacak bir sebep sunabilseydim keşke, en azından kalışına dair kaygılarını hafifletecek yeni bir mevcut durum oluştururduk. Dört ay Slovenya’nın başkentinde yaşayan adam anılarını anlatıyor. Fazlasıyla utangaç bir adam, mazisindeki detayları bile anlatırken utanıyor. Anlıyorum ve yer yer gülüyorum da! Deniz sakin, bugün ben bile ikinci kaptan olabilir ve reisi dinlendirebilirim. Kamara senin olsun ey denizler fatihi! Dümen ben de, kıçtan dönüş yapacağım rahatına bakabilirsin. Fazla konuşunca saçmalıyorum. Bu değişmez gerçek karşısında konuştuğum ne varsa acı bir pişmanlık deryası olarak geride beni bekliyor. Geriye adım atamamak ayrı bir felaket ancak değiştirilmeyecek pişmanlıklar yüzünden canımı fazlasıyla sıkıyorum. Üstüne bir de ansızın motosikletin tekeri patlıyor ve yere kapaklanıyorum. Yan apartmandan bir emekli yardımıma gelmek istiyor. ‘Bekle’ diyorum, ‘ben geleceğim.’ Acı eşiği beni huylandırıyor. Keyifle sekiyorum. Bir kuş gibi sekiyorum, kanatlanacak bir kuş gibiyim. Emekli adam beni başta tanımıyor. Sonra durumumu izah ediyorum. Birkaç ay önce yine konuşmuştuk, ben şurada oturuyorum diyorum. Başıma bir şey gelmeden bu sokakta birileriyle konuştuğum azdır. Başkan ve bakkal harici, sahi başkan nerelerde? En son bir şişe şarap içinde balık oluvermişti. Yıllardır yaşlı annesiyle beraber sahile gezmelere çıkan uzun boylu kadınla da arabama çarptıklarında konuşmuştuk. Onun tavsiyesiyle bir tamirciye gidivermiştim. Ruhum metanetini korumazsa, yakında yine sokaktan biriyle konuşmak zorunda kalabilirim. Bu sefer kalp doktoru tavsiyesi alabilirim.
Affediyorum. Her şeyi affedebiliyorum. Ettiğim ve saydığım tüm küfürler cabası, onlardan dolayı da pişmanım ama yine de affediyorum. Publilius Syrus’un ‘Düşünceler’ kitabı avuçlarım arasında. Öyle bir yerde kitaba açıp bakıyorum ki, az ötede uygulama yapan jandarmayı işkillendiriyorum. Az önce yemek yediğim yerde birkaç Suriyelide vardı. Güzel bir tesadüf ancak tesadüflere inanmayacak kadar da tutkularına yenik düşen biriyim. Garson sayıyordu et çeşitlerini. Marine edilmemiş, sert ve tabakta küçücük duracağını bildiğim, dişlerim arasında kayış gibi çiğneyeceğim ‘bir porsiyon antrikot’ yanıtını veriyorum. Et gelene kadar salatayı resim yapar gibi çoktan yemiş olacağım. Çünkü açlık ve yalnızlık bunu gerektirir. Limonun çekirdeklerini çatalla zorlanarak da olsa tabaktan çıkarırken, benden kalacak tüm pislikleri gözümü kestirdiğim ayranın plastik bedenine sığdıracağım. Bu gereksiz yaşamın bana sunduğu bir davranışı yerine getiriyorum. Çöpçü var diye yere çöp atılmaz. Garson boşları toplayacak diye koca masanın üzeri dağıtılmaz. Evde bir kadın var diye, bütün ev işleri ona bırakılmaz. Az sonra üzerinde reflektör yelekli jandarma erinin kolu benim için kalkıp ‘sola, sola’ diye hareket edip duracak. Neşet Ertaş’ın sesini kısıyorum. Kitabı ve sigarayı yan koltukta montun altına saklıyorum. Geçmişten gelen bu alışkanlıktan kurtulmam zor. İşlemler kısa sürüyor. Yol aldıkça hızlanıyorum, hızlandıkça gittiğim yola beton bariyerlerin üzerinden bakıyorum. Bu yol diyorum, işte bu yol Ayşe’ye gidiyor!
Yol varsa, bu bir devam etme zorunluluğu barındırdığı için midir? Biraz daha gidiyorum. Gittiğim yolları kimseye söylemeyeceğim. Bacağımdaki hafif ağrıyla uğraşacak durumda değilim. Bir süre sonra nasıl olsa başka bir şehrin sınırları içine gireceğim ve o zaman kendime yeni bir sahil şeridinde, oturup çay içeceğim mekân bulurum. Betonu olmayan bir mekân bulduğum için gülümsüyorum. Bu hafif gülümsemem, yüzümü çaycıya doğru kaldırıp ‘su bardağında çay alabilir miyim’ dememle sonlanıyor. Söylemimi rahatsız edici bulsam da, gerçeği yansıttığı için itiraz etmiyorum. Belki de adamın su bardağı yoktur, fincanda çay veriyordur. O zaman ‘su bardağı’ yerine, ‘çay alabilir miyim, yalnız büyük olsun’ mu diyeceğim? Tabi, çay biraz daha avamca geliyor, kahve olsa ‘double’ denir, benim bardak sorunsalımdan uzakta rahatça kahvenin masaya gelişi beklenirdi. Tertemiz, çiziksiz bir su bardağı içerisinde duran koyu kırmızı çaya bakıyorum. Bardağın üzerinden havaya karışan buhara avucumu yaklaştırıyorum. Sigaramın külü ha düştü ha düşecek! Kitabı montumun iç cebinden çıkarıyorum. Yine başladım montun içinde kitap taşımaya. Aslında üzerimdeki montla olacak iş değil, bana yeni bir mont lazım. Bunun içinde tezgâhtarların bana gözlerini dikmeyecekleri bir mağaza lazım. Yoksa ikide bir yanımda getirdiğim kitabı montun iç cebine sokup çıkarırken garipsiyorlar. Hacimsiz bu kitabı Salih abinin sahafında bulmuştum. Uzun süredir onunda yanına uğramıyorum. Benim için bu hayatta çoğu şey ‘uzun süredir’ kavramıyla yaşandığı için içerlendiğimi söyleyemem ama yine de kırıcı hissettiriyor. Yalan söyleyişlerim, yalanlarıma bulduğum kılıfları gözümün önüne getiriyorum. Publilius’un tek atımlık sözleri arasında uzunca düşünme aralığım var. Denize bakıyorum, dalgalı. Kuşlar havada alay edercesine uçuyorlar. Biri az önce elektrik direğinin üzerine iniş yaptı. Yine de mağrur, bakamıyorum gökyüzüne. Doğanın her an değişen ama aynı manaları içeren özlü sözleri önümde duran kitaptan daha ağır. İçimde beni huzursuz eden şeyi adlandıramıyorum. Fiziki acı bile bu huzursuzluğu geçiremiyor. Bacağıma dokunuyorum, iyi mi; iyi fakat ruhumun neresine dokunup bu küçük diyaloğu yaşayabileceğim? Bir cümle üzerinde parmağım duraksıyor: ‘ Sevip aklı başında olmak ancak bir Tanrıya vergidir.’ Kiralık bir hayat içerisinde ölümden sakınmıyorum, aşktan sakındığım kadar! Aşkı, bir kuşun kendi tüyüyle şiir yazmasına benzetirim. İhtimal ki imkânsız olsun! İhtimal ki biri aşkından hastayken, diğerinin umurunda olmasın ve böylece kendi tüyünü gagasında taşıyan kuş, yalnızca o tüyden kurtulacağı ana kadar şiir yazma ihtimaliyle yürüsün, uçsun…
Genel huzursuzluğa binaen birkaç kelam söylenebilir. Akşama Galatasaray’ın maçı var ve büyük ihtimalle kaybedeceğiz. Ne zaman bir şeyi çok arzulasam, o arzuya ait nesneyi veya o her neyse, onu yitiriyorum. Yitimlerin içinde genel huzursuzluğa pekiyi bir şekilde insan dayanım gösterebiliyor. Bu durum bir haliyle insanı umursamaz, vurdumduymaz biri olarak gösterebilir ki, aradaki ince fark yaralayıcı. Genel huzursuzluk ‘bu ülkenin’ özeti. Olgunlaşmayan o kadar çok şey var ki, birbiri ardına acı veren bir yaşamın talebesi olmaktan kaçamıyoruz. Ödünç verilen hayatı uzatan bu acılığın karşısında mutsuzluğu dert edince, insan ilk adımında yanlış deliğe düğmeyi geçirmiş oluyor. Çaycı araya giriyor ‘tazeleyeyim mi?’ ‘Aynısından’ yanıtını veriyorum. Uçlu kalem kitabın ayracı, kaldığım yere dönünce sıkıldığımı fark ediyorum. Kitapta o kadar çok boşluk var ki, Ayşe’ye yazmadığım ne varsa o boşluklara sığdırabilirim. Onun kulakları kapalı, benim ağzım ve bir yol biliyorum, sade, yalın bir yol. İnsanın düşüncelerini yüzüyle beraber çevirip baktığı yolda, kaderin ağları duruyor. Kadere en fazla kendim kadar inanabiliyorum, fazlası zararlı. Toplum içinde ‘ya, işte kader’ söylemi beni o kadar rahatsız ediyor ki, hayatın işlevsel tarafının ‘ölüm’ sonunu unutan bizler adına kaderi kendi yastık savaşlarımız arasında toz içinde bırakıp duruyoruz. Bir yaratıcıya ait olan inancımı, yatak odasının duvarında, baş üstünde renkli, parlak kumaş içerisinde duran Mushaf’a benzetiyorum. Kendimden soyutlandığımı iddia edemeyecek kadar yaşadım ancak unutamadığım bazı yaşanmışlıklar boğazımı düğümlüyor. 1995’in sonbaharı mıydı, sanırım; gülüp geçiyorum.
‘Ayşe, nasıl da ağrılarla dolusun şu an ve sana yardım etmek isterken ellerim hissiz bir şekilde kitaba bakıyor.’ Ayşe’yi bile sıkıyor olmalıyım. Karşımda olsa, pardon yanımda olup denizi seyretmek isterdi, ona bir kitaptan çıkmış gibi cümleler söylesem bunalırdı. Benim kadar olmasa da Ayşe’de sıkılgan biri. Ben sıkıldığım an daha durağanlaşırken, o sıkılınca hareketleniyor. Devam ediyorum: ‘Ayşe, bazen insan beş dakikalığına da olsa uğramak ister ya, uğrayamaz hani sevdiklerinin yanına; işte böyle durumlarda daha bir yorgun hissedersin. Yorgunluğumu atmam için bana suni sebepler sunanlar bile var. Belki de hâlâ acı çekmeyi seviyorum. Hüzünle donattığım hayatımın surlarını yıkacak bir seli bekliyorum.’ Ne de esrik ve süslü cümleler bunlar! Aman Tanrım, gözlerim yaşaracak. Şu tamlama nedir Allah aşkına:’ Hüzünle donattığım hayatımın surlarını yıkacak bir seli bekliyorum.’ La Rochefoucauld’un gece âlemlerinde kadeh mi kaldırdın soylular arasında? En azından bir gün, bu Fransız’ın aşk üzerine yorumuna katılmıştım. Ara ara kendimi soylu sınıfı içerisinde görüyorum diye küstahlık etmiş sayılmam. Bizi ayıran şeylerin imkânsızlığına iç geçirip, heves etmiyorum. Fakat iyi bir dünyayı kemiren tiranın azı dişlerinin gölgesiyle yaşadığımı inkâr edemem. ‘İncindiğim kadar incitmeyi düşünmemiş aklımın, sakin bir şekilde toprağın altına difüzyonunu hayal ediyorum. Kim bilir daha neler hayal ediyordum da, artık hayalden bile uzağım! Öylesine yorgunlukla dolu ağrılarıyla beraber bir girdap içinde sıkışmışlığın verdiği bu kasvetten nasıl da kurtuluruz sence?’ Ayşe’ye sorduğum şeye gülüyorum. Yazıyorsam, yaratımında katkım vardır. En azından payıma düşebildiği kadar ve kelime oyunumu aptalca buluyorum:’ La havle la roşfuko!’ Ayşe karşımdaymış gibi anlatıyorum: Demek istediği şu ki; aşk bir dostluğun ürünü değil, nefretin ürünüdür. ‘Gözlerin güzel’ diyorum. İnanmıyormuş gibi bakıyor. ‘Bir insanın gözleri renkli olunca mı güzel oluyor? Zaten ondan bahsetmiyorum bile. Benim demek istediğim topluca, her yönüyle, kapağı, altı, kıvrımları, izleriyle.’ Nankörlük ediyorsun Ayşe. Bir süre daha gözlerini çevirmeden bakmalıydın. Senin de iyi bilmen gerekir ki, nankörlük sevginin mezarıdır. Boşluklar doldukça can sıkıntım artıyor: ‘O güzel gözlerinle son kez gülümse. Acını alalım ve gömelim toprağa. Yüzünde iyileşen bir gülümseme doğsun. Sanki hiç tükenmeyeceğini sandığımız bir mutluluk yağmuru altında ıslanalım. Ne tek bir şemsiye ne de başka bir yüz…’
Güzel bir öykü ilerliyordu kaldırımdan. Üç su bardağı sıcak ve taze demlenmiş sayabileceğim çaydan içtikten sonra on sekiz lira ödeyip, kendimi sahile attım. Her şeyi bu kadar derinden yaşamamış olmayı dilerdim. Çünkü ilerleyen öyküden nefret etmeye başladım. Üzerindeki siyah pantolona gözlerim asılı kaldı. Gözlüğümü çıkarıp gömleğimin ucuyla sildim. ‘Ayşe mi bu’ dedim, ‘Ayşe olabilir miydi sahi?’ Detayları gözlerimden kaçırmıyordum. Çok geçmeden yüzünü gördüğüm kadın denize doğru yürüyordu. Evet, Ayşe değildi ama Ayşe gibi giyinmişti. Bazen dayanamayıp ‘evet, bunu Ayşe’ye hemen anlatmalıyım’ dediğim ne çok şeyden vazgeçtiğimi Ayşe bilmez. Ayşe burada var olan mitlerden de, arketiplerden de habersizdir. Nasıl olsa Julio Cortazar gibi mırıldanamayacağım. Bu bilişin garip bir baş ağrısını taşıyorum. İki sevgili gibi, yol ve kaldırımlar; biz yağmura, denize sevdalı çocuklarız. Birazdan öyle utanacağım ki, Allah kahretmesin! Kadının denizin içinde yürüdüğünü fark edince ‘durun’ diye bağırdım, ‘yapmayın, ne olur geri dönün, intihar etmeyin!’ Kadının bakışlarından ürkmüş bir halde arkamdan bana yaklaşan adımlara ait sesler duydum:’ ‘Ya abicim ne yaptın, kadraja niye girdin ya? Öğlenden beri hep aynı şeyi yaşıyoruz. İyi ki bir kısa film çekelim dedik ha!’ Yabancılık hissine alışkın olsam da, bu sefer yabanice hissediyordum. Ayşe’nin pantolonundan giymiş diye gözlerimin ve sonra ayaklarımın koşar adım takip ettiği kadından da özür dileyip, dört dal sigara uzattım. Beş kişi kumların üzerinde ayakta sigara içiyorduk. Kadına ‘ıslandınız, üşümüyor musunuz’ diye sordum. Gülümseyerek ‘yo yo’ dedi, ‘su geçirmiyor bu pantolon ama siz beni kurtarmaya kalkmasaydınız sanırım bu sefer çekimi bitirecektik.’ Yanaklarımda beliren kızarıklığı saklayacak durumda değildim. İyi niyetimden ötürü ekibin işini baltalamıştım. Ah şu iyi niyetler, sebep olduğu soğukluklara nazaran ölümün soğuk yüzü bile daha çabuk ısınıyor.
Sağımda yoktu, solumda. Doğumda kalıyordu, batım yakında. Her şeyi geride bırakıyordum, kitap ve içinde yazılanlar haricinde. Bahçede on tane kedinin çemberi altına alınmıştım. Sönmeye yakın bir sigara parmaklarımın arasındaydı. Tam dış kapıya yönelmiş, apartmandan içeri girecekken parmağımdaki sigarayı yiyecek sanıp, siyah bir kedi elime saldırdı. Tırnaklarıyla derimde derin izler bırakan kediyle göz göze geldik. ‘Ne yapıyorsun sen’ dedim. Yeşil ağırlıkta sarı gözlerini benden ayırmıyordu. Peşi sıra bahçede köşe kapmaca oynadık. ‘Gel lan buraya’ derken, diğer kediler de bize bakıyordu. Çimenlerin arasında kaçışırken arkasında iki tüylü, siyah yumurta sallanıyordu. Bahçe kapısından dışarı çıkıp, kaldırımda durmuş yine bana bakıyordu. ‘Derdin ne oğlum, manyak mısın sen’ derken yaşlı yamyam bana seslendi:’ Miyav, boş ver onu, gençlik işte; gel okşa beni biraz. ’
Salona adım attığında şaire sessiz bir selam verdim. Kanepeye oturdum. Sehpaya doğru eğildim. Marilyn Monroe’nun fotoğrafına bir süre baktım. ‘Ne güzel kadınmış’ dedim. Bir yandan bacağım sızlarken, diğer yandan elimin derisinde kedinin bıraktığı çiziklerde kan belirmişti. Ayağa kalkıp kolonya alıp, tekrar kanepeye oturdum. Bir pantolon dalgasına yaşadığım olayı düşünüp utandım ve güldüm. Yağmurdan ötürü müdür bilmem hiç izbambot görmedim. Başımı hafif kaldırıp, karşıya baktığımda Ayşe’yi gördüm. O siyah pantolonla karşımda oturuyordu. Sarı bir minder altında, yeşil bir yastığa sırtını yaslamıştı. ‘İyi misin’ diye sordum. Cevap vermedi. Ayşe bana bakıyordu. ‘İyi kızlar cennete, kötü kızlar her yere; bak orada yazıyor, üzerindeki siyah tişörtte’ dedim. Yine ses yoktu. ‘Elimin kanına kolonya iyi geldi, az acıttı ama hemen geçti. O kolye, kırılmamış mıydı tekrar? Hâlâ onu mu takıyorsun?’ Bir espri yapayım, belki güler diye umutlandım:’ Siyah tişört, siyah pantolon altına beyaz çorap ha? Sende de az biraz Leon’luk var yani!’ Tık ses yoktu. ‘Yanına geliyorum, biraz uzanabilir miyim dizinde’ dedim. Ne bir davet, ne bir ses ne de başka bir şey; bana öylece bakıyordu. Dizine başımı koyup, geri kalan bedenimi büktüm.
Uyandığımda boynumun ağrısından bir süre kalkamayıp, öylece uzanmaya devam ettim. Ayşe çoktan gitmişti. Ayağa kalktığımda önce hafifçe bir sektim ve telefonu bıraktığım sehpanın yanına doğru yürüdüm. Galatasaray fark yiyerek yenilmişti. Pencereye yaklaştım ve sonra açtım. Soğuk bir rüzgâr yüzümü yalayıp geçerken, sokak lambasına baktım. Yağmur damlalarını bir süre seyredip, tekrar pencereyi kapadım. Annem, bana vereceği oyuncakların fotoğrafını çekip göndermişti. Biblolardan ne kadar nefret ediyorsam, bu oyuncakları aynı şiddetle seviyordum. Mutfağa tam gidecekken bir şeyi unuttuğumu fark ettim. Hafifçe sekerek geri döndüm. Perdeyi hafifçe çektim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.