- 566 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
-ATATÜRK YAŞIYOR MU?-(7)
İdeoloji mi kaldı dersiniz de, öteden beri ülkemizdeki temel problemlerden biri babında ideoloji yoğunluğu dikkat çeker. Muhtelif siyasal toplumsal kesimlerde farklı kavramlar etrafında bir tozu dumana katma, bir nevi tereciye tere satma, kraldan fazla kralcılık, vs. eğilimler insanları, sosyal ve politik kesimleri zorlamakta, yıpratmaktadır.
Daha önceki devirlerde, özellikle soğuk savaş döneminde dünyanın hemen tamamı böyledir de, günümüze geldikçe bu eğilim zayıflamakta, minimize olmaktadır. Bizde ise genç jenerasyon daha pragmatik görünse de, partiler ve toplumsal kesimlerde bir sertlik, biz temsil ediyoruz, bizde toplanalım, tarihsel adres biziz makamında çalan bir propaganda yoğunluğu, kesimleri vitrine koyan, inanç ve değerlerin bizatihi kendisini öne çıkartmayan, dolayısıyla zarar veren bir damar açmaktadır.
Din, vatan, millet, gelenek tarih şuuru, Osmanlı, Türklük, Atatürk, laiklik, vs. kavramlar bağlamında parti ya da ideolojik politik kesim üzerinden net, keskin çizgide adres göstermek bu kilit kavramları yıpratmakta, ötekileştirme ve ayrıştırma yönünde etki yapmaktadır.
Söz gelimi son dönemde ve günümüze geldikçe yoğunlaşma göstereni Atatürk kavramı üzerinden okunabilir. Neden böyle peki? İslami/muhafazakar hükumet modeli ve zaman zaman kullandığı üslup ve söylemler bağlamında da ele alabiliriz elbet. Bu ülkede gelişme adına ne varsa 2002’den bu yanadır denirken, devamında bizden önce ne vardı, ne yapıldı söylemleri havada uçuşmaktadır. Yüzyıldır ne yapıldı sorgulamaları ilginçtir Muhafazakarlığın referans aldığı Demokrat Parti ve Özal dönemini de bir biçimde kapsamaktadır. Ve dahi harpler döneminden çıkmış, yanmış yıkılmış erken cumhuriyeti de olumsuz almakta yer yer.
Modernizmin tüm problematiği sanki cumhuriyetin ilk dönemlerine aitmiş; on dokuzuncu asrın Osmanlı modernleşmesi etrafında, Tanzimat, Meşrutiyet süreçleri hiç yaşanmamış bir hava estirilmektedir. Daha da öteye yükselme devri sonrası duraklama, gerileme, çöküş süreçleri ile birlikte İslam dünyasının son asırlara dayalı klasik medeniyet çizgisinden uzak düşmesi değerlendirme bakımından gözlerden uzak kalmaktadır.
Diğer yandan da hükumetin yirmi yılı bulan iktidarıyla, (muhabbeti uzun tutmasıyla hani!) muhalefeti negatif bir psikolojiye sevk ettiğini söylemekte mümkün. Şimdi bu sözüm milletimizin reyine, tercihine muhalefet asla değil. Bilakis hükumetin çeşitli alanlarda nice hizmeti de inkârı kabil olmasa gerek. Ne ki, bu olumluluk dahi propaganda akışında sosyal psikolojide aradığı müspet karşılığı bulmamaktadır. Elbette karşıtlarının gözünde germektedir. Devamlı surette hizmet ediyoruz ya, daha ne istiyorsunuz Allah’tan tınısında söylemler tınlamaktadır gönüllerde. Ve pozitif gelişme çizgisini dahi yormakta, aşındırmaktadır. Bu muhalif psikolojiyi tanımlarken iktidarca bir ara kullanılan “metal yorgunluğu” tabiri de alaycı kaçmaktadır açıkçası.
Peki muhalif yapıların hiç mi yanılgısı, hatası bulunmuyor? Meşhur deyişle hırsızın hiç mi suçu yok? Kutuplaşmalar çift taraflıdır kuşkusuz. AKP hükumeti öncesi dönemlerin biriktirdiği, tek parti döneminden tutun da, darbe dönemlerine, 28 Şubat sürecine kadar tüm sorunlar, olumsuzluklar, zaaflar bu hükumet dönemine tortu bırakmaktadır hiç şüphesiz. Demem şu ki, hükumeti kuran kadrolar ve harcındaki toplumsallıkta oldukça gün görmüş, kaç köprünün altında yatmış tabir edilecek bir yapılanmadır. Yoksa gökten zembille inmiş, kerameti kendinden menkul katmanlardan söz etmiyoruz elbet.
Buna karşılık, halihazırda kof bir Atatürkçülük yapıldığı kanaatindeyim. Efendim! Büyük Atatürk hakkında o onu dedi, bu bunu söyledi nidaları işlevsiz olduğu gibi kimi vakit samimiyet arz etmemektedir. Terörün her türlüsüne açıkça cephe almaktan imtina eden, ulusalcılığı ulu bir salcılığa ya da Ulu Manitu edebiyatına indirgeyen yaklaşımlar Atatürk’ten hangi haberleri getirir ki? Yabancı ülkelerle ülkemiz arasındaki ihtilaflarda müstemleke aydını edasıyla şişirilmemiş sağlam bir yurtseverliğin hakim olması zarureti açıktır. Yoksa vecize Atatürkçülüğü acuze bir hal almanın ötesine geçmeyecektir.
Bir kere yabancıların söylediği sözler, Atatürk hakkında söyledikleri her zaman mesnetli görünmüyor bana. Yanlış anlaşılmasın, deseler bile.
Söz gelimi Atamız 10 Kasım 1938 sabahı vefat ettiğinde, bir üniversitemizde öğretim üyesi olarak görev yapan Alman profesörün o gün dersi bulunmaktadır. Ne ki, böyle bir günde ders verip vermemek noktasında yaşadığı tereddüt üzere rektöre çıkar ve kaygısını iletir. Rektörün, sizde büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa onu yapın demesi üzerine, aman efendim! Bizde bu derece büyük biri ölmedi ki diyecektir.
Şimdi burada sorun böyle bir diyaloğun yaşanıp yaşanmadığı noktasında değil. Yaşanmış olabilir de. Ne ki, şöyle bir soru işaretine açıktır. Bilindiği üzere 1933 Üniversite reformu sırasında ülkemiz tarafından kabul edilen Alman hocalar, Almanya’da Nazi rejiminin izlediği totaliter siyasetten mustarip bilim insanları olmakla beraber ekseri Yahudi asıllı olmaktadırlar. Kuşkusuz, ırki özellik bir olumsuzluk teşkil etmemekte. Ne ki, Alman hocanın bizde böyle büyük biri ölmedi ki demesi enteresan değil mi? Mesela Osmanlının son deminde ve birinci cihan harbinde ordumuzda görev ifa eden Alman subaylar ağırlıklı olarak hatta belki de tümden Germen Almandır denebilir.
Şimdi bana, yahu kimin ırki temeli nedir, kim nereden bilecek demeyin lütfen! Beynelmilel Siyonizm’in evrensel propagandasını dünyanın her yanında milyonlar yiyip yutabilir de. Maalesef Yahudi sermayesi efradının dünyayı yönetir ve sömürürken senin askerliğe, orduya, milliyet duygusuna cephe alman gerekiyor benim insanoğlum. Sen dünya vatandaşı, kozmopolit insan olacaksın, birileri de seni yönetip, sömürecek pek tabii ki.
Tam da bu minvalde, 1938’de, bizde bu çapta biri ölmedi ki diyen Alman hocanın, (ülkemiz gençlerine eğitim vermesi babında değeri tartışılmaz elbet, dolayısıyla ırkçı bir gayeyle hiç değil) Yahudi Alman olması kuvvetle muhtemeldir. Germen Alman’ın, Alman ruhu içerisinde böyle bir mukayeseye düşeceğine ihtimal vermiyorum açıkçası. Yahudi Alman ırkı bırakın, milliyet temelinde kendisini ne kadar Alman sayar ki? Anayasal vatandaşlık bağı duyacaktır en fazla ki, doğaldır da.
Yahut bir bakarsınız, Arjantinli meşhur devrimci Che’nin hayatını kaybettiği sırada sırt çantasından Atatürk’ün “Nutuk” adlı eserinin çıktığı bahsi karşımızdadır. Farklı ülkelerin siyasal kişiliklerinin hele ki, devrimci bir çizgide ilerleyenlerinin Atatürk üzerinde de durması kadar tabii bir şey olamaz şüphesiz. Ne var ki, tam da öldüğü, öldürüldüğü günlerde mi ilgilenir insan? Bir hafta önce ya da sonra da hayata veda etse idi yine yanında Nutuk olmayacak mıydı? Sorusu da uyanabilir zihinlerde hani.
Öte yandan, öykünmeciliğin, eyyamcılığın sonu nedir bilir misiniz? Birisi de Atatürk’e beklediğimiz hürmeti göstermediğinde, ya da göstermediği zannı uyandığında başlarız homurdanmaya.
Vaktiyle Güney Afrikalı siyahi lider Nelson Mandela kendisine sunulan Atatürk Barış Ödülünü kabul etmedi de, günlük hayatta insanların bunu hayli yadırgadığına, hayıflandığına rastlamışımdır. Halbuki, Atatürk barış ödülü o kadar da eleştirdiğimiz, olumsuza aldığımız 12 Eylül rejimi tarafından konulmuş bir ödül olmaktadır. Öyle ki, öncesinde Kenan paşaya takdim edilmiş bir mükâfat olarak anılmaktadır. Netekim! Mandela’da militarizmin nişanesi olan bir ödülü kabul edemeyeceğini bildirir döneminde. Ve hatta bu olumsuzluğun büyük inkılapçı Kemal Atatürk’ün şahsiyetiyle alakası olmadığı hususu özellikle vurgulanır.
Buna mukabil bu reddin, ülkemizi Kürtlere baskı yapıldığı üzerinden de sorguladığı bilinmektedir. Ne var ki, PKK çevrelerinden kaynaklanan kötücül bir propagandanın Mandela çevresine sızma yaptığı noktasında da değerlendirmeler yer almaktadır. Nasıl ki, Avrupa’da Türkiye aleyhine propaganda imkânlarına sahipse terör örgütü ve onun arka planındaki güçler; Güney Afrika’da da siyahi çevrelere, burada siz siyahlar, Türkiye’de de biz Kürtler diyebilirler hani. Hapiste geçirdiği yıllarda ünlü liderin bu hususları sağlıklı biçimde süzme, süzebilme şansı acaba ne kadar vardır? İlerleyen yıllarda ödülü kabul edebileceğini bildirmesi, belki yeni bilgilenme olanaklarına bağlıdır. Hiç kuşkusuz o vakit, “Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye” denebilir de. Yine Nobel Barış Ödülünü kabul etmesi dahi sorgulanamaz mı? Emperyalist batının sömürgeci ve ırkçı yüzünü kamufle ettiği ölçüde, ödül kapsamlı politik unsurlardan olmadığı söylenebilir mi Nobel’in?
Şöyle ki, burada benim dile getirmek istediğim husus, duygusal davranmayıp detaycı olmanın gerekliliği noktasındadır. Hani derim ki, dış dünyanın bize ve değerlerimize yönelik övgü ya da yergilerine takılıp kalmak, met cezir manzaraları yaşamak bizi sıklıkla yanıltabilir de. “Hayır bildiklerimizde şer, şer bildiklerimizde hayır” misali, lehimize zannettiğimiz hususlar aleyhimize işlerken, negatife aldığımız boyutlarda da anlaşılabilir bir nokta olabilir.
-SON-
-LT-
YORUMLAR
Üstadım, belki yanılıyorum, ama iç politikaya rağmen özellikle dış politikada Atatürkçü çizginin devam ettirildiğini, tabii ki zamanın şartlarına göre devam ettirildiğini sanıyorum...
Aradan 85 yıl geçmiş... Dünya 85 yıl önceki dünya değil... Yani, iktidarın vizyonu pek doğal olarak geçmişi ve bugünün şartlarını göz önünde bulunduracaktı... Böyle olduğu için, mesela Karabağ'ın kurtuluşunda Türkiye kendisinden beklenen rolü oynayabildi...
Yani, Atatürk olsaydı farklı mı olacaktı?...
(Öyle ya, 'iyi komşuluk ilişkileri'ni kıymeti kendinden menkul biçimde yorumlayanlar da var...)
Diyeceğim, Atatürkçülüğü bir nevi 'pasifizm' gibi algılayanımız da var...
Onlara göre, devletlerin bu 'kurtlar sofrası'nda hiçbir hamle yapmayacağız, bize yönelmiş ve/veya yönelebilecek hamlelere karşı susup oturacağız, yani bir nevi şizofrenik takılacağız...
Elbette, güç göstermek zorunda olan gücünden harcar; bu durumun içe yansıması, yani içte yeterli gücün (şimdilik) yeterince (ekonomik olarak) gösterilememesi gerçeği de görmezlikten gelinemez...
Peki, gücümüzü bütünüyle içte harcasaydık nasıl olurdu?...
Nasıl olacak, kişi başına düşen hasıla artar, ama en azından güvenlik politikamızın kazanımlarının bir değeri olmazdı: Çünkü, o zaman emperyalizmin terör oyunları karşısında bölünme-parçalanma korkusu bizi gittikçe tükendiğimiz bir döngüye hapsederdi...
Hem, bu iktidarla bir nevi ötekileştirilmiş taraflar merkeze yaklaştırıldı, dolayısıyla 'sivilizasyon' atmosferi bütün topluma hakim kılındı; bunun bedelini de yine ötekileştirilmiş kesimler ödedi, ödüyor işte...
Tabii ki, toplumsal dönüşümün 'tepeden inmeci' politikalarla kotarıldığı bizim gibi toplumlarda ortaya çıkan 'kaos' tarafları da, bu 'hızlı' dönüşüme hazırlıklı olmayan tarafları da yozlaşmaya sürükler...
(Kur'an kurslarındaki olaylar vb...)
Peki, dikkat ediliyor mu, her şeye rağmen Cumhuriyetin çağdaş medeniyet seviyesini yakalamaya dönük olarak pek çok din istismarcısı da adalete havale ediliyor...
Çok şey sıralanabilir, akla geldikçe...
Özetle: Atatürk olsaydı, sanıldığı gibi bu halkı kesmez, hemen hemen aynı şeyleri icra ederdi...
Üstadım, bu gerçekten uzun bir hikaye...
Ve belki şahsen yanılıyor da olabilirim...
Sayenizde kalemşörlük [..:))] yaptık ya, yeter...
Selam ve saygılarımla.
levent taner
Seninle katlanıyorum, taçlanıyorum
Boşlukları görmek, doldurmak, eksikleri tamamlamak hepsi hepsi burada
Demişsin ki, "Diyeceğim, Atatürkçülüğü bir nevi 'pasifizm' gibi algılayanımız da var..."
Dibine kadar haklısın, onların yaklaşımı Atatürkçülük adı altında İnönücülük
Statükocudur İnönü
Demişsin ya "Onlara göre, devletlerin bu 'kurtlar sofrası'nda hiçbir hamle yapmayacağız,"
İnönü'de, ""Büyük devletlerle ilişki kurmak, ayı ile yatağa girmeye benzer!" demiyor mu? Tamam, gerçekliği var da, boynu bükük davranmakta olmuyor
Bir önceki bölümde buna değindim aslında
"Yurtta sulh cihanda sulh" sözü de Pasifizm değil özünde
Orada şöyle diyorum naçizane:
Güvensiz bir çağda alınan güvenlik önlemleri kadar, ülkelerin kendi dertlerine düştüğü bir esnada bu durumdan yararlanarak tesis edilen kazanımlar önümüzde durmaktadır. Yoksa sözün özü, kimsenin toprağında gözümüz yok bahsi etrafında şekillenmez. Uygun koşullarda, dahası o şart ve imkanları hazırladığımızda yapılacak hamlelerin hazırlık safhasını ifade edecektir bu ünlü deyiş.
İsmet paşanın 2'inci dünya savaşının dışında kalmamız noktasında emeği, katkısı var ama batı karşısında küçük bir Türkiye'yi özümsüyor, etliye sütlüye karışmayan, suya sabuna dokunmayan Türkiye
Erdoğan'ın bunu kırmaya çalıştığı, hatta önemli ölçüde kırdığı söylenebilir, en azından duygularda, değerlerde
Elbette devlet, ekonomi, hukuk, istihbarat gibi alanlarda güç, kuvvet, kudret düzeyi de önem arz eder
Kof hamasetten o denli uzaklaşır, fiiliyata o ölçekte hakim olunur
Bu anlamda üstteki yazımda kemikleşmiş ideolojik cartcurtları bırakmak gerektiğine değindim
Atatürk büyük adam, tarihsel bir kişilik, ancak oy atam oy, of atam of şeklinde pofurdanmak anlamsız ve işlevsiz
Artı ulusalcılığa sırt dönüp HDP ile oynaşmaksa, bunun Atatürk ile Atatürkçülükle hiç ilgisi olmaz, ateşle oynamaktır bunlar
Nihayet hocam
Katılım ve katkınız her dem değerli
Yüreğinize, emeğinize, kaleminize, kelamınıza bereket
Saygı ve selamlarımla.