- 370 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Eline, Beline, Diline...
ELİNE, BELİNE, DİLİNE…
Önce düncel
Kısa ve sevimli bir hatıramı naklederek konuya giriş yapmak istiyorum.
Geçen yaz eşim ve ben, kız kardeşimin kızının hatim töreni münasebetiyle Kemalpaşa’nın bir köyüne gitmiştik. Hoş geldin beş gittin sohbetinden sonra damat beyle birlikte köy kahvesine çıktım.
Kahvehaneyi çok sevdim zira kendi köyümdekine çok benziyordu. Köy meydanında oluşu, geniş bahçesini büyük bir çınarın gölgeleyişi, çınar altındaki tahta masa ve sandalyeler, hatta ve hatta yan taraftaki Atatürk büstü… Neyse efendim; oturduk, çay keyfi yapıyoruz. Profilden gördüğüm büstü işaret ederek sordum:
“Kim ve ne zaman yaptırdı bu büstü?”
“Valla hiç bilmiyorum,” dedi bizim damat. “Ben kırk dokuz yaşımdayım, kendimi bildim bileli orada duruyor.”
Merak edip kalktım, yaklaşık iki metrelik kaide üzerine oturtulmuş büste önden baktım. Büst oldukça güzeldi fakat kaidedeki yazıyı görünce gülesim geldi. Beni tebessüm ettiren yazı şuydu:
“Tarlada izi olmayanın harmanda yüzü olmaz.
Mustafa Kemal Atatürk”
Kıs kıs gülerek geldiğimi gören damat “Niçin gülüyorsun?” diye sordu tabii.
“Bu söz atasözüdür, Atatürk’e ait değildir,” diye cevap verdim.
Damadın cevabı, o büstün altına o atasözünü yazdıran köylülerin duygu ve düşünce dünyasını tam olarak yansıtıyordu:
“Ne fark eder ki! Atatürk de bizim atamız değil mi?”
Haklıydılar aslında… Özdeyiş ile atasözü arasındaki farkı bilmeye mecbur değildiler. Söyleyeni belli olsun veya olmasın hepsi de atalarımızdan kalan özlü sözlerdi onlara göre. Fakat bana göre yanlıştı.
Atatürk sağ olsaydı da “Bu atasözündeki fikri onaylıyor musun Ata’m?” diye sorsaydık eğer “Köylü, milletin efendisidir,” diyen, çalışkanlığı ve alın terini baş tacı eden Atatürk elbette ki “Onaylıyorum,” derdi.
“Peki bu sözün altına adınızın yazılmasına ne dersiniz?” sorusuna ise: “Kabul edemem, kabul edersem fikir hırsızlığı olur; bu söz atalarımıza aittir çünkü” diye cevap verirdi büyük ihtimalle.
Dümdüz ovada kurulan bu köyün tek geçim kaynağı sebze idi. Hayatlarını “ne kadar alın teri, o kadar para” ilkesiyle sürdürüyorlar, ağırlıklı olarak salçalık domates ve kırmızı biber yetiştiriyorlardı. Gerçekten bu köyde tarlada izi olmayanın harmanda yüzü olmazdı. Atalar doğru söylemişti, Atatürk’ü çok sevdikleri için de bu sözün O’na ait olduğunu düşünmüşlerdi sanırım.
Gelelim sadede
Efendim, “Eline, beline, diline sahip çık sözü Oğuz Kağan’a aittir,” diyenler de var, “Hacı Bektaş Veli’ye aittir,” diyenler de… Bizim damadın dediği gibi yorum yapayım:
“Ne fark eder ki! İkisi de bizim atamız değil mi?”
Farz edelim ki bu sözü, devlet kuran Oğuz Kağan söylemiş ilk defa. Bir devlet adamı olarak ne diyor bize Oğuz atamız?
Bunu anlamak için önce “el” kelimesinin anlamlarını yazalım: 1) Kolun bilekten parmak uçlarına kadar olan kısmı, 2) Hısım akrabanın dışında olan kimse, yabancı 3) Ülke, yurt, il
Şimdi kendi kendimize soralım:
“Oğuz Kağan bu cümlede el kelimesini hangi anlamda kullanmış olabilir?”
Cevap malum: “Elbette ki yurt, ülke anlamında…”
Bu durumda ne diyor atamız? “Ülkene sahip çık,” diyor, “Yurdunu koru,” diyor, “Vatanını savun,” diyor.
Gelelim bel kelimesine. Şüphesiz ki Oğuz Kağan bu kelimeyle “sulbünden gelenler, senin kanından olanlar, soy, ırk” demek istiyor. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın,” derler ya, işte o misal… İçinde Türk olmayan bir toprak parçası Türk yurdu olabilir mi?
Dil kelimesine gelince; özdeyişteki anlamı gayet açıktır ki burada söz konusu olan lisandır, yani Türkçedir. Sonuç olarak atamız Oğuz Kağan gelecek nesillere “yurduna, milletine ve Türkçeye sahip çıkmayı” öğütlemektedir.
Gelelim Hacı Bektaş-ı Veli’ye: Birçok yorumcu Hacı Bektaş’ın bu sözüne mecaz anlamlar yüklüyor. Yani bu söz ile kastedilenin “Eline sahip ol (hırsızlık yapma), beline sahip ol (başkasının ırzına, namusuna musallat olma), diline sahip ol (gönül kırıcı kötü söz söyleme)” öğütleri olduğunu söylüyorlar.
Bence ikisi de doğru.
Atamız Atatürk, Oğuz Kağan’ın vasiyetine uyarak hem vatanına hem de milletine sahip çıkmış, İstiklal Savaşı sonucunda Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur. Ayrıca dilimize sahip çıkarak 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyetini oluşturmuş ve bu cemiyet 1936 kurultayında Türk Dil Kurumu hâline dönüştürülmüştür. Bu kurum o günden beri Atatürk’ün tahsisleri ve vasiyeti sayesinde İş Bankası’ndan aldığı temettülerle (kazanç, kâr payı) ayakta kalarak bilimsel çalışmalarına devam etmektedir.
Son söz:
Şimdi düşünelim: Özelleştirme karartmasıyla fabrikalarımızı, müesseselerimizi yerli yabancı demeden para babalarına satanları bu tabloda nereye koyacağız? Yap, işlet, devret aldatmacasıyla limanları, köprüleri, otoyolları bilmem kaç yıllığına yabancılara kiralayanları hangi sıfatla niteleyeceğiz? İki yüz elli bin dolarlık mülk alan yabancılara vatandaşlık mükâfatı verenleri hangi kefeye koyacağız?
Peki ya eli uzunlar ve rantçılar? Ayakkabı kutuları ve para kasaları?.. Rüşvetçiler ve dolandırıcılar?..
Onlar zaten millet vicdanının en acımasız köşesinde yer aldılar; günü gelince yargılanacaklar.
Bilge Kağan’ın dediği gibi: “Ey Türk! Titre ve kendine dön!”
Kalın sağlıcakla…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.