- 603 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
EL İNSAF!..
Hani, “Başımdaki sevdaya sevda mı denir” misali, alıştık gayri doğaya aşık olmak varmış serde... İnsan da öyle, sevilmez mi? Allah’ın yarattığı en değerli varlık, sevmek ve de toplum için hizmete bulunmak… Ha, unutmadan deyiverelim; sabah yürüyüşlerinden vazgeçmeyiz, kendimize bir iyiliğimiz dokunsun bari.
Bugün çarşı pazarı gezelim dedik; içimdeki sese kulak vererek, gönlümü arzu ve isteklerime kaptırarak öyle de yaptım. Cumhuriyet caddesini boydan boya, eski terminalden ta eski postaneye kadar yokuş yukarı çıktık. Oradan; Belediye binası önünden Karayollarına kadar tanıdıklara selam vererek baş aşağı yolumuza devam ettik. Sabah serinliğinde içim kıpır kıpır olsun isterdim (!) yine olmadı. Gördüklerim karşısında bir kez daha nefret duygularım kabardı. Nefret ettim.
Cadde boyunca ilgim gelişi güzel geçen insanlara yöneldi. Yaşlı adamlar bastonlara dayanarak güç bela cami yolunda yürüyorlardı. Genç kadınlar geçiyordu, yavrularını eski usul kucaklarında değil de bebek arabalarında taşıyorlar. Bazıları eşleri ile yan yana yürürken, düzene uymayan sürücülerden korunmak için bebek arabaları el değiştirerek temkinli sürüklemek zorunda kalıyorlardı.
Son zamanlarda saçlarını çok renkli boyayan genç kızlar türemişti, henüz adını bilmediğim kendi icatları… Kafalarının sağ yanı neden tıraş edilmişti, doğrusu anlayamadım! Bize yabancı yeni bir tarz, hiç bir şeye benzetemediğim acayip giyimleri, kaldırımlarda bir çeşit yürümeleri, birbirlerine laf yetiştirmeye çalışırken yüzleri halden hale giriyordu. Konuşma tarzları çok garip… Edep mi? Ne gezer!
Gün geçtikçe insanlar zengin olmayı bilmişler, gelip geçen lüks arabalardan anlaşılıyor. Kim nereden bulmuş bu kadar parayı, yoksa biz mi farkında olamamıştık. Emekli maaşıma bakıyorum, bir de çevreme… Arabam yok. Belki de kendini zengin göstermeye çalışan adamlar çoğalmıştı, her halıyla göze çarpan cahilliklerinin farkında olmadan.
Dürüst insanlar vardı aralarında, gelip geçtiler; ellerinde küçük poşetler taşıyorlardı, az meyve bir o kadar da sebze. Hepsinin yüzlerinde bir endişe gizliydi, ne de olsa onurlu insanlar... Yürekleri saf, sırtlarında markadan uzak ucuz libaslar pak.
Kaldırım kenarlarında, sokak başlarında, cadde girişlerinde ve cami önlerinde Suriyeli mülteci kadınlar oturmuşlar, küçük çocukları yerlere rasgele uzanmışlardı. Gelip geçenlerden yarı Arapça, Kürtçe ve iki kelime Türkçe katarak dilenmeye çalışıyorlardı. Çarşaflı iki dilenci genç kadın bir bozukluk yüzünden anlaşamadılar, önce dil dalaşına girdiler, kavga büyüdü, birkaç kişi birden saç başa düştüler. Ayıran olmadı, her biri ayrı bir yere çekildi. Kendi memleketlerine kazasız belasız dönebilseler!.. Garibanlıklarını sergilemekten çekinmeyen mahallenin sakinleri, onlara bakmakla yetindiler.
Dükkânların önlerini işgal eden küçük kürsülerde oturan dertli esnaflar, evlerin eşiklerinde oturmaktan çekinmeyen mustarip hastalar insan seline kendilerini kaptırmışlardı. Onlara nispet dinç görünenler çoğunluktaydı, cadde boyunca ayakları birbirine dolanmadan bir çeşit yürüyorlardı. Sağlı sollu arabalar geçerken korna çalmadan edemediler.
Bir sitem var sokaklarında geziniyor; bu şehri ayakta tutmak gerek, endişeli yüzler her gün daha da çoğalıyor. Çabalayanlar yok değil, direnmeye çalışanlar var.
Kalenin dibindeki eski çarşının daracık sokakları yine küçük tezgâhlar üzerinde meyve, sebze, kavun, karpuz satan seyyar satıcılardan geçilmiyordu. Herkes kendi dünyasında kendine göre bağırıyordu. Bu daracık sokakta da dilenciler vardı, üç beş adımda köylü oldukları sako ve kasketlerinden, sigaradan sararmış kabarık bıyıklarından bir de güneş kavruğu yüzlerinden belli oluyordu. Alacaklı meseleden iki köylü tartışıyordu, araya giren olmasa sonu kavgayla bitecek.
Daracık sokağı geçerek Bitlis çarşısına vardık. Cadde boydan boya tenha, eski ihtişamı yok, sadece adı kalmış. Eski yapıların duvarları aynı renk boyanmış, binaların çatıları yeniden onarılmıştır. Belediye buradan geçmiştir çok şükür.
Her gün gördüğüm manzaralar aynı onlara değinmeyeceğim; lakin söz açmadan, yazmadan, büyüklerimize seslenmeden rahat edebileceğimi sanmıyorum.
İki büyük caddenin kaderi de akıbeti de insanlarımızın insafına kalmış gibi görünüyor, nasıl istersek öyle gider. Ne soran var ne de soruşturan, dile getirirsen artık büyüklerden değil esnaftan yersin fırçayı. Bakın nasıl!...
Sabahları yolu düşenler bilirler, her dükkanın önünde bir yıkama telaşesi var. Temizlik çok güzel, eyvallah... temizliğe karşı gelen mi var? Lakin bu kadar da olur mu be kardeşim? Ellerinde renkli renkli hortumlar, kaldırımları sulamaktadırlar. Belediye işçileri olsa, amenna!... Ekilmiş çim sahası sanırsın, salatalık bostanı ya da aciliyetten sulanması gereken lahana tarlası, bu kadar su nereye akar? Kaldırım taşları yeni düşenmiş, yani bir yıl evvel… taşların araları açık, akan sular boş yerlerden… ehh, sudur, akar yolunu bulur. Mübarekler bir de yarışa girmiş gibi kaldırımları sularken birbirlerine laf yetiştirerekten, hem de sabah mahmurluğunu üzerlerinden ataraktan. Hele, hortumu yere atıp boşa akan sulara ne demeli.
El insaf be kardeşim!.. Yazık boşa akan suya!... Yazık! Şehrimizin milli serveti, boşa akıyor. Aşağı mahallelerden duyduğum kadarıyla belirli saatlerde sular kesik.
Ovamızı süsleyen al duvaklı lalelerden mahrum kaldık bu yıl; yukarı çarşı sokaklarını dolduran ak çatılı mantarlar, çirişler ve tüm pancarların miski amber kokularından da mahrum kaldığımız gibi. Öylesine börtü böceğe göz kırpıp gelip geçtiler, ömürleri çok kısa sürdü, neden derseniz, çünkü tek damla yağmur düşmedi.
Köylünün biri anlatıyor, kulak misafir olduk.
“Bizim köyün yamaçları kupkuru, kurumuş ot dahi bulamazsın, dereler suyunu çekeli çok oldu.”
Dünya devletleri gizliden gizliye hazırlıklar yapmaktadırlar, yakında su savaşları petrol savaşlarından daha çok olacak. Yarın öbür gün bir damla suyun kıymetine paha biçilemeyecek, karaborsası kurulacak...
Ve…
Sen, esnaf kardeşim; bostan sular gibi hortumu kaldırıma bırakırsan, o su boşuna akacak!... El insaf!..
Dayanamadım, dinler diye orta yaşlı birine sordum.
“Hortumdan boşa akıyor, işini bitirdiysen suyu kapatır mısın? Hem de tazyikli, yazık vallah…”
Şöyle tepeden ters ters baktı yüzünü ekşiterek, turşu küpü sandım. Kaşlarını çatarak bir de.
“Su… diyorum, boşa akıyor.”
“Aksın, babam san ne? Parasını men veririm. “ Eğer, daha fazla üstelesem beli mi olur üzerime yürüyecek. Zaten boyum ne ki!..
İçimden kızdıysam da adama hak verdim, niye derseniz; denetleyen, şu boşa akıp giden ilimizin can damarını galeye almayan büyüklerimiz korkarım bize de kızarlar ondan (!!!...) Bana değmeyen yılan yaşasın mı dersek!
Boşa akan su bizimdir.
Biz halkız; günü gelince suyun hesabını sormasını bilmez miyiz?
17 EYLÜL 2021
Mehmet AKIN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.