- 864 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
'izbambot'
’’Rüzgar bizi kendisiyle götürecek
Rüzgar bizi kendisiyle götürecek’ ’
F. Ferruhzad
..
..
..
..
Sevdiğim bir diziyi ya da filmi kaç kez izleyebilirim? Kendime bu konuda asla sınır koyamıyorum. Sırf bu yüzden yeniliğe kapalı, eskilerle idare eden, yarı çalışır 37 ekran televizyona karşılık mavi küçük bir leğen ya da onlu plastik mandal veren eskici gibi bağırmak istiyorum: ‘Eskiciii, eskiler alıyoo, eskiciii!’ Dimağım burayı uygarlığın değiştirmeyi unuttuğu bir yer olarak hatıralara kazımış. Ahşap bir dolabı yaktığım gece, titreyerek yazdığım şiirler, sigaranın sönmediği yağmurlu bir Haziran akşamı ve pek çok gereksiz benden geriye kalanlar… Haziran akşamı sigaranın sönmediği gece, Ayşe’ye balkonda üşümesin diye beyaz bir gömleğimi itirazları eşliğinde zorla giydirmiştim. Henüz bu arka balkonumun önündeki arsa boştu ve dağları, tepeleri rahatça görebiliyordum. Yabani hayvanlardan korkmasam veyahut fikrimi değiştirip bir tabanca ya da tüfek alsaydım dağlara, tepelere daha çok uğrardım. Denizin kıyısında yaşarken insanın yükseklere çıkıp, yalnızca gökyüzünü mavi haliyle görmeyi arzuladığı günler oluyor. Yalnız başına kendini anlaşılmamış bir feylesof gibi hissedebiliyorsun. Felsefeyi insanlar arasında yapınca muhabbet çözümsüz bir sarmala dönüşüyor. Genetiği oynanmış bu muhabbet bir yere varmıyor ve haliyle felsefe kendisine küfür edildiğini öğrenip fikir atlasını insanın önünden çekiveriyor. Dün bir kadın kıskançlık üzerine ayakta, ellerini beline yaslamış şekilde vaaz veriyordu. Uzun boyu, duruşu, sözcükleri kullanma zaafı, üzerindeki siyah tişörtü, dudaklarına sürdüğü ruju; her haliyle felsefe ortamdan uzaklaşmak adına huysuzlanıyordu. Sonuçta hanımefendi bir Diyojen ya da Sokrates olamazdı.
‘Dudaklarının küçük olmasına rağmen, nasıl oluyor da sesin bu kadar yüksek çıkıyor?’ Zenon paradoksuna göre serin bir Haziran gecesi ben ne yaparsam yapayım, aslında hiçbir şey yapmamış, yapamamıştım. Ayşe sırtını yaslarken burnuma ya da burnum onun sırtına yaslı halde dururken, bölüngüler halindeydi durumun hareketi. Asla ulaşamıyordum. Burnumu yasladığım yer Ayşe’nin sırtı değildi. Ben yapmış olduğum hareketle aslında sonsuz bir döngü içerisinde eksik kalıyordum. Kuantum fiziğinin gelişimiyle cevap verilmiş bu türden paradoksa karşılık, Elealı Zenon’u haklı çıkardığım anlar oluyordu. Olumlu veyahut olumsuz olarak sonsuza karışan paradoksların, bahsettiğim kadının kıskançlık konulu vaazından daha cezbedici tarafı vardı. Yıllar sonra aynı yerde, yağmursuz bir geceye doğru günü uğurlarken Ayşe ‘sırtını bana ver’ diyordu. Ben, uçuruma doğru oturmuş gibi hissederken, onun rahat oturmasına yardımcı oluyordum. Sonuçta ne benim ne de onun sırtı oradaydı! Büyük boy pizzanın kâğıt ambalajı ayakkabıma çarpıyordu. Bir sonraki gün yine aynı yerde oturmaya doğru gitmeden arabada kendisine bir şey sormuştum. Vereceği cevap, cevabı vermeden önceki tavrı, tavrına hazırlanışı, hazırlamadan önce aklından geçenler ve zihnine çıkılan tüm kaçak katlar Belediye Başkanının tavsiyesiyle yıkılıyordu. Bir an ‘keşke şu kâğıt pizza ambalajı kadar hissedebilseydim’ dedim. Bazı anlarda ne soruların ne de cevapların önemi vardır. Mühim olan en yalın haliyle hassasiyeti hissetmek, hissedip hissettirebilmektir. Ayşe’ye haksızlık etmiştim. İki dudağım arasından çıkan bir soru bile değildi!
Sırtım uçurumlardan ürkmüyordu. Dalga sesleri, kalbimde devridaim olan kanı hatırlatıyordu. Yorgun bedenlerimizi birbirimize yaslarken, küçük şeffaf bir poşet içerisinde kendi sardığı ince, nane aromalı sigaralardan bir dal aldım. Eseriyle gururlanan bir sanatkârın kibrine erişemeyeceğim bu dünyada, her bir eserin kalbimde açtığı, zihnimden taşırdığı izlerle beraber bu taş sofrada arabadan aldığım sofra bezinin üzerinde oturuyorduk. Havalardan, yıldızlardan, gezegenlerden bahsetmek istedim. ‘Proxima Centauri b, Ayşe bu dediğim keşfedilmiş yaşanabilir bir gezegen olabilir.’ Ayşe çekirdek çitliyordu: ‘Nasıl yani, nasıl keşfediyor bu adamlar ta uzaktaki bir şeyi? Oturup bunlar teleskopla gezegen mi buluyorlar?’ Gülümsüyordum. Ayşe’nin bilmediği konulara karşı çocuksu tepkileri vardı. ‘Benim de pek bildiğim konular değil ama dediğin yöntemle güneş yörüngesi dışında gezegenleri bulmak pek akla yatkın gelmiyor. Sana söylediğim gezegen güneş yörüngesi dışında. Belgeselini izlemiştim. Bu dünyada evimizi yapacak bir arsa alamıyoruz, bari başka bir yerde başımızı sokabileceğimiz, bahçesinde bir sürü çiçeğin, meyvenin, sebzenin olduğu yerimiz olur. Tabi, günümüz teknolojisinde söylediğim gezegene gitmek teoride mümkün olsa da, pratik olarak üzerine çalışılan, hiçte kolay olmayan bir süreci içinde barındırıyor. Biraz da bize benziyor.’
Pizza yanında ayran almıştım. Ayşe’nin içtiği üç bardak ayran sonrası geğirmemesi mümkün değildi. Hiç yoktan ayranın güzel bir tarafı vardı. Mideye diğer asitli içecekler gibi zarar vermiyordu. İki küçük geğirti sonrası ‘bize neresi benziyor’ diye sordu. Eskiden Ayşe’nin kırılan saçlarına beraber üzüldüğümüz saatlerimiz oluyordu. Aylar önce koronavirüsten etkilenen yalnızca ciğerleri değil, saçları da olmuştu. Şimdi toparlanmış gözüküyordu. Saçlarına dokunup, Dukha kabilesinin göç öncesi son dualarını ettikleri büyük çadırın içindeymiş gibi ‘ne güzel olmuş’ dedim. ‘Ben anlamıyorum pek’ dedi, ‘bazıları saçlarının okşanmasından inanılmaz keyif alır. Ben bir şey hissetmiyorum.’ Yanlış anlamamam için hemen cümlesini düzeltiyordu:’ Hoş bir duygu ama bazıları gibi aşırı bir rahatlama hissetmiyorum.’ Mahallede kalmış son top sahasını andıran yanağından öperken ‘boş ver be Ayşe’ dedim, ‘ne güzel olmuş saçların, biz güzele odaklanalım!’
İyiyi yüceltip, mutlak bir gerçeklik gibi onu her daim övücü sapkınlığım hiç olmadı. Ancak duygulanımlar sonucunda özlemin ağır bastığı anlar oluyor ki, biten güzel şarkıyı tekrardan dinlemek için basılan replay tuşu gibiydi benim lakırdılarım. Havalardan bahsetmek istedim. İnsanlardan, aşırı olgunlaştığından dolayı çatlamış kabaklardan, soğuk sulardan, tükürükten, kandan, yemekten, içmekten, aşktan, şehvetten, ayrılıktan, özlemden, kırıntılardan ve kepekli ekmeklerden… Artık az ekmek yiyordum.
‘Yolunuzdan geçmem, ben bu boku para versen içmem. Dalgaların derindir, dalarım vazgeçmem. Gülüşün bana oksijen, göremezsem deliricem. Bebeğim, gel bana sokul, Sana aşktan söz edicem.’
Yüzlerce yazmıştım, yüzlerce yazdıklarımın arasından evvelce hiç değiştirilmemiş laflarımı tekrarlıyordum. Ayşe bu şarkıya takılıp kalmıştı. ‘Neydi bu şarkının adı’ diye sordum. ‘Barbar’ dedi, şarkıcıya eşlik ederken bir an es verip. Küçük bir kahkaha atıp ‘gabbar turşusunu hatırlattı bana’ dedim. Sigarayı kumun üzerine bıraktığım tükürüğün içinde söndürürken, arkasına geçip kulaklarına bilmediği şeylerden bahsetmek istedim. Kollarımı dairesel olarak çevirip, boşlukta salladım. Görmedi. Ayaklarının lakayt dokunuşları vardı birbiri üzerinde. Avucuma sığan, küçük, tatlı ayakları vardı. Onları ne zaman öpsem ‘pis ayaklarım, tiksinç, ne yapıyorsun’ derdi. ‘Saatlerce ayakkabı içerisinde kalıyor, sen tiksinmiyorsun ama ben tiksiniyorum, yapma!’ Sakladığımız küçük yanlışların gözlerimizde biriktiğini, nasılsa bir cesaretle zor zamanlarda kaçmanın günah olduğunu biliyorduk. Avucuma sığmayan yerlerinde ayrı bir neşe saatiydi. Gece bilmem kaç, sokak lambasının altında mahallenin tek toprak sahasında terli çocuklardan biriydim. Yüzünü bilmem kaçıncı kez öpüşümdü.
‘Bana bir şey anlatacaktın, neydi o? Unuttum demiştin. Hatırladın mı?’ dedi.
Hayır, hatırlayamıyorum. Çenesine gömülü şeftali benim çocukluğumdu. Orada küçücük bir Bursa şeftalisi vardı. Hiç unutmam her yaz o ağaçtan topladığım şeftalileri mahalledeki çocuklara dağıtırdım. Hem sert de hem yumuşacık şeftaliler birkaç dakikalığına dünyanın en güzel şeftalileri olurlardı. Senin bu yüzünde ne var diyordum ben de! Şimdi hatırladım, yıllardır aradığım manaya eriştim.
Küçük şehrin, küçük simitçisinden on tane simit alıp, elektrikli motosiklete bindiğimde arkama tekrar dönüp baktım. ‘Cenaze dolayısıyla kapalıyız’ yazılı kâğıt, dükkânın kapı camına bantlanmıştı. Dükkânın sahibi Dersimliydi. Ne zaman simit almaya gelsem, kendisinden on-on beş liralık Erzincan tulum peyniri alırdım. Normalde pek umursamadığım yazının, beni neden bu kadar etkilediğini düşünüyordum. Yorgun vücudumu sahil yolunda saatte otuz kilometrelik hızla götüren elektrikli aracın her yerinden ses geliyordu. İnsanlara yaklaşmadan beni fark edip sağa sola kaçıştıkları oluyordu. Rüzgâr yüzümü okşuyordu. Bu hissi hep sevmişimdir. Normal zamanlarda motosiklet kullanırken eldivensiz, kasksız yola çıkmadığım için arkadaşın bu aracını simit alma bahanesiyle de olsa ara sıra kullanmanın keyfi başkaydı. Otuz, otuz beş kilometrelik hız hiçte masum değildi. Yere çarpıp, kafayı sert bir şeye vurduğun an, bu hız ani bir beyin kanaması sebebi olabilirdi. Bu yüzden bir tanıdığı kaybettiğimiz günü hatırladığım çok olur. Fırından yeni çıkmış sıcacık on tane simidin talibi çok olmuştu. Arkadaş ‘peynir almadın mı’ diye sorduğunda, ‘cenaze dolayısıyla kapalıydı’ dedim. Evet, bir süredir ruhumu hapseden cümleyi ağzımla dünyaya apaçık belli ediyordum. Ölümün her saniye yakın olduğu bir yaşam içerisinde, gamsız olduğumu iddia edenler çıkıyor. Geçen biri yine yüzümdeki gülüşe takılı bir şekilde ‘senin gibi gamsız olmak vardı’ dedi. Eşine baktım. Kadının duruşu adama göre daha vakardı. Yaşlı kadının gözlerindeki o gizli dokunuşları yıllardır hep sevmişimdir. ‘Yüzü güleç olan insanların kalplerinde daha gizli sıkıntılar, yorgunluklar vardır’ dedi. Ruhumu keyiflendiren bu söylemden ötürü kendisine teşekkür ediyordum. Dilim olmasa da, gözlerim bu ifadeyi taşıyordu.
Balıkçıların motorlu teknelerini bağladıkları barınağa doğru yürüyordum. Gömlek almak için çarşıya çıkmıştım ama girdiğim üç giysi mağazasından da elim boş çıkmıştım. Ayşe yanımda olsa kesin ‘bu sana çok yakıştı’ diyeceği bir şey çıkardı ve onu alırdım. Ayşe’de huyumu bildiğimden kıyafet konusunda beni zorlamıyor. Sanırım onu bile bu huyumla fazlasıyla sıkıyorum. Telefonuma baktığımda İnci’nin fotoğrafını gördüm. Barınağın yanında oturup, çay içiyordu. Fotoğrafı paylaşalı çok geçmemişti. Yanına gidip gitmeme konusunda kararsızken, iki dakika yürüdükten sonra oturduğu çıtkırıldım sandalye üzerinden eğilmiş, köpeği Çarli’nin başını okşarken onu gördüm. Masaya yaklaşana kadar beni fark edememişti. Beni fark edince klasik şaşırmış seslenişini duydum: ‘A, naber?’ İnci’yle biraz muhabbet ettikten sonra Çarli’yi sevmeye yeltendim. Çarli yine bana hırlıyordu. Tanıştığımız ilk günden beri benden kaçan, bana hırlayan bu köpeği bir türlü sevememiştim. Sanırım ortak bir sevgisizlik üzerine başlayan tanışıklığımızı ileri götürecek donelerden uzaktaydık. Masalar arasında kahverengi tepsi üzerine tabaksız şekilde koyduğu on yedi çay bardağını taşıyan adam dolanıyordu. Adamın ‘var mı çay isteyen, çay’ sesini ‘usta buraya üç çay, bakar mısınız bana da bir çay’ sesleri bölüyordu. İnci’nin sesi de o seslerden biriydi:’ Bizde iki çay alabilir miyiz?’ İki çay bardağını masaya bırakan el uzaklaştıktan sonra İnci ‘bizi çeker misin’ dedi. Çarli beni sevmese de, fotoğrafının çekileceğini anladığı an İnci’yle beraber hoş bir poz vermişti. Üç farklı yönden çektiğim fotoğrafı İnci’ye attıktan sonra bir süre telefonun fotoğraflar kısmında dolandım. Ayşe’yi başka bir balıkçı barınağına yakın, taşlı kumsalın üzerinde otururken çektiğim fotoğrafına denk geldim. Aslında denk gelmekten ziyade her gün bu fotoğrafı açıp, bir süre bakıyordum. Az ötede onlarca güzel kedi, ılık bir yaz akşamına yaklaşan zamanı bekleşiyorlardı. Buranın kedilerini kim görse ‘ne güzel kediler, hepsi tertemiz’ diyorlardı. Ayşe’de aynı şeyi söylemişti. Sahi, Eylül sonbahar olduğu kadar, hâlâ yazdı!
Ne vardı o fotoğrafta beni o kadar etkileyen? Kelimelerin torbadan farksız kılındığı bir arenada, tribündekilerin ‘oley’ sesleri arasında kalemini havaya kaldırıp tebrikleri kabul eden iktidar yalakası bir sanatçı budalasının ölmeden önceki son cümlelerini okuyorum: ‘Her şey için size teşekkür ediyorum. Başta imparatorumuz olmak üzere, seçkin devlet görevlileri ve bilahare sanat camiamız içerisinde ışığımızı yücelten tüm aydınlık elçilerine selam ederim.’ Sıkıldım. Fazlasıyla sevicilik değil midir insanı körelten? Bir şeye fazla bağlanmanın, onun olumsuz yönlerini yok sayarak yüceltmekle geçen zamanın budalaca olduğunu söylemek bile kelime israfı. Ayşe çok çabuk sıkılan bir insan ama benim kadar değil! Onun sıkılmaları merkezkaç kuvvetini andırıyor ama benim daha durağan, hareketi başlamamış, sonlandırılmış veya varlığının sebebi durgunluk olan bir mekanizma. Yüzlerce, belki binlerce fotoğraftan en güzeli bu mu? Benim onu çektiğim tek fotoğraf mı elimde kalan? Nedir bu fotoğrafı böylesine özel kılan? Gülümsemekse, daha çılgın gülüşlerini gördüm. Özel bir süslenmek lüzum gelecekse, aksine onu bunaltan ısıtıcı krem sonrası aldığı duş sonrası taraksız şekil vermek zorunda kaldığı dağınık saçları fotoğrafta yer alıyor. Aynı rengi taşıyan bir tişört, pantolon ve ayakkabı üzerinde ve sağ kolunda bir gölge: Güneşin gölgesi gecedir. Gece olmadan gölge varsa bu fotoğrafta, hem de koluna yansımışsa, bu dağınık saçları. Onu ıstırabından kurtardığım için ne mutluydum! ‘Saçlarım çok kötü, bir tarağım bile yok!’ Onu ıstırabından kurtaracak tarağı alıyoruz. Fakat taramadan, amiyane tabirle ‘nasıl olacaksa olsun’ ruh haliyle şekil verdiği saçına ‘on numara’ diyorum. Öyle dümdüz, nemle birbirine yapışmamış saçların doğaya aykırı bir hali var. ‘Böyle güzelsin’ diyorum, ‘sen böyle güzelsin, değişme, burada kal işte, böyle durağanlaşan bedenin, gölgen ve saçlarınla burada öyle güzelsin ki!’ Abartmıyorum. 23 Nisan çocuğu gibiysem, hâlâ her merasimde şiir okuyan çocuğu kıskanmadan, sıramı bozmadan marşlar, şarkılar okuyup ‘yaşasın 23 Nisan’ diye bağırıyorsam, elimde küçük bir kâğıt bayrağı gururla sallayıp, sevincimi çevremde olan insanların yüzlerinde görme kaygısıyla coşkumu koruyabiliyorsam; bir saniye, bu sevinç nerede? İnsanların yüzlerindeki sevinçten bahsediyorum. ‘Meşhurrrrr’ diyorum dondurmacıdan içeri adımlarımızı atmadan önce. ‘Seç diyorum nerede oturmak istiyorsan.’ Masalar fazlasıyla kirli ama o kadar da olsun!
Az ötede bir kitapçı var. Yıllar evvel mühendisliğe ait kalınca bir kitabı sormak için uğramıştım. Mühendisliği eski bir hayal gibi geride bıraktığım yıllar sonrasında kitapçıya yakın bir yerde oturduğumuzu fark edince şaşırdım. Yine bir akşamüstü buraya arkadaşın daveti üzerine gelmiştim. Bazı şeylerin azlığı, var oluşunun değerini artırıyor. ‘Ayşe fısıldıyor: ’Beni her gün görsen sıkılırsın benden.’ Öyle bir şeyi yaşamadan üzerine konuşmak, tutarlı bir cevap verebilmek nasıl da gereksiz! Sağ çaprazımda ahşap bir masada güneş gözlüğü yüzünde duran kadının bakışları beni rahatsız ediyor. Dimdik bana bakıyor. Başımı çevirip o yöne tekrar bakıyorum, hayır yanılmıyorum direkt bakıyor. Gözlerimi Ayşe’den başka yere kaydırmanın cezası bu bakışlar; dimdik, rahatsız edici ve fazlasıyla şımarık. İçimden ‘oğlunla ilgilen biraz, çocuk az kalsın düşüyordu oturaktan’ diye söyleniyorum. Ayşe ‘bakmayacaklar bize sanki’ diyor. Achille gibi ayağa kalkıyorum. Mızrağımı tek elimle sımsıkı tutuyorum. Zırhım göğsümü sıkıyor. Kuşağımda Hephaistos’un kılıcı sallanıyor. Ayşe ‘Timur kim ya, baksana ‘merhaba’ yazmış’ diyor. An güzel bir denk geliş, Kronos bizi seyrediyor. Ayşe’ye anlatırsam anın sihri kaçar. ‘Siktir et, engelle’ diyorum. ‘Bakar mısınız, sipariş verecektim’ diyorum. Genç, yakışıklı adam ‘siz geçin masanıza ben hemen geliyorum siparişinizi almaya’ diyor. Çok geçmeden siparişi almaya gelince, Ayşe köyden İstanbul’a seçmelere gelmiş aktris adayı havasında ‘bal krokan ve badem’ diyor. Hiç tatmadığım dondurma kombini bu; ben piç bir ekşici gibi takılıyorum: ‘Vişne, limon ve damla sakızlı alayım ben de!’ Saçları an be an dağılıyor, dağılıyor; sanki dünya ile beraber Güneş’in etrafında dönüyor. Gün hiç bitmesin, kirli kütük masadan kalkıp Güneş’in batımına karışalım maviliğin içerisinde. Kapalı, eski birahanenin camına bakıp saçıyla uğraşırken ‘beyhude yoruluyorsun, şu evden çıkmadan önceki halini yapabiliyorsan öyle yap yeniden, o iyiydi’ diyorum. Normalde söylemleri pek önemsenmeyen biriyim. Sanırım yüzümü hep güleç ve beni hikâyeci, şakacı biri olarak zihinlerine kodladıklarından ötürü önemsemiyorlar. Ayşe fikrimi uygularken ben iki adım sağa, iki adım sola yürüyorum.
Ayşe’yi gören yanıma koşuyor: ‘Kim bu?’ Yıllarca gözlerimin altına torba koyan karanlık, benden alabileceği ve çalabileceği bir şeyler olduğuna inandırdı. Otobüsün en arka koltuğuna, cam kenarına bilet almış huzursuz bir insan gibi yaşadım. Her an muavin gelip ‘ön koltuğa geçebilir misin, şoför az uyuyacak burada’ diyebilir endişesiyle bu yolları geçip durdum. Kimi yolculuklarda tüm otobüse, insanlığa inat horladım. Muavin gelip ‘horluyorsun, rahatsız oluyor yolcular’ diyordu. Utanıp saatlerce uyuyamıyordum. Şimdi sessiz kalıyorum. Utandığımı sananlar çıkabilir. Hayır, Ayşe’nin kim olduğunu merak ediyorlar ve benim cümlelerim kulaklarının örslerinde yankılanmalı! Gülümsüyorum. Dilimi dişlerime vurup ses çıkarmaya gayret ettim. Dilimi çevreleyen tükürük, tsunami sonrası insanları korkutan denizköpüğünü andırıyordu. Dilim eşsiz tadıyla avlanabilecek bir balık, dişlerim antik, batık gemiler olabilselerdi kendimi şanslı sayacaktım. Hepsi gerçekti. Biraz saygıya ihtiyaç duyuyorum. ‘Lütfen, susar mısınız, sadece saygı, az saygı gösterin yeterli!’ Çocukça bir heyecan, basit bir video düzenlenmesi ve ısrar ediyor Ayşe ‘şöyle de olsun ‘ diye. Kıramıyorum, yeniden, bir kez daha düzenliyorum. Zaman burada kısıtlı ve tanıdık gözlerin bakışları elli metre öteden bile belli. Ayşe’nin bir halini yeniden keşfediyorum. Gözlerinin mahremiyetine usla donanmış surlar döşediği anlar var. Günün çoğu saatinde bu var. Fakat nedense bayrağı olmayan bu krallığı ‘le vent nous portera’ şarkısına çekilmiş klipe benzetiyorum. Kendi usumca geçmişe yönelik bir suç dosyasını ortaya çıkarıyorum. Utanıyorum, sessiz bir hırıltı ürperen parmak ucumda sönüyor. Sosyal psikolojiyi darmadağın edecek korelasyonum ‘acıyor, acıtıyorsun’ sesleriyle içime yayılıyor. ‘Bertrand’ diyorum, ‘kendimi sana benzetecek kadar bilişsel bir faaliyete nasıl atılıverdim?’ Sorgulamalarım yalın, yalnız ve sessiz. Arada yalnızca sessizlik duvarını aşan öpücükler var. Anadolu köylüsü içime kaçıyor; annaklıyorum bir yandan, bir yandan da gelengini çıkartırcasına öpüyorum. Aynı şehirde gözyaşları içerisinde ‘affet beni’ demişliğim hâlâ sır değilken, affet…
Sait Faik ‘son kuşlar’ diyor, ben kişisel kaygılarımın peşindeyim. Bu kadar duygusal olmasaydım, bir soru bu kadar yıkıcı olmazdı. Ayşe, lütfen hiç bahane üretme! ‘Hayır’ diyor, ‘bence sen abartıyorsun. Neden bir insanı böyle bir soru içerisine cevap olarak koymalıyız ki?’ Tam olarak cümlelerden uzak kesik kelimelerinin özeti bu şekilde ve üzgünüm, üzüyorsun. İki saat sonra Galatasaray’ın maçı var. Maçın ikinci yarısında sen uyuyor olacaksın. Uyanışını saatlerce bekleyeceğim. Ne soru ne de cevap kalacak ortada! Dün burada nasıl da güzeldin, bugün biraz sarhoş. Küçük bir midye teknesi geçiyordu. Sen ‘aaa, izbambot’ demiştin. ‘O ne kız’ derken, ‘aha şu, görmüyor musun Mecnun, izbambot geçiyor.’ Leyla ölü derime dekupajla işlenmiş. Bunlar senin ilgi alanın, bana kalsa o dekopaj. ‘İzbambot nedir Allah aşkına, tekne kız o, midye teknesi!’ Kıkırdıyorsun ‘bana ne ya, tekne filan anlamam izbambot o, haha izbambot işte!’ Sana lüks yatlarla alakalı küçük bir hikâye anlatıyorum. Aklın hâlâ izbambot dediğin, beni de kahkaha attırdığın midye teknesinde. ‘Aman sen de, ne yapayım yatı, izbambot alsana bana’ diyorsun. ‘Peki’ diyorum. ‘Eee’ diyorsun, ‘e, ne zaman?’
Aynı yerden bakıyorum denize. Deniz yükseldiğinde rüzgâr yine izlerini götürecek. Ve hesaplar; herkes kendi hesabını yaptığında, gölgemin derinliklerine senin tozlarını götüreceğim. Rüzgâr her bir şeyi taşıyacak. Bu şarkının sözlerinde ‘sen yok olacaksın ama rüzgâr bizi taşıyacak’ geçerken, başka bir şarkıda ‘ver ateşe evimizi, bir iz bırak burda, iz bırakanlar unutulmaz’ geçecek. Gözlerim kapanıyor. Uykudan değil, izleri anımsamak için. Bütün fazlalıkları unutmanın verdiği kaygının yanı sıra, kendi bildiklerimi unutmayı bir türlü neden başaramadığımı düşünecek kadar uyanık değilim. Sesini duyuyorum. Gözlerim açılıyor. Ellerim dizlerimin üzerinde, bir izbambot geçiyor. Telefonu sol avucuma yaslayıp dokunuyorum o ürkek parmağın ucuyla. Sevdiğim kadını görüyorum. Fotoğrafa bakıyorum bir süre. Telefonun ekranını denize doğru çeviriyorum. Dalga seslerine karışıyor izbambotun motor sesi. ‘Bak Ayşe’ diyorum, ‘izbambot geçiyor.’ Ürperti kısa sürüyor, kahkahan kucaklıyor vücudumu.
YORUMLAR
HakkınSesi, huzurla okudum yazını...Yazarını gizleseler, yazanın sen olduğunu daha ikinci cümlende anlardım...O kadar müstesna kalemin.
HakkınSesi
Ayrıca sana şahsen kusurum var. Kitabın konusunda diyorum. Biz bu site içerisinde unutsak dahi, birbirimize 'daha iyi yazma' konusunda dokunup, öğretmen edasıyla değil de tavsiyeci tavırla çok paylaşım yaptık. Bu yönüyle kitabını hâlâ almamış olmayı bir kusur olarak söylemem gerekiyor. Kusura sen bakmazsın ama dil de bakar, bellek de.
Aynur Engindeniz
Ben bu Ayşe'yi seviyorum. Bir de Ayşe'nin sendeki yansıyışını.. Senin gözünden tanimasaydim Ayşe'yi belki bu kadar sevmezdim.. "İzabambot" ister kuru yük gemisi olsun, ister midyeci teknesi.. "İzbambot" işte.. Suç ve sır ortağı, iki kişinin bildiği..
HakkınSesi
Ayşe'yi böylesine güzel kılan birkaç güzel duyguyla beraber korku da sanırım. Ayşe'yi büyük kılan, yücelten tarafta o korku yer alıyor.