- 971 Okunma
- 3 Yorum
- 5 Beğeni
'kanepe'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Televizyonun karşısında ‘sinyal az’ yazısına bakıyorum. ‘Bu yazı çıkmazdı normalde, dur şunu yeniden kapatıp açayım düzelir belki’ dedikten sonra televizyon açılır açılmaz ‘sinyal az’ yazısı ekranın ortasına tekrardan belirdi. ‘Ayşe’ diyecektim, ‘suç benim, beyhude yoruluyorsun.’ Aptal kutu yıllardır benim için sadece bir görüntü, sesten ibaretti. Yalnızlığımın derin çukurunda karartılı görüntülerin, cızırtılı seslerin önemi yoktu. Bana kısa süreliğine gelen herkes aynı şeyi mırıldanıyordu:’ Bir televizyon almalısın artık bu eve!’ Birkaç ay önce bir yapı marketinde çalışana ‘karasal, küçük oda antenler nerede’ diye sormuştum. ‘Abi iyi misin, o antenlerden kaldı mı ya’ demişti. ‘Var’ demiştim, ‘internet sitenizden baktım stokta gözüküyor.’ Adam iştahsız bir şekilde önümde yürürken, istediğim antenlerin doluşturulduğu küçük rafı görünce ‘sahiden de varmış ya’ diye bana dönüp gülümserken, ‘sağ olasın’ deyip manuel uzayan iki çubuklu antenimi almıştım.
Ayşe çaprazımda oturmuş, siyah atleti üzerinde bir yandan yemek yiyor, bir yandan da hoparlöre aldığı telefon görüşmesini devam ettiriyordu. Altında ona aldığım pijama takımın altı vardı. Pijamanın pamuk dokusu güzeldi ama daha güzelini bir dahaki sefere almak için aklımın köşesine kaydetmiştim. Sırtımı kayısı renginde kanepeye verip, yemek sonrası sigarasından nefeslenirken, durgun bir gölün üzerine yansıyan gölgem misali gözlerine bakıyordum. Gidecek olmanın hüznü çoktan ruhuma sarılmıştı. Kanepeye çıkıp, Ayşe’ye daha yakın olacağım dakikalar öncesinde kısık bir ses bozkır türküleri söylüyordu. Neydi daha fazla acı veren ruhuma? Yıllarca aynı duygu yüzünden eziyet çekmiştim. Zihnim, aylar öncesine bir anda geri götürdü. Otobüsün soğuk camına başımı yaslamış bir şekilde Konya’ya gidiyordum. Birkaç gün önce dedem vefat etmişti. Günlerce mezarlıkta kirlenen pantolonumu ve ayakkabımı değiştirmeden iş yerine gitmiştim. İlk günden alay konusu edilmeme rağmen söylenenler umurumda bile değildi. On beş dakika daha erken varabilseydim, trafik böylesine yoğun olmasaydı, evimde oturup tembellik yapacağıma bir saat önceden yola çıksaydım dedemi sağ haliyle son kez görebileceğimi düşünüyordum. Oysa saatlerdir ölümün kıyısında, gözlerinin ferinin olmadığını söylemişlerdi. Dedemin arkasından beş dakika ağlamıştım. Belediyenin morg odasına battaniye içerisinde on el götürmeden önce, evde kanepe üzerinde cansız bedeni yatarken, soğuk elini tutup yalnızca bir beş dakika ağlamıştım. Bu ölüm neredeyse bir asırlık ömrün bitimiydi. İhtiyarlığın bir yaştan sonra çevrendekilere eziyet vermesi ayrı bir pişmanlıktı. Birkaç yıl önce dışarı çıkabiliyorken bu lacivert kanepeyi boş gördüğüm oluyordu. Son senelerde çoğu zaman bu kanepe üzerinde istirahat ediyordu. Ömrü hayatı boyunca yatıverdiği hiçbir yatağın veya kanepenin rahat olduğunu düşünmüyordum. Doksanların başında emekli olup, Batı’ya göç ettiklerinde bile babaannemle beraber aynı yaylı yatağın üzerine döşek serip uyuyorlardı. Birkaç sene geçmeden yatakları zaten ayrılmıştı. Kanepe yaylı yataktan, döşekten daha makul gelmişti.
Ayşe’ye haksızlık ediyorum. Benim böyle bir görevim yok, olmasının mantığı da olmayabilir ama acılarını hafifletmek istiyorum. Bu bir acizlik midir? Ayşe’yi eğer ben üzüyorsam tamamen kapatabilirim gözlerimi ona karşı. Ayşe bak, ben yokum artık! Rahatlayabilirsin. Klasik bir ‘saçmalama ya of’ tepkisini verirken, Ayşe başını hızla kaldırıyordu. Dizimin üzerindeki saçını istemsizce acıtmış olmalıydım. ‘Senin dediğin gibi olsa, herkes yolunu bulur. Saçmalama ya of, niye öyle yapsın ki?’ Ben, zihnimde ona dair düşüncelerime ait verilmiş bir tepki olduğunu sandığım şey, az evvel konuştuğumuz bir mesele içinmiş ama ben konuştuğumuz şeyi bile çoktan unutmuştum. Unuttuğum konu her ne ise, Ayşe’ye ayıp olmasın diye bir an konuyu değiştirdim. ‘Sence sevginin nedeni var mıdır?’ Bir yandan telefonuna bakarken ‘nasıl yani, anlamadım ne demek istediğini’ dedi. ‘Herhangi bir şeye karşıda olabilir ya da benim sana olan sevgimi de düşünebilirsin fark etmiyor ama nedeni var mıdır sevginin sence?’ Ayşe biraz susuverdikten sonra ‘bilmem, sence nedeni var mıdır’ diye soruma soruyla karşılık veriyordu. Kaçak tütünün uçunu yakarken ‘benim sana karşı bir nedenim yok’ dedim. Birbirimize karşı herhangi bir konuda itiraf yapmanın, bir şeyleri çok açık sözlü şekilde söylemenin önemi olmasa da, kendimiz hakkında konuşmaktan keyif alıyorduk. Bu bizim hayata dair vazgeçmeyeceğimiz en geçerli ortak özelliğimizden biriydi. Eleştiri konusunda Ayşe daha gerçekçi ve netti. Ben genelde uzun süre hiçbir şey söylemez, bir anda patlayan karakterimle konuştuğumda eleştiriden daha öteye geçip incitici olabiliyordum. Fakat ortak bağlar konusunda konuşmanın keyfini seviyordum. Anlık havaya gönderilmiş fişeklerin ya da kelebeğe benzer hislenişlerin keyfinden daha gerçekçi ve oturaklıydı. Konuşmalarımı bölen şey tütün ve Ayşe’yi öpüşlerimdi:
‘Benim için neden olsaydı, nedenin altında yatan şeyler kalkınca sana sevgimi yitirirdim. Ben, sen varken de yalnızım ama seni düşündükçe, seni öptükçe, sana sımsıkı sarıldıkça, kokunu içime çektikçe hafifliyorum. Merhametli birisin diyorsun bana, aksine gaddar olmak, bir zalim tiran kadar güçlü olmayı istediğim anlar oluyor. Merhametli biri böyle sapkın düşüncelere ulaşmamalı. Benim sana kıyamayışlarım varsa, sana merhametim ya da seni önemseyişlerimin kaynağı sevgimde yatıyor. Uzun uzun konuşmak bile batıyor bana, kendimi anlatacak değilim. Kendime bile faydam dokunmazken, bir de konuşup sana şimdi saçmalamış olmayayım! ‘
‘Niye öyle diyorsun? Hâlâ korkuyor gibisin. Bazen benden bile korktuğunu düşündüğüm anlar oluyor.’
‘Korku derken, nasıl bir korkudan bahsediyorsun?’
‘Bir yanın her şeyiyle açık, burada, kendini gösteriyorken, yine de bir yanınla sakladığın bir şeyler var. Bunu kendime yorumluyorum ben de!’
Saçından, alnından, yüzünden öpüp, dudağında nefesimi tutarken ‘hayır’ dedim, ‘herkesin sahip olduğu kederi taşıyorum ben de. Kimi zaman cezalandırılmış gibi, kimi zamanda bu kederden zevk alır gibi yapıyorum. Ben yüzümü sevdiklerimin yanında daha çok asıyorum. Bu sende de var. İnsanlara karşı aşkın, taşkın bir güler yüzlülüğün cezası sevdiklerinin yanında kederli bir duruş oluyor.’
‘Neden sence peki?’
‘Kaybetme korkusu, ne olacak! Doyumsuzlukta buna eklenebilir. Bir öpersin, iki eksiktir. Yüz öpersin yine eksiktir. Sevgi bazı durumlarda bu kadar baskın olmasa, insanların birçoğu acımasız tirandan farksız yaşardı. Bu yüzden sevgiye muhtacız, onu ararız, yalnızlığı dert eder ve sessiz arzumuz olan varlığımızı kendimizden başka birine de onaylatmak adına insanlar arar dururuz.’
‘Sana hâlâ kızgınım biliyor musun?’
‘Neden, ne oldu birden?’
‘Aylar önce Konya’ya gitmiştin de, yolda bana haber vermiştin. Benden bile gizlemiştin. Hayır, niye saklıyorsun.’
Zihnim içine Ayşe’yle beraber yürüyüşe çıkmış gibiydik. ‘Sana şimdi diyeceklerimi kendimden bile sakladım.’ Göz bebekleri geriye doğru kaykılmış, sinirli bir yüz ifadesiyle bana bakış atıvermişti. Saçlarını okşarken en küçük harfi bile eksik etmeden anlatmalıydım:’ Yapamıyorum, senin kehanetin filan değil bu ama içim almıyor kimseyi. Güzellik, hoş bakışlar, tatlı sözler filan zorlanıyorum. Yanlışımı kendi gözlerimle görmek için gitmiştim. Bana keyif veren yola çıkmaktı. Bukowski’nin hayatından iki gün çalıp otel odasında kalmaktı. Hiç görmediğim Ermeni köyünde dolaşmak, Galatasaray maçını rahat kafayla izlemek keyfini ben tattım. Galatasaray çok rahat kazanmıştı. Ermeni köyü çok güzeldi. Yol, yormuştu ama otel odası güzeldi.’
‘Bunu yapman için böyle saçma sebeplere ihtiyacın mı var? Uzun zamandır biz görüşemediğimiz halde bana bile gelmeyip, bir başkası için gidiyorsun ve buna şimdi bahaneler mi ekliyorsun?’
‘Ne diyeyim sana, pişman olduğumu mu? Pişmanlıklarımızı konuşacaksak ikimizde suçlu çıkarız.’
‘Benim yüzümden mi?’
‘Ne senin yüzünden mi?’
‘Ben varım diye mi kimseyi gönlüne alamıyorsun? Kimseyle yapamıyorum diyorsun. Ben mi sana engel oluyorum?’
‘Saçmalıyorsun şu an…’
‘Hayır, hiçte bile saçmalamıyorum. Çok yorgunum, gerginim de! Karnımda ağrıyor zaten ama kafam çalışıyor. Ben mi sana engel oluyorum açıkça söyler misin?’
Genel keder işleri, yerini özel muayene odasına bırakmış, gözlerimi sımsıkı sıkıyordum. Bir elim Ayşe’nin göbeğinin üzerindeydi, onu oradan almak istemiyordum. Diğer elimdeki tütünü tablaya uzatıp, yüzümü tek elimle avuçladım.
‘Ne oldu, iyi misin? Ciddi misin sen? Ciddisin. Ağlıyorsun.’
Sesimde titreme yoktu. Aksine sesimin tonu daha toktu. ‘Hayır, kalkma’ dedim. Kalkıp sarılacağını biliyordum. Elini tuttum. Birkaç acı gözyaşıyla nemlenmiş diğer elim saçında, omuzlarında, yüzünde dolaşıyordu. ‘K’ dedim, ‘kanamaktır şimdi.’ ‘K, kaybetmektir, kazanmaktır. K, kahrolmaktır dünyadaki tüm acılar için. K, kıskanmaktır. Seni kıskanabilmektir. K, körkütük hançerin soğuk acısını hissetmektir. K, kördüğümdür. K, kangren olmuş yaraların uzuvları koparışıdır. K, kopabilmektir, koptuğunu sanmaktır. K, küsmektir yeniden barış yapabilmek adına. Kara gözlerin leylasına sofra kurabilmektir yol bulunca. K, kuruntuların vehim adıyla sancıdır. K, kurumaktır. Bir fidanın kuruması karşısında ağlayabilmek, bir nergisin kokusunu içine çekerken ona su vermemenin cezasıdır.’
Elim, parmakları arasında sımsıkı kenetlenmiş, göğüsleri bir yanardağın lavlarla boyadığı tepeler gibi hızla kalkıp iniyordu. ‘Şimdi benim bu kanama. Damarlarımın çeperlerinden hızla kanım akıyor. Yaralarıma çarpa çarpa içimi acıtıyor. Kanıyorsun, kanatıyorsun. Kararıyorsun, karartıyorsun; karamsarlığın zifiri karanlığına çekiyorsun. Kandırmıyorsun belki ama kanmıyorsun da! Kanmadığın gibi kelimeleri kaçırıyorsun. Kaçan her kelime kalbe yapışan kara bir leke oluyor. Hem kalbimde varsın, hem kalbimde yoksun. Hep kanımdasın, hiç değil gibisin. Hem kördüğümsün, hem karaköpek korkusu gibi çok uzaksın. Ya ben? Hem kadınım, hem de bir karartı! Bir kadın gibi kanayacağım, elimi tutup kalbimi de kanatıyorsun. Elini tutuyorum, benim gibi kana arzuluyorum. Korkun oluyorum, korkuluğum oluyorsun. Korkutuyorsun bir yandan, sonra gölgen gerçek olup da korkularını soyunuyorsun. Bu kanamaların, kanayışların, kanmaların, kıskanışların, korkuların, kuruntuların bir karanlık içinde aşk değilse nedir?’
‘Kanepe’ dedim, ‘kanepe eski değil mi?’ Ayşe ‘evet’ derken eski tadı olmayan camel’in paketinden bir dalı dudağına almış yakıyordu. Birden ‘iii, bu ne ya of’ diye ses duydum. Ayşe fazlasıyla huzursuzlanmıştı. O an kalçası altına kaçmış çakmaktan bunaldığını fark edişim uzun sürmemişti. ‘İii’ diyordu, iyiliğim gözün yüzün nimetine, iyiliğin baş tacı hayatının demine. Dem koyup geleyim Ayşe. ‘Ben doldururdum çayı, sen kalkma’ demeye kalmadan başının altına yastığı koyup kalkmıştım. Mutfağın lambasını açmadan önce adımım bana bir şeyi hatırlatıyordu. Hiçbir yerde kamera olmamasına rağmen, az sonra set ekibi yan odadan çıkıp gelecek gibi hissediyordum. Modern köle vücuduma serpilen öksürük ciğerlerimi titretiyordu. Birer olanların biner olduğu, kırın boz konuverdiği tepelerden bir uğultu mutfak kapısının camına vuruyordu. Perdeyi araladığımda karanlıkta yüzüme bakıyordum. Sağımda duran masaya dokundum altından ve köşesinden bir parmağımla.
Dünyanın kum saati boşaldı. Asrın hayasız çılgınlığı burada susmuş gibi ve bir çabayı yalnız başına bırakıyorum. Olabilirlik ve olamamazlık adına içinde diyalektik bir tutku barındırıyor. Gölgenin izlerini taşıyor bu fayanslar. Ellerinin dokunuşlarıyla lekeli buzdolabı, fırın, çamaşır ve sıkıcı bir tost makinesi. Gölgenin yedi kat altından çıkıp geliyorum, sesini arıyorum. Kurumuşsa kalbin veya yaralardan yana daha bir şansızsa bugün, ellerimle besleyeceğim toprağını, yarana yara katık edeceğim. Mühür vurulmadan önce kapına, sert, daha sert çalacağım kapını. Gölgene sarılıp üşürsem kime ne? Fakat bil ki her şey sessizlikle ihya olunur! Sessizce diyorum, kapatmadan günü; dünü, bugünü ağzınla ayır, öyle üfle içime. Küçük mutlu bir ağızım. Doyur beni dokunup, sarıldığım gölgenle. Bektaşi selamı alıp bu bozkırın yangınında, ataşımı sarıp gözlerimin mendiline, sokağın tavanı kadar severim seni.
Çayları tazeleyip odaya döndüğümde gözüme sehpa takıldı. Bütün gece sehpa üzerinde siyah saç lastiği duracaktı. Ayşe kanepeden ayrıldıktan sonra ondan kalan en taze hatıra o saçma, küçücük siyah saç lastiği olacaktı. İyi de olacaktı!
YORUMLAR
'kendime ait bir odada' Virginia' yı bi ihtimal mezarında ters dönderip kulaklarını çınlatarak şunları söyleyeceğim...işin doğrusu tam ne diyeceğim kendim de bilmiyorum ya! ama şuramda fazladan bir şeyler var sanki ve ben bunları doğuştan beri doğum lekesi gibi üstümde taşımakla yükümlüyüm...hani kimi zaman çürüdüğünü falan hissedersin ya..hani için şöyle kızgın bi alevin üstündeymiş gibi cızzz eder ya ama o adını koyamadığın şeyler şuranda 'bir ağustos böceği kadar hãlã hayat doluymuş' gibi nefes alıp veriyomuş gibi seni yanıltır ya...ne bilim buna benzer karman çorman şeyler işte...oysa yazıya gelene kadar buramda zerre bir şey hissetmediğimden o kadar emindim ki!
sanki yazının üstünde Dante'nin ilahi komedya'sından koskoca bi levha asılı ve beni uyarıyor: "ey buraya giren! bütün ümitlerini arkanda bırak!" öyle gel ...
arkama dönüp bakıyorum -son umudumu hangi yerin dibine gömdüğümü bile sorgulamadan üstelik- evin yüz karası duvarlarında bugünler için biriktirdiğim sağaltılmış fısıltılardan başka bir şey elime gelmiyor maalesef...burası dumanlı ve kederli...burası neresi bilmiyorum ama baktığım her yüzde yenilgiyi kabullenmiş bi sabır görüntüsüyle göz göze geliyorum...burda duralım ve bekleyelim...bi süreliğine neyi ve niçinleri; bize yarı dünya uzak bi yerde, iki ucu birbirine hiç denk gelmeyecek uzamlarıyla içimizin cömert topraklarına gömelim...iç içe kümelenmiş ne idüğü belirsiz duygularla bırakın da çürüyelim efendim...böylesine savruk ve kavruk, eşelenen közlerimizle, 'sırtımızı keseleyen hiçlerle' beraber...toplum dışı ve sürgün...
ah ah! şu görseldeki kanepenin bana söylettiği şeylere bakın! vallahi şu kanepenin köşesine sessizce kıvrılsam ve başımı herhangi bi kumul çukuruna gömsem rahatlayacağım gibi geliyor ama bakıyorum da ne bi tümsek ne de bi çukur var orda...bugüne değin sanki üstünde hiç oturulmamış, hiç uzanılmamış...kumaşın üstünde bi tırnak izi bile yok...oysa severiz biz yalın ayak karda yürüyüp arkamızdan izler bırakmayı...
bugünlük de böyle olsun...hayır bu kadar konuştuktan sonra bile tam olarak nasılım onu da bilmiyorum ama yazına başlarken bi yatakta ayaklarımı uzatmış ve yorgana sıkı sıkıya sarılmıştım en son...sonra birden kendimi düzeltip sırtımı dayadım şu kadim duvara ve sesime ses olan çoğul cümlelerine ortak olup hayranlıkla bakıp gülümsedim...
e artık diyorum ki senden bi kitap okusak mı ha ne dersin? güzel olmaz mı?
bak ben şimdi senden çok çoook iyi bir yazı okumuş olmanın keyfiyle ayrılıyorum ve bu hissi ben bile sana anlatamam...
teşekkürler hakkınsesi...