- 641 Okunma
- 3 Yorum
- 3 Beğeni
BİR EMELE BİN AH ÇEKSEM
Bir insan için zor olan şeylerden birisi de, kendisini doğru ve sağlıklı bir biçimde tanıyabilmiş olmasıdır bildiğiniz gibi. İnsan bazen bunu az da olsa başardığını sansa da geriye dönüp baktığında ‘bir arpa boyu’ bile yol almadığını görebiliyor.
Ancak şu var ki yaşınız kaç olursa olsun yaşadığınız her bir şeyi derin bir algı ve içten bir duyguyla resmedebilmişseniz zihninizin ve kalbinizin her köşesine olanca gerçekliğiyle eğer siz harika bir ’Kaptan’ sınız demektir rotası belli olmayan bu hayat yolculuğunda.
“Tezek” denen doğal yakıtı minicik ellerimle karıp, kerpiçten örülü evimizin dış duvarına yapıştırmaya çalıştığımda Doğu Anadolu’nun bir sınır köyünde ve 4-5 yaşlarımda kadardım. Tezeklerin yanarken çıkardığı çıtırtılarını ve parlak alevlerini ne çok özlediğim yıllar sonra zorlukla tutuşturulan kara kömürlerden çıkan zehirli dumanların göğsümü bir kezzap gibi yaktığında ve Koşuyolu Öğretmenevinde, Köy Enstitülü bir öğretmenimin anlattığı bu hoş hikayeyi dinledikten sonra daha iyi anladım.
Tarihlerden bir tarihte, dönemin devlet yetkililerince köy muhtarlıklarına gönderilen yazıda: ‘O kışın çok çetin geçeceğini ve bundan dolayı kendilerine yakıt yardımı yapılacağını, dolayısıyla kullandıkları yakıtın türünü, numarasını ve stok miktarını bildirmeleri’ istenir.
Gelen cevapların hemen hepsinde şöyle denilmektedir: ‘Yakıtımız Pohtur. Stop. Numarası yohtur. Stop. Stokumuz çohtur. Stop!’
Uzun beyaz entarili, kırmızı fesli Arapları. Dönme dolabı, avucuma yakılan kınayı. Bindiğim döveni çekerken çok yorulduğunu düşündüğüm sarı öküzün yerine kendimi bağlamayı isteyip de, bunu yapamadığım için üzüntüden hastalandığımı. Sonrasında: “Yediyordu Elif kağnısını kara geceden geceden” şiirini bana okuttuklarında, bu duygunun yüreğime nasıl ‘mıh’ gibi çakılmış olduğunu.
Ev sahibimiz Keleş Teyzemin dudağını kıvırarak anneme: “Ah kızım...Her dolak dolayan kadın, her şapka takan erkek olsa, ohoo!..” deyişini bu günmüş gibi hatırlarken 7-8 yaşlarında ve bu kez de Güneydoğu Anadolu’nun yine sınır bir köyündeydik.
Nezihe ablayla tepelere çıkıp ilk kez gördüğüm damlasakızı ağaçlarından damlayan sarımtrak damların kokusunun beni ne çok etkilemiş olduğunu, daha sonraları onun için yazdığım “Çam Sakızı Kokardı Saçları” şiiriyle fark ettiğimi.
Altın tozu serpilmiş gibi parıldayan kumsalını. Göz yaşlarımdan bile daha sıcak yağan yağmurlarında badem ağaçlarının üstünde sıçana dönüşümü.
Sabahın ayazında komşu ablalarla birlikte gittiğimiz tütün bahçelerini ve kırdığım tütünleri yapış yapış ellerimle şişlerden iplere geçirirken duyduğum mutluluğu. Ve bunun bütün oyunların önüne geçtiğini, daha ileriki yaşlarımda bahçemizdeki akasya ağacının yapraklarını annemin örgü şişlerine dizdiğimde anladığımı.
Başımın ortasındaki kocaman lülelerimden öpüp koklayan ve en güzel Arnavut böreğini yapan tatlı nenelere her yerde rastlanmayacağını da öğrendiğim İzmir-Urla-Alaçatı’yı geçtikten sonra ulaştığımız Çiftlikköy’üm...
Şimdi çıkıp gelebilsem beni 8-9 yaşlarımın o efsunlu koynuna alabilirmisin yeniden.
Sokağımızın başındaki tek katlı eve gelin gelen boncuk mavisi gözlü başak sarısı saçlı hiç gülmeyen ablanın, evlerine henüz su bağlanmadığından sokak çeşmesinden taşıdıkları suyu, şimdi yeni doğan bebeğini bırakıp gidemediğinden iki kova suyu incecik kollarımla döke saça götürdüğümü. Görmek için can attığım annemin benim için yaptığı ‘bez bebeğimden’ daha minnacık olan bebeğini ‘çok ağladığı için’ duvara fırlatıp ölümüne sebep olan o hiç gülmeyen ablanın, arabanın içinden kocaman yaşlar döken gözleriyle bana yalvararak baktığın.
Eve gelip Keleş Teyzemin koluma taktığı mavi boncuklu bileziği çıkarıp attığımı. Battaniyeyi başıma çekip tıpkı Çiftlik köyümde yağan sıcak yağmurlardan daha sıcak akan gözyaşlarımı kimsenin görmesini istemediğimde ise Bursa’nın Gemlik ilçesinde ve 9-10 yaşlarımdaydım.
Arkadaşım Ester, elindeki boyalı yumurtayı ve kırmızı gülü sevgiyle uzattı bana okul yolunda. Yalnız sınıfımızın değil, bütün okulun korkudan kaçacak delik aradıkları, öğretmenlerin bile korkulu rüyasıydı ‘Azrail Zülküf’ lakaplı hem cüssesi hem yaşıyla bizlerin neredeyse iki katına yakın olan bu ‘sözde’ öğrenci. Okul kapısında bir duvar oldu ikimizin önünde.
Elimden hışımla çekip aldığı gülü yere atıp, sürekli arkasına basarak yürüdüğü ayakkabısının topuğuyla çiğnerken Ester bayılmak üzereydi. İşte tam o anda Zülküf’ün suratına attığım tokadın sesi yeri göğü inletti!. Dünya durdu okulda o sıra sanki.
Yıllar sonra yolumun düştüğü Edirne‘nin parke kaplı yollarında bir yabancı gibi yürürken, ne sevgili arkadaşım Ester’i bulabildim. Ne Azrail Zülküf’’ün kocaman ayak izlerine rastladım!
Herkes kendi farklı dünyasında kendini o dünyanın neresinde görür bilmem ama. Ben bu ummanda bir kum taneciği bile olmadığımı her geçen gün yeniden başlara dönerek çok daha iyi anlayabiliyorum.
Bir emele bin âh çeksem
Zevk duyarım her dem dâd etsem
Sevmek teselli şu boş âlemde
Neş’e vardır aşkın her emelinde
Gönlümde açsın bahar şu kış gününde
Şiir dolu pembe akşam güneşinde
Beste-Güfte: Neveser Kökdeş
YORUMLAR
Hayranlıkla okudum. Memur çocuğuydunuz anlaşılan. Ülkemin dört bir yanını gezmişsiniz. Her çiçekten bir bal, her köyden bir hatıra, her okuldan bir arkadas edinmişsinizdir. Belkide daha çok anlatacaklarınız vardır bize. Ne anılar ne anılar...
Hepimiz öyle değilmiyizdir, yani kim doymuştur ki şu güzelim hayata, ya da kim ben oldum tamamım demiştir ki.
Hep bir kum tanesi olarak kalacağız biliyorum. Ama bir kumtanesinin kalbinde bir kumtanesi kadar kalabilmek ne güzeldir.
Sevgiler ve çokça saygılar..
DEVRİM DENİZERİ
Esenlikler selamlar ve sevgiler..
DEVRİM DENİZERİ
Esenlikler.